Necip Fazlı’ın Şiir Estetiği

           Kant için, estetik tabiatla insanlık arasındaki bir uzlaşma beklentisini sağlamaktır. Kierkegaard  için ise, ahlak   ve dini inancın  daha yüksek hakikatlerine bir zemin oluşturmaktır. Necip Fazıl’ın şiir estetiği Kierkegaard’ınkine yakındır. Sadece fark Necip Fazıl’ın savunmacı bir estetiği olmasıdır.  Her şairin tıpkı vitrinde duran mankenin gelen geçen insanları duruşunun bir estetik  duruş olması gibi, Necip Fazıl’ın da yirminci yüzyıl içinde bizim insanımıza , şiirin hitap ettiği yerine göre entelektüel yerine göre vasat okuyucuya bir  duruşu bir algılanışı vardır. Bu Necip Fazıl’ın şiir estetiğidir.

           Eleştiri geleneğimizde estetik kanona göre bir eleştiri metodolojisi oluşmamıştır. Estetik bütün olarak insana ait olanın gözle görülüp akıl ile değerlendirilen boyutudur.  “Estetik mantığın kız kardeşidir,” der Baumgarten, şiir de çok zaman aklın ve beğeninin akıl ve kalb birlikteliği ile yorumlanan ve üretilen bir türdür. Şiir estetik olan, akli olan, gerçek olandan doğar. Bu doğmuş olan şey ise onu okuyan ve hissedene göre bir estetik değer alır, yapılırken de bir değer yüklenir, yorumlanırken de bir değer algılanır. Necip Fazıl’ın şiirinin bir akli, bir kalbi, ve beğeni ‘ye dayanan bir oluşum düzeyi vardır, bunun yorumlanması onun şiirinin estetik düzeyidir. Yoksa burada estetik eşya ve nesneler arasındaki matematiksel veya geometrik düzeni araştırmak değildir. Biz estetik derken hep bu uygunlukları anlamışız, burada kastedilen bu klasik  estetik  değildir.

           Dünya veya kainatla, karşısındaki  akıl,  on sekizinci yüzyıldan itibaren bir anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Filozoflar  ve sanatçılar  bu anlaşmazlığı en  yürekten ve akli olarak hissedenlerdir. Descartes ve Hegel aklın duruşunu yeni bir dizayna getirmek istediler, Necip Fazıl da bir ülkede aklın evren karşısındaki duruşunu kendi duyuşunu, yorumlayışının yanlışlığını hissetti, çünkü o kendi gibi olanların bir prototipi idi, bu duruşun sancısını Çile ‘de bir metafizik buhran gibi anlatır. Aklının evren karşısındaki  aklettiği  yanlışını hissetiği an büyük bir yanılgı hissetti yeni bakış açısını sağlamak için çabaladı. Bir kanon oluşturmanın gerekliliğini gördü ve oluşturdu. Necip Fazıl aklı hazlardan arındırmak, varlık karşısında ideal olanı düşündürmekle estetik bir akıl üretti. Bir dönem hazlarının esiri olmuş olan şairin sonraki hedefi kişiyi hazlardan  ve beninden arındırıp varlığı vahiysel anlamı ile yorumlamaktı.

           Necip Fazıl,  akıl ile tabiat arasında bir uyumu gözler önüne serer. Ama aklı bu işte hakim olarak ele almaz, vahiy demese de Tanrısal bakışın aklın görmediğini göreceğini   öngörür. Tabiatın empirik açıklaması ile, aklın yorumlaması arasında yollar bulur. Kendisi böyle bir seyir tipi gerçekleştirmiştir. Tabiata bakmanın öyle bir yolu   vardır ki, tabiatın biçimlerinin görünüşteki yasallığı, en azından tabiatta  insan özgürlüğünün amaçlarına uyumlu  olarak işleyen amaçlar olması olasılığını  telkin eder. Dünyaya  tıpkı insani özneler gibi kendi kendini belirleyen  bir akılsal irade tarafından  yönetilen gizemli türden  bir özne veya yaratım imişcesine bakmanın zorunluluğunu gösterir. Evren yaratılırken, akıl da onu anlayacak bir oluşumda meydana getirilmiştir, biri kilitse diğeri anahtardır. Mısralardaki gibi.

          Seni aramam için beni uzağa attın

          Alemi benim, beni kendin için yarattın (202)

           Burada insan hem alemi, hem de Allah’ın anlamakla yükümlüdür anlamı, çıkar aşağı yukarı bizim yorumumuzdaki gibi insan aklı, Allah’ı ve evreni bilecek bir niteliktedir.

          Ne varsa nakış nakış, tabiatta, maddede

          Gözlerimdeki nurun aksi , beyaz  perdede(205)

           Bu masraflar da aynı anlamları içine alır. İnsan evreni seyrederken kendinin büyüğünü, evren onu seyrederken kendinin küçüğünü görür. Evren ile insan arasındaki kül ve külli münasebetlere bir başka açıdan bakar aşağıdaki şiirde.

           Bir parçacığım ben bütüne hasret

           Zaman döne dursun, o güne hasret

           Ruhumsa zamanın üstüne hasret

           Ebediyet boyu bir an… olmaz mı ?(227)

           Necip Fazıl dinin temalarını estetikleştirmiş ve onlara şiirsel bir ifadeyle incelik ve zerafet getirmiştir. Kozmik semavi duruşlar, mevsimlerin birbiri arkasından düzenli gidişi, zamanın estetik yorumu, inanma değil inanmanın yanında sezmeyi, ölümün çok yönlü zarif  yorumları, tabiat karşısında  insanın iç dünyasının zenginliğini fark etmesi, Allah, Peygamber, tevhid ve  daha birçok tema sanat metninde din-sanat dengesini kurmuştur. Siyah beyaz olan dini hakikatlere duygu yüklemek suretiyle onların alımlamasına zerafet getirmiştir.

           Yaşam dünyası genel bir yapı sergilemektedir, insanlar ve sanatçılar büyük oranda bu sergilenen yapının tamamlayıcısı  olmakta, sorgulayıcısı olmamaktadır, sorgulayıcılık zor bir iştir, sanat ve düşünce tarihinde,  dinler tarihinde sorgulayıcı zekalar azdır, çünkü sorgulamak her zaman duruşunu yenilemek gerektiren tutumdur   ve duruştur. Bizim şiir ,  din ve düşünce tarihimizde sorgulayıcı  insanlar  yok değildir. A Hamit Tarhan, Namık Kemal, Ziya Paşa, Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Mithat Efendi, Nazım Hikmet, Bediüzzaman, Nihal Atsız, Arif Nihat Asya sorgulayıcı sanatcılardır. Ama bunlardan sorgulama tarzları çıkmazlara girmiş olanları yanında, kısmi  bir ciddi sorgulama  yapanlar da olmuştur. Sorgulamanın sağlıklı olması sorgulayan şahsın sorgulamak için gerekli fikri donanıma sahip olmasıdır, sadece sorgulamak çok zaman yeni bir şey getirmez.  Bu kafile içinde Necip Fazıl nasıl bir sorgulayıcıdır, evet rahatlıkla denebilir ki Necip Fazıl  sağlıklı bir sorgulamayla kendini düze çıkardığı gibi, toplumu da bu sorgulamayla bir ışığa aşina etmiştir. Dekart ve Niçe, Schopenhavr, Marks sorgulayıcıdırlar, ama çok noktada farklı duşunürler, her biri duvara farklı noktalardan bağırırlar, kiminin arkası dönük, kimi başka durumda . Necip Fazıl neslinin ve ondan sonraki kuşağın hepsinin bir sorgulama tarzı vardır. Tecer,  halk edebiyatı karşısındaki umursamazlığımızı sorgular, Orhan Veli hazların sandalında keyfiliğin hazzını savunur, Sait Faik ve Cahit Sıtkı onun arkasından giderler, ama nehrin onları bir uçuruma vardıracağını hissetmezler.  Bu üçlü bilerek değil bilmeyerek kendi bedenlerinin estetiğini savunurlar. Bütün estetik düşünce tarihi bedenden hareket eder, kimi onun kafasındaki fikir düzeninden, kimi aklından, kimi bedeni yöneten hazlardan hareket eder. Marks da, hazcılarda genel bir beden estetiğinden değil bir noktaya hasr-ı nazar etmiş, parçayı bütün yerine ikame etmişlerdir.

            Necip Fazıl ‘ın bu beden estetiği içinde şirindeki temalar nerede durmuştur. Onun aklı mutlak akla yakınlığı ile değer kazanır, mutlak karşısında onun yanında yer almayan aklı cüce akıl diye vasfeder. Beden olarak hazlarla  başı dertte olduğu dönemlerdeki kirli yanlarını gördükçe feryad eder, itiraf kalıbını kullandığı , kendini  aşağıladığı  metinlerde arzularını, bedenini hırpalar, aşağılar, iradesinin köpek nefsin dişlerinde olduğunu söyler, bir suçludur,” işte yakalandık kelepçelendik” der, aynaya baktığında eski Necip Fazıl’ı görür ve  affetmez. Her zaman suçlu ve günahkardır,

           Beni şafak vakti bir el dürtükler

           İdam mahkumu kalk bekliyor savcı

           Zindan avlusunda öter düdükler

           Bir güneş doğar ki zakkumdan acı… (200)

           Onun  beden estetiğinde olmayan bir kelime menfaattir, küçük harçlıklara yaşama zorunluluğu olarak arkadaşca bakan şair, susturulmak için sunulan , para ve menfaatlere şapka çıkarılacak bir  diklikle uzak durur. Bütün büyük değişimciler gibi anlaşılamamış bir adamdır, anlaşılamadığını anlatır.

           Beni kimsecikler okşamaz zaten

           Öp  beni alnımdan sen öp seccadem (335)

           Okşamaz kelimesinin yerine anlamaz kelimesini koysaydı  zannedersem yine onu ifade etmiş olurdu, anlamakla şefkat akraba kelimeler, şefkat ettiklerimizi anlarız, anlamanın başı da şefkat değil midir? Ama onu anlasalardı biz o  zaman Necip Fazıl’ı anlayamazdık. Anlaşılır olmak  çözülmüş bir matematik problemidir, büyük adamlar böyle bir duruma düşmezler.Ama sıradan anlaşılmazlık değil bu dehaların büyüklüğü karşısında başını kaldıramayacak kadar küçüklerin duruşu.Onun estetiği , biraz Kierkegaard’a benzer, kör sağır tabiatı, kainatı aklın anlayacağı, kalbin kucaklayacağı biçimde ifade etme tasarısı, bilimin , felsefenin, nihilizmin körleştirdiği aklı vahiyle kucaklaştırmaktır.

           Necip Fazıl mutlakçı estetiği  seçmiş , onu böyle bir estetiğe iten zilhinsel, akli ve fikri nedenler nelerdi.Mutlakı hayat felsefesi kabul eden  bir  toplumdan, mutlaka karşı kayıtsız olan bir topluma geçiştir Necip Fazıl’ın yaşadığı dönem. İslam dini , felsefesi yapılmamış bir din olduğu için son yüzyıllar Batı karşısında gerilemiştir. Batı özellikle Niçe, Marks, natüralistler, materyalistler , Holbach  ve  benzeri  filozoflar inkarın felsefesini yapmışlar,  bu yüzden özellikle kilise bu  felsefenin karşısında kendini savunamamıştır. Bu fikirler daha sonra bize gelmiş, bizde de nihilistler ve natüralistler ortaya çıkmıştır. Özellikle şairimizin yaşadığı dönemde büyük çarkı çevirenler de nihilist ve ateist , veya deist kimselerdi. Yaptıkları icraat mutlakı savunan  bir büyük kuruluşu yıkmak, daha sonra mutlakın kendisini de silmek, mutlakı savunanları da silmek ve sindirmekti. Çağdaşlık adı altında bahadır bir milleti heveslerinin zebunu bir millet haline getirmekti.

           Necip Fazıl’ın estetik duruşu suya sabuna dokunmayan hareketsiz cemiyetlerin klasik estetiği gibi değildi,   Necip Fazıl klasik estetiğin sanat perdesi altında uyutucu ve uyuşturucu tarafını bir tarafa atar, o tür bir sanatı , cücelere bırakır, kalabalıklar dediği milletin , saf milletin ıztırabını , koştuklarının çıkmaz sokak olduğunu , mukaddes davanın korkusuz savunmacısı olduğunu söyler. Mutlaka karşı kayıtsız olanlar içinde sanat dünyasına açılmış olan gözleri onun , ve onu seyreden hayran gözler, o  mutlağı fark edince ona karşı kapanır, onu inkar ederler; kabul ettikleri, hayret ettikleri adamı mutlak karşısındaki tutumu yüzünden engellerler ve bütün yolları denerler. O artık onlara doğru gitmemekte kararlıdır. “Beni beklemeyin o bir hevesti , gelemem aynalar yolumu kesti”diye elinin tersi ile iter.

           1934 ‘de kadarki  altmış şiirde, klasik estetiğin mekanları ve olayları ile şairin estet ruhu arasında  durağan ve yer yer melankolik ilişkiler görülür. Metafizik olmayan bir ürperti vardır , özellikle deniz , gökyüzü ile ilgili şiirlerinde . Onda mutlak karşısında ürperecek bir ruhun hazırlıkları  vardır. Hatıralarında o dönemdeki  arayışı  bunu göstermektedir.Bu aradaki beş senede otuz şiir yayınlanır ve onların doruğunda Çile  görülür. Demek şair bu beşyıl içinde Çile’deki mutlak  intifa ve irtifayı yakalamak için dehasını , görselliğini , yorumlamayı iktisap etmiştir.  Çile’nin yakalanması bir zihinsel , fikri çileden sonradır. Bu beş yıl içinde şairin ne yaptığı konusu bir biyografik araştırma gerektirir. Bunun ipuçları hayatı ve hatıratında vardır. Arvasi’nin peyki olmak ve onun gerektirdiklerini yapmak bu durumu doğurmuştur. Şair birden klasik estetiğin durağan dünyasından, ürpertisiz ikliminden, mutlakın ateşi ve  dalgaları arasına düşmüştür, Çile’deki haykırışlar bunun sonucudur. Benliği, evren ve beden arasında görsel öznenin şaşırtıcı durumuna yönelmiştir.

           Necip Fazıl’ın şiir estetiği  bütünüyle yeni bir türden  insani öznenin  meydana getirilmesidir.O şiiri ile  üç dönemlik bir, birbiri ardında sahsiyet  ve  şiir devirleri üretmeye ilaveten, aynı ruh ve değerlere sahip, onun gibi bakıp görebilen bir aydın ve insan türü ortaya çıkarmıştır. O günün şartlarında bu gerekli olan  bir çalışmaydı.Kimliksiz dönemleri ve kendi özgür kimliğini , varlık içindeki felsefi ve dini kimliğini bulduktan sonra kendi kimliğine eş değer vücutlar meydana getirdi. Turan şiirindeki kimlik, Yeni Turan romanındaki kimlik, Panorama romanlarındaki kimlik ve Necip Fazıl’ın alem içinde varlığın sahibi ile uzlaşmadan doğan yeni bir kimlik hepsi farklı farklı arayışlardı, birileri montaj  bu ise bütbütün bu toprağın ve gökyüzünün sesi  idi. Bizim düşünce  ve fikir tarihimiz içinde Necip Fazıl  büyük bir ferdi ve toplumsal sentezin adamıdır.

           Onun yaşadığı dönemde fert siyasi yönetimlerin hedefi olmuş, keyfiliğin adını lügatteki manasının dışında temsil etmeyen hürriyet anlayışlarının esiri olmuştur. Necip Fazıl  hürriyet şairidir. Ona gelinceye kadar siyasi anlamda hürriyet manası taşıyan bu efsunlu kelime , onunla mahiyet değiştirmiş, halkın eseri değil, hakkın esiri olan bir insan peşinde olmuştur. Onun hürriyet anlayışında yönetim karşısında keyfilik  değil, kendi nefsinin ve beninin ilcaatı ve ilkaatına boyun eğmemek manasında bir içsel hürriyet hedeflenmiştir. Yaşadığı  dönemde insanlar tam bir esaret içindedirler, bu esaretin şubeleri şiirlerine dağıtılmıştır. Okunamayan gökyüzü bir esarettir, anlaşılamayan yer yüzü bir esaret nedenidir, “anladım işi sanat Allah’ı aramakmış” derken kendi hürriyetini ilan etmiş, “onun ümmetinden ol derken” tağutlardan  el çek demek istemiştir. Onun şiiri hürriyet öznesinden hareketle okunursa ortaya büyük bir hürriyet şairi çıkacaktır. Ondan önceki hürriyet yorumcuları imparatorluğun hür iklimlerini başkalarına teslim etmiştir, onun hürriyet anlayışı ise insanı esir alan bedensel, ruhsal, toplumsal, siyasi düzmece telakkileri yıkmış insanı gerçek bir hürriyete  kavuşturmuştur. Ruso” yasa   mermer  ya da pirinç  levhalara değil, fakat yurttaşların yüreklerine kazılmış olmalıdır. “der.Halbuki onun mücadele yıllarında bilumum yasalar  masalara göre hazırlanan ,insanları nefes alamayan canlılar durumuna getiren yasalardı. Cebri keyfi küfri yasalardı. O döneminin mutlakiyetinin  zoraki ve zorlayıcı yasalarına karşı mutlak gücün yasalarını nazara veriyordu. “Yol onun varlık onun gerisi hep angarya” diyordu.Kant “Yargı Gücünün Eleştirisi’ni yazarak, estetik yargıyı öğretirken, Necip Fazıl kendini, ve haktan bağımsız toplumu ve yönetim cihazını yargılıyordu. İki estetik duruş.

           Necip Fazıl’ın şiirinin bir özelliği de analizlerle bahisleri somutlaştırmaktır. İkna edici ve etkileyici bir zenginlikle analizler yapar.Özellikle zaman konusundaki şiiri büyük bir analiz örneğidir, bahsi somutlaştırırken temsiller verirken zamanın belirtilerini, ve benzerlerini karşılaştırır, insanın da zaman üzerinde düşünmesini sağlayan analizler yapar. Aynı analiz ve nesnellik Çile şiirinde de görülür. Bu çözümleyicilik ve analiz son iki yüzyılın bilimsel gelişmelerine karşı dinin temalarını kalbi teslimiyet ile değil aklın iknası ile yapmaktır. O bu yaptıklarını   kendine  gaybı kurcalayan çilingir  dediği için yapmaktadır. Okuyucuyu analizlerle,  düşünceye iter.

Fikret  nasıl  kurulmuş iç içe  bu  iklimler

Nasıl kaynaştırılmış, sesler , renkler, hacimler ?( 38)

Diyorlar bana : Kalsın şiir de söz de yerde

Sen araştır göklere çıkan merdiven nerde (33)

           Zindandan Mehmed’e Mektuplar şiirinde de hapishane ve mensubunu analitik bir yorumla verir, empati gücü yaşanmışlıktan doğar.

           Tabiatın iç tasarısının sanatsal ve estetik bir kavrayışını verir. Akşam, Mevsim Dönerken,Aydınlık,Gece Yarısı, Dalgalar,Açıklarda, Üç Atlı, Şehirlerin Dışından, Kaldırımlar,Azgın  Deniz,Yıldızlı Bir Gecede , Susan Deniz, Geceye Şiir 1-3, Takvimdeki Deniz, Mimari,Yollar ve Gökler, Merdiven, Çile,Sakarya .  1950 li yıllardan sonra şairin tabiatla arası açılır, ondan sonra insan tabiatının tasvirine ve mücadelesine ağırlık verir. Mücadeleye estetik bir nitelik getirir. Bu tarz sanatı cücelere devreder ve o kendini mukaddes sanatına , kalabalıkların yönlendirilmesine verir.

           Shaftesbury , erdemli eylemlerden güzel, erdemsiz eylemlerden ise çirkin , ya da biçim bozukluğuna uğramış diye söz eder. Necip Fazıl’ın şiirinde bu tarz ahlaki  olanın güzelliği ile ilgili oldukca şiirsel yorumlar vardır. O yersiz, bozuk, anlaşılmaz, itici, çözümleyici olmayanın yerine olumlu örnekleri verir, bu şekilde bir değer estetiği meydana getirir, şairin ve sanatcının ne yaptığını bilmemesi meseleyi çözmez, onun yaptığının  ne anlama geldiği önemlidir. Alayiş, nümayiş, debdebe gibi görüntü güzelliği sayılan toplumsal değerin güzel yaptığı şeylere ilgi duymayışı aynı zamanda topluma telkindir. İşte bir çirkin telakki ve şairin güzel yorumu.

Son gün olmasın dostum , çelengim, top arabam;

Alıp beni götürsün , tam dört inanmış adam(75)

           Onun ahlaki  ve değer güzelliğinin en büyük örneği Sonsuzluk Kervanı şiiridir. Orada klasik estetiğin, ölçü  ahenk gibi  kelimelerinden   elde edilen güzelliğe  işaret edilmiş, ama asıl önemli olanı klasik estetiğin güzel telakkilerini aşmış bir ideal grup güzelliği anlatmıştır.Onun birçok şiirinin tersten perspektifi güzel arayışıdır, güzel temennisidir.  Çirkinin çirkinliğini anlatmak güzel temennisidir ve talebidir. Bu bahiste başlı başına bir çalışma olacak niteliktedir.

           Özellikle sosyal yapıda, dini yapıda,  sanatta, edebiyatta, evren ve insan yorumlarında bir güzellik talebi dolaylı olarak şiddetle kendini hissettirir. O kendini hırpalarken de yine güzel ve ideal olanın peşindedir. Serseri şiirinde bütün olumsuz özelliklerini anlatırken , güzel bunlar değil, güzel bunların zıddı olan değil midir der. Şarkımız  şiiri bir güzel günler talebidir. O güzel günlerde “Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman”(326) Necip Fazıl’ın Muhasebe, Meydan ve benzeri  ,   şiirleri toplumsal yapının ahenksiz, çirkin gözlemleri ile doludur, şair  bu eleştirileri ile güzellik taleb eder. Ben neyim, genç adam, arıyorum, inanmıyorum gibi kelimeler toplumsal , anonim bir siyasi , fikri ve kültürel, özellikle dini bir yaşayışın güzelliğini taleptir. Klasik sanat ve estetiğin arayışını yargılar. Kendi mutlakcı güzellilğini  ifade eder.

Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış

Marifet bu gerisi yalnız çelik çomak mış(35)

           Takvimdeki Deniz ‘de eşya ve nesneler arasına sıkışmış olan güzellikten, kısmi bir mutlaklık olan denize iltica eder, bu hoş ve güzelden yüceye bir  koşudur.

           Necip Fazıl sesin şairidir, şiirlerinde ses önemli bir yan öğedir. Ayak Sesleri, Ninni, Ağlayan Çocuklar, Çan Sesi, Sayıklama, Susan Deniz,Dağlarda Şarkı Söyle , Çile,Ses, Ölümsüz Şarkı. Şairin sesleri estetikleşme  bu şiirlerin temalarında hakim öğedir.Bazan da ses ile sükut arasındaki tezadı işler.Ağlayan Çocuklar da şiir ses ve sada üzerine kurulmuştur. Ayak Sesleri şiirinde şair ayak seslerini müstakil bir nesne gibi takip eder, fikri sabit olmuştur onda.

           Hep bu ayak sesleri , hem  bu ayak sesleri .(162). Bu şiirde ses on değişim kombinezona girer.  Ses çok yönlü bir estetik öğeye dönüşmüştür, şairin ses ile ilgili şiirlerinin en büyüğü , imajları içinde en orjinali budur.

           Artık atan kalbim de bir ayak sesi oldu(162). Yahya Kemal’in Ses şiiri ile karşılaştırılsa farklılık görülecektir. Final mısralarında ölümü ses ile izah etmesi orijinal bir tesbittir.Ninni şiiri yine sesin türevidir.Çan Sesi şiiri demonik bir imajdır. Korku , ümitsizlik, tedirginlik verir.

           Başka şiirlerinde ise yine ses hakimane değil ama temanın tamamlayıcısı olarak görülür. Örümcek Ağı şiirinde ses ve seda yine tema ile bütünleşmiştir.

Kulağım ruhumun kanat sesinde (249)

Aydınlık’da

Uyan yarim sesler geldi derinden(155)

          Gurbet’de

Yalnız    annem gibi o ılık sesle (178)

Ölünün Odası’nda ses duyulmaz.

Artık ne bir çıtırtı , ne de bir ayak sesi.. (90)

Gece Yarısı’nda ses yine estetik bir duygulanımdır.

Şu imaj hakikaten analojik harika bir imajdır.

Yanan mum bir rüya seyreder camda

Bir ağır hastanın nabzıdır sesler (163)

           Boş Odalar şiirinde hayaletler arasında ses duyulur. Şair gotik tasarımları ilk şiirlerinde sever, tedirginlik ve korkudan hoşlanır.

          Dağınık sürüyü toplayan sesler (161)

           Dalgalar,  şiirinde sesin yüksek bir türevi bağırtı görülür.Açıklar’da ses çığlıktır.Şehirlerin Dışından ‘da ıslık, çığlık olur ses.Kaldırımlar’da kahkaha, ve sessizliğin sesidir kaldırımlar. Sesini aç köpekler işitir şiirde. Otel Odalarında sesin tezadı sessizlik vardır. Azgın Deniz de, şarkı, dinleme, sağırlık sesi hatırlatır.Sayıklama da kedinin mırmırlarının arkasından sükutu hisseder.İstasyon ‘da  çan sesi , çığlık ve düdük olur ses. Şairimizin şiirinde hakim öğe ve yan öğe olarak seslere bir kesit sunduk. O sesin şairidir demek yerindedir. Onun şiirinde sesin  dağılımı ve imaj değerleri bir özel çalışma olur.

          Ses  Çile şiirinde metafizik ,yönlendirici Sokratik demonik bir uyarıcı olur.

Gaiblerden  bir ses geldi : Bu adam

Gezdirsin boşluğu ense kökünde (12)

           Bu ses daha sonra hayatını ve sanatını ihata eder. Bu imaj apokaliptik bir imajdır, şiiri yapan Tanrısal değerdir. Sesten öte bir mimari kurguyu getirir şiire. Bu ses Sokrates’in daimonuna benzer. “Başta Sokrates’in  Savunması olmak üzere  Platon’un yazdığı çeşitli Dialoglarda, Sokrates’in yeri geldikçe , sözünü ettiği , fırsat buldukca kendisinde bulunduğunu söylediği gizemli  güç.İçerden gelen uyarıcı ses, bir tür iç söyleşim, kaynağı idealar dünyası  olarak görülebilecek yaşantının kutlu sesi . Bu ses ,Sokrates’in anlattığına göre  kendisine açıktan bir şey söylemiyor, özellikle belli bir şey yaptırmıyor, doğrudan belli bir eyleme yönlendirmiyordu. Bir  başka  deyişle  Sokrates’e belli bir durumda tam  olarak ne yapması  gerektiğini hiçbir zaman söylemiyor, yalnızca uyarmakla yetiniyordu. Ama ne vakit bir takım usa uygun olmayan , filozof  kişiliği ile bağdaşmayan erdemsiz davranışlarda bulunmaya yeltenirse ortaya çıkarak  kendisini  söz konusu davranışta bulunmaktan alıkoyuyordu.İlerleyen dönemlerde  daimon sözü  yaratıcılığın , esin altında olmanın  simgesi olarak kullanılır olmuştur.( Sarp, Erk, Ulaş,Felsefe Sözlüğü, s 1326)

           Ses’i farklı türevleri ile şiirlerinde değişik imajlarda hissetmek şairin dehalara has hassasiyetinin tezahürüdür.

           Necip Fazıl  şiirlerinde güzeli anlatırken parçada kalmaz, armonik bir bütünlük meydana getirir bütün şiirleriyle . Sadece şiir isimlerinden hareket edilirse Çile ‘deki üçyüzü aşkın şiirin cüzden külle bir büyük armonik güzelliğinin talebi  olduğu görülür. Şair bütün hayatı boyunca  en geniş anlamı ile çirkin ile mücadele etmiştir. Başta kendi çirkinliğini, çirkin şekilde yorumlanan kainat kitabını doğru ve  estetik okumayı kendine belletmiş, daha sonra aynı geçişi insanlara sağlama gayreti içinde olmuştur. Hatta ömrünün son dönemlerinde yazdığı küçük eleştirel şiirlerinde dini hayatı da çirkin görüntülerinden kurtarmaya güzelleştirmeye gayret eder. Ritüellerdeki bozuklukları teşhir ederken güzeli taleb eder. Onun çirkinden güzele geçiş beyannamesi Çile isimli şiiridir, orada sırtındaki elbisenin  çirkinliğini  fark etmiş yerine yenisini ikamenin sancılarını yaşar. “Kaçır beni ahenk , al beni”derken klasik estetiğin bu iki beylik kelimesini metafizik boyuta taşır ve kendini o büyük metafizik güzelin, azametli insicamın  parçası olmaya iter.

           Güzellik arayışı bir başka estetik kategori olan olgunluğun, kemalin , yetkinliğin peşinde olmaktır. Evrene bakışta, insana bakışta, insanın dini veya  diğer davranış şekillerindeki olumsuzlukları teşhirde , tarih telakkisindeki yanlışlarda, dildeki garipliklerde, hatta daha ileri yetmişli yıllardan sonra şair şiirini dini yaşayışın önemli fiillerindeki kemal eksiklikleri üzerinde yoğunlaştırmıştır.Şair topyekün aksaklıkları görür, onları sistemli olmasa da ironik şekillerde nazarlara verir, yapılanı gösterir, yapılması gerekeni hedefler. Hatta bazen düpedüz fars  seklinde alaya alır.  Ve Gelir isimli şiirinde  gelir kelimesini dokuz kere kullanmıştır, her kullandığı yerde eksiği söyler, sancılı bir talep  ve lirizmle mükemmeli arar.Aynı durum Utansın şiirinde de görülür. Sadece bu iki şirde görülen eksiklerin bir başka anlamda mükemmellik uzun izahları gerektirir.

           Necip Fazıl , trajik bir dönemde yaşamıştır, hayatı bir trajedidir, yüzünde trajedisinin izleri görülür, sanat yaşamı  semavi müdahalelerle trajediye dönüşmüştür,  belli bir hızla giderken yeni bir dünyaya  kendi tabiri ile toslamıştır. Toplum trajik bir umursamazlık içindedir, şair çok yönlü trajik tablolar çizer, trajedinin ezici ıztırabını hisseder. Bu kadar  iç içe trajediden sonra yine döşeğinde ölmesi bir zaferdir. Bu trajedinin mimarları dönemin siyasi eşhasıdır. Necip Fazıl trajediyi düzeltmeye gayret eder.Trajedi , ideal ile icraat arasındakı  farktan doğar.Necip Fazıl ‘ın şiirinde ideal diye sunulmuş çok az tablolar vardır, ütopyası vardır ama ideali yoktur onun şiirinin mısralarının.O hep  trajik olanı nazara verir. Kendi de bir trajik vakadır, benine ve itiraflarına , nefsine  dönük şiirlerinde kendi trajedisini anlatır.Trajedisi idealden habersiz yaşadığı dönemlerin onda bıraktığı iç burkucu yanlış yaşamlardır.

           Onun trajedisi başlangıçta  idealle aralarında büyük bir fark olan bir noktada başlar. Doksan derecelik açının uçları farklı noktalara gidişi gibi, o bu açıyı kapatmak  veya farklı azaltmak için çırpınır. 1922 den 1978 ‘e kadar yazdığı şiirlerde bu açının  azaldığı ve şairin , karamsarlığının tebessümlere dönüştüğü şiirler varsa da yıl 1973 olmuştur, Türkiye eskiye oranla olumlu durumdadır, o yine birden Halimiz şiirinde trajik olanları nazara verir. Bazen açıya bakmadan açının kapanacağını temenni eder,Şarkımız şiirindeki gibi, trajedi ümidin öldüğü bir durumdur, şairimizin ümidi zamanla güçlenir, ama ani dönüşlerle hep yanlışı gören gözleri yine birden trajik olana avdet eder.

            Necip Fazıl ironik tutumları olmakla birlikte bu kadar fecayi içinde ümid adam olmasını başarmıştır. İlk ümid azmi, Yunus Emre’yi  anlattığında görülür. Ruh hamuru hazırdır, onu yoğuracak mimarını arar.Onun yakası ümidin elidir.”Bırakmam tutmuşum artık yakandan”(298)der.

           Zindandan Mehmede Mektup  şiirinde o kadar olumsuzluk içinde bütün zamanları kuşatan ümid haykırışı ile konuşur.

            Mehmed’im sevinin, başlar yüksekte

            Ölsek de sevinin, eve dönsek de !

            Sanma bu tekerlek kalır tümsekte

            Yarın elbet bizim elbet bizimdir!                                          

            Gün doğmuş , gün başmış , ebed bizimdir!(1961)-336

            Bu şiiri 19 ay hapis yattığı ihtilal sonrası yazmıştır, ne büyük inanç ve dik duruş ve ümid çağlayanı. Allah  ve ahiret insanın iki büyük ümit kapısı.Sakarya da  bütün ümitlerin geri dönmediği kapıyı bulmuştur, dünyevi ümide takılıp kalmaz.”yol onun varlık onun gerisi hep angarya “ der.

           Necip Fazıl’ın şiiri hoştan, güzele ve oradan   yüceye bir seyir  gösterir.Bize itici gelmeyen , bizde iyi duygular uyandıran duyumlara hoş denir. Onun ilk şiirleri bizde güzel ve hoş izlenimler bırakır. Şair her şeyi ile güzel olan bir romans dünyasında küçük şeyler için kalbi kırık bir şekilde şiirden şiire ilerler. Sorunlar şairi husuzsuz etmeyecek boyuttadır.

Güneş çekildi demin

Doğdu bir  renk akşamı

Bu bütün günlerimin

İçine denk akşamı  (253)

          Şairin büyük sorunları değil ince dertleri vardır.

Duvara  bir titiz örümcek gibi

İnce dertlerimle işladim bir ağ(240)

           Elliye yakın şiirde şair , şehirde , nisbeten zevki klasik estetiğin sabit kategoriyle dolu olarak tabiat öğelerine bakar, onlardan kısa frekanslı etkilenir.Şairin beş duyusu tabiata ve kendine dönüktür. Yüce tabiat öğeleri karşısında bir irkilme yoktur. Henüz 1924 de ömrünün ve şiirinin başında Serseri şiirinde kendini tüketmiş , çok büyük bir tecrübeden geçmiş , pili bitmiş , ümitsiz bir şekilde konuşur.

Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı

Aradım bir ömür arkadaşımı

Ölsem dikecek yok mezar taşımı

Halime ben bile hayret ederim (59)

           O dönemde yüceyi Yunus  Emre’nin yakasını tutmakla bulmuştur, ama işte  o kadar. Abdülhakim Arvasi onu birden bire yerden alır semavata, bulutlara, arşa ,çıkarır. Tam otuz yıl saatinin çalışmasına özenen bir ruh tembelliğine  hayıflanır. Şeyhin çıkardığı irtifadan birden bire onu yere atması , Cennet’ten kovulmuş  Adem babamızın tedirginliğine , düşe kalka haline getirir. Ama o artık yüce ile yüzyüzedir,  şimdi onu lokalize etmek, onda kendine yol bulmak ister. Hoş ve güzelden oluşan dünyasının bütün rükünleri  yıkılmış yücenin kapısı kendisine açılmış orada mavera dedeyi , ötelerin pirini görmüştür. Şair varlığın soğuk dünyasının duvarından öteyi görmüştür. Tıpkı Nesimi , Halac’ın maverayı görünce akılları ters yüz olması gibi.Hoş ve güzelin dünyası yıkılmış, şairin göğü devrilmiştir.  Dünyası bir bardak su gibi çalkanmıştır, zaten hoş da o kadar küçük bir mutluluktur, bir gülü seyredip etkilenmek gibi. Çile’nin her dörtlüğünde yıkılmak ve ayağı kalkmak gibi zıt iç ve dış gözlemler vardır. Sanatını cüce  görür başını semaya kaldırır,  Rabbanî kozmik dünyanın büyük harflerini ve insanın neci olduğunu , nereden geldiğini  ve nereye gideceğini düşünmeye başlar. Aynı şeyi cemiyet için de düşünür.

            Yüksekliği ile korku veren yücenin dünyasına düşer, ensesine tokat yemiştir, biri ona semadan bağırmış ve onu uyarmıştır, adeta ne gezersin sıradan dünyada, başını kaldır, göklere çıkan merdiveni ara. Dünyayı değil dünyada insanın macerasını anlamaya çabala. Burke” yüceyi ruhun duyabileceği en yüksek heyecan diye” tarif eder. Kaldırımlar ile Çile  hoş  ve ürkütücü ile yücenin tezadıdır, bütün büyük dehalar tezattan doğmuştur, Necip Fazıl da bu iki şiirin arasından  doğmuştur. Bir yanı kaldırımlar , bir yanı sema. Kaldırımlardan semaya onu Arvasi hazretleri kaldırmıştır.

           Yüce her zaman bizi aşan şeydir, bizim için erişilmez ve çok yüksekte olan şeydir. Bir çiçek hoştur veya güzeldir, ama gökyüzü yücedir, Allah Yüce’dir. Dede Korkut , Allah’ı “yücelerden yücesin  kimse bilmez nicesin “ diye ifade eder. Necip Fazıl, gökyüzüne  çocuklar gibi bakmaktan, onu seyretmeye yükselince yüceyi keşfetmiştir. Yüce tabiatın sayısız nesneleri , olayları arasındaki hayati bağları tesis eden güçtür.  Yüce karşında ürperdiğimiz, hayret ettiğimiz şeydir. Güzeller birlikte yüceyi oluşturur, koyunun memesinden süt emen kuzu  hoş ve güzel , ama bütün hayvanların analarının şefkatinden istifadesi yücedir. Yücenin geometrik ve matamatiksel nisbetleri metrik değildir , ama güzelin metriktir. Ölçülebilir matematiksel düzey güzel , ölçülemeyen ise yücedir, azimdir, muazzamdır.  Yüce sonsuza açılan kapılara sahiptir, elimizi gökyüzüne açarız , ordan Allah’a gider dualarımız. Yüce hayali zorlar, şaşırtır. İbadetler yücedir, varlığın büyüklüğü ve onu inşa edenin büyüklüğü karşısında saygı başını yere koymaktır. Pagan dönemlerde piramitlerin önünde insanlar eserin azametine secde edermiş, din esere değil müessire secdeyi emreder. Sanat ise esere  ilgi gösterir. Din yücenin   karşısında  bir ritüel meydana getirmiştir, ona ibadet demiştir.Çile şiiri tamamen yüce tasarımlardır, varlığın ölçülebilir dünyasından yüceye büyük pencereler açar  Çile şiiri.Şair dibi yok göklerden ürkmüştür bu yücedir. Mesafelerden çekmiştir, mesafe ötesi yücedir. Varlığın maverasını açan  yücedir. Eski hali eski esvaplarından kaçar , artık o yücenin iklimindedir. Göğe bakmanın ötesinde  yedinci katın esrarını ister, bu yücedir.  Varlığın nesneleri arasındaki nisbetler yücedir.

Atomlarda cümbüş, donanma şenlik

Ve çevre  çevre nur çevre çevre nur

İçiçe mimari iç içe benlik

Bildim seni ey Rab bilinmez meşhur

          Devam eder,

          Suda ezel fikri,ebed duygusu

           Yücedir. Şairlik cücelerin şarimimiz yüceye , büyük sanatkarlığa yönelmiştir, bu yücedir. Gökte saman yolu benim olmalı derken,  ruhunun yüce coğrafyası kendini ifşa etmiştir.

          Biricik meselem sonsuza varmak

          Yücedir.

          Dipsizlik gölünde inciler benim, de dipsizlik geometrisi ihata edilmediği için yücedir.

          “Bir zerreciğim ki arşa gebeyim “, mısraı onun yücede kaybolduğunu anlatır.”Zamanın raksı ne bir yuvarlakta “ içinden çıkılmaz yüce, zamanın yüce ikliminde dolaşır şair

           Yahya Kemal, yücenin şairidir, o İstanbul’un büyük tepelerine, denize, tabiatın denetlenmez büyüklüklerine müpteladır, ruhunun bu irtifalarda nefes aldığını söyler. Ama Yahya Kemal yüce fiiller ve mekanlarla Tanrısal bir ileşitim kurmaz, onda öznesiz durur yüce, özne şairin ruhudur. Ama Necip Fazıl’ın yüce tasarımlarında Tanrısallık vardır , estetik bir haz olmanın ötesinde uluhiyetin  teneffüsüdür.Yahya Kemal yüce şeyler seyretti ve hissetti, ama Necip Fazıl hem hissetti, hem hissetmesini öğretti, hem yüceleştiren ritüelleri yücelti, onlarla yüceleşilebileceğini anlattı, insan durduğu yerde yücelmez, yüce bir şeye yönelince yücelir. O cücelere  sahte yücelikler kazandırılmasından, kavram ve kurumların saatleri ayarlama enstitüsü gibi şişirilmesinden yüzünü çevirip , gerçek yüceye yöneldi.

           Sanat ve estetiğin şaşkınlık dediği, Necip Fazıl’ın ve geleneksel sanat telakkimizin  hayret dediği kelimeye karşı  özel bir hazzı vardır. Sanatın hayreti insanı aşmaz, insanda kalır, şairimizin hayreti varlığı tasarlayan adınadır. Hayretin adını vermeden, ama hayret anlamında çok imajları vardır şairin. Bizzat hayreti anlatan mısraları da.

          Şeyh- i Ekber diyor ki en büyük makam hayret

           İki bir , iki eder demek bile cesaret (288)

           Kuyruğunun  etrafında dönen kedi hayrette

           Alim ki  hayreti yok, ne boş yere  gayrette (287)

            Dinin ve sanatın kaynağı hayret kelimesidir, hayret eden bu büyüklük sana yakışır der, idrak tartamaz baş yere düşer, sanat hayret eder,kendine bir büyük esef eder. Aslında sanat ve din aynı şeyleri hissederler, biri beğeni der öbürü tahsin, din muhsin der, her şeyi güzel karşılayan demektir. Camideki  kainattaki azametin karşısında eğilir, beşeri sanat kendi sanatı karşısında beğenisini ifade eder, ikisinin hareket noktası da azamettir. Hisseden  insani  alet aynı , hissediş farklı.

           Necip Fazıl’ın şiiri hazzeden bir estetik değil, seyreden bir estetik değil, fikreden bir estetiktir, o mutlakta tefekkürün şairidir. Mutlakı bir büyük harita gibi , birçok  şubeleri ile görür, haritanın bütün parçalarını , özellikle toplumsallık kazanırken hasara uğramış mutlakın cüzlerini tamir eder, ideal olanla kıyaslar. İşi gücü fikirdir, fikretmektir.

Bir fikir ki sıcak yarada kezzap

Bir fikir ki beyin zarında süluk

Her fikir içimde bir çift kelepçe

Gördüm ki ateşte cınbızda yokmuş

Fikir çilesinden büyük işkence (15)

           Tanzimatla fikir siyaset elbisesini giydi, Servet-i Fünun da fikir Frenk nitelikli idi, Meşrutiyet geleceğin siyasi mimarisi için acemi fikirler sundu,Cumhuriyet  tek renkli elbiseler dağıttı, kapasite ve kabiliyet ne olursa olsun tek tip elbiseler içinde aptallar mutlu, zeki ve dehalar huzursuzdu.Necip Fazıl yeni bir fikir getirdi, gökyüzüne bakma fikri ,tabii Turgut Uyar gibi değil, gökyüzünden  bakma fikri, kendine bakma fikri, Allah’a göre bakma, Güzeller Güzeline göre bakma o bizim asırlardır ihmal ettiğimiz bir fikir dünyası sundu insanımıza, zehirli fikirlerin kalpleri yıktığı bir dönemde  o bir eczahane gibi çalıştı. Şiirinde umumi kalbin nasıl  yıkıldığını anlatır, insanların hissizliklerini seyreder. “yanmazda yürekler ateşe atsan , bir kibrit bir orman yakar başıboş”der.

 

           “İnsani toplum, biz onu belli bir soyut ve felsefi ışık altında seyrettiğimizde , düzenli ve harmonik  hareketleri  binlerce  hoş etki üreten büyük koskoca bir makine gibi görünür. İnsani sanatın üretimi olan  başka herhangi bir güzel  ve soylu makinede olduğu gibi , insanı toplumun  hareketlerini  daha yumuşatıp kolaylaştırmaya yönelik her şey, bu etkiden  bir güzellik çıkarır ve tersine  bu hareketleri  engellemeye yönelik her şey, bu açıdan hoşlanmama duygusu uyandırır, buna karşılık bu çarkların bir birine sürtünüp gıcırtılar çıkarmasına  ve bozulmasına yol açan kirli pasa benzeyen erdemsizlik de zorunlulukla tiksinti verir. “(Teryy Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, s 58) Necip Fazıl’ın bütün şiirindeki genel güzellik talebi idealini yansıtır bu cümleler.

           Sağlam bir politik rejim, tebaasının uyumlu hareket ettiği rejimdir.Orada yasalar fertleri dışlamaz, onlara rağmen değil , onların içinde olduğudur. Özgür kimliklerini kazanmış, ilkeli insanlar topluluğudur. Necip Fazıl hınçla yönetim yapısını eleştirirken bunun  peşindedir. İronilerinde bu  açıkca görülür.Onun gördüğü “gecekondu yapısı bir üfürüklük eserdir”(412)Halimiz şiiri çirkini ne kadar derinlikli anlatır.Büyük bir güzellik talebidir.”Ve bir mecnun idare, tam da hastanelik, öyle davranışlar ki destanlık ,efsanelik”(392) Büyük çirkinliklerden biri particiliktir.

Hepsinden baskını şu ; Particilik gayreti

Kahramanları sahte, dünyaları iğreti/393

           Politik düzenin güzelliği bedende ve ruhta yaşattığı güzel izlenimlerdir. Yönetimin güzelliği  insanlarda meydana getirdiği güzel duygulardır.

 

           Necip Fazıl  nesne ve olaylar arasındaki ilişkileri anlatmada İslam felsefesini esas alır. Şiirlere dağınık mısralar ve özel bahisler halinde bu felsefi yorum düzeni kendini belli eder.Şairin okuyucularına bir bütünlükçü  evren yorumu vermek istediği, ama bunu yer yer bahsin akışı  içinde  hakim bahisler halinde değil, dağınık mısralar halinde yaptığına  şahit oluruz. Necip Fazıl bunları anlatırken bir din adamı  gibi değil bir sanat adamı gibi konuşur, din-sanat , fikir-metin  dengesini kurmuştur. Tolstoy’un edebi metinlere o kadar hristiyanlık ile dolu hale gelir ki Turganyev ona  “ ne olur edebiyata dön” der. Necip Fazıl sanatın çok renkli bakış açılarını kullanır, dinin net , siyah beyaz bakış açılarını değil. Ama ömrünün son yıllarında artık sanat-fikir dengesi fikir ve din ağırlıklı bir hale gelir. Bunun nedeni şairin artık şairlik payesini kazanmış olmasında yatar, yerini edindikten sonra ne olursa olsun değerlendirmelerde sapmalar olmaz.

           Necip Fazıl hoş, güzel ve yüceden mutlaka doğru giden, mutlaktan ve mükemmelden uzak bir toplum ve fikir dünyasının varlığından huzursuz olur, daima  daha iyinin peşinde bir tutum sergiler.

           Şiir bir gözün nesneler, olaylar ve kurgulara karşı duruşudur.Şairin eşya, nesne, olay ve kurgularla ilişkiler kuramı her şairde olduğu gibi farklılık arzeder. Abdülhak  Hamit’de nesneler, tabiat öğeleri  evren denen büyük fabrikanın çarkları gibidirler. Birlikte hayata hizmet ederler, her birinin bir fonksiyonu vardır. Aslında bu kitaplı dinlerin eşya ve nesne ilişkileridir. Kitaplı dinlere göre her nesne evren denilen bu büyük kozmik fabrikanın bir görevlisidir. Tanpınar’ın deyişi ile “her şey yerli yerinde”dir. Kainat bir sergi , bir seyrangah, bir temaşagah, bir ziyafetgah,  bir mütalaagah, ve bir ordugahtır. Çok yönlü ve çok fonksiyonlu  bir şekilde eşyalar yerlerini bir amirane ses sayesinde almışlardır. Varlıklar adeta insana göre yerlerine   konulmuşlardır. İnsanların istifadesine göre geometrik ve matematik nisbetleri ayarlanmıştır. Yunus’un “ her nereye baksam dopdolusun , seni nere koyam benden içeri “sözü bunun kalb gözüyle görülmesidir.

           Onun şiirinde hilkatin nesneleri ile insan yapımı nesneler farklı hedeflere araçlık yaparlar. Oda, ayna , çan,kaldırımlar,otel,istasyon,sokak,tabut, mangal,tavan,bacalar, merdiven,bahçe, kervan, cansız at,perde, saat, zaferarabası,akça,aş,lügat,apartman,zarf,fatura,hane,kamış,oyuncak,ahşap ev,mercek bütün bu nesnelerin onun şiirindeki yerleri ayrı bir makale olur, ama Necip Fazıl alışılagelmiş anlamları tekrarlamaz, dehalar her şeye yeniden bakar, mucitler yeni şeyler keşfeder, dehalar alıştığımız nesneleri yeniden icad ederler. Necip Fazıl da bunlardandır. İkinci bir anlamda sıradan  nesnelere  Necip Fazıl apocaliptik imaj niteliği kazandırır. Bunlara örnek çoktur, Merdiven kelimesi farklı bir anlama araç olur.

Diyorlar bana : Kalsın şiir de söz de yerde

Sen araştır, göklere çıkan merdiven nerde? (33)

           Akşam,örümcek ağı, mevsimler,gece yarısı,dalgalar,at,azgın deniz, gözler,gece, susan deniz,dağlar,yağmur, ölüler,yollar ve gökler,dipsiz kuyu,karınca, zaman,cinler, feza,maymun, kadın,ateş, başım,petek, Necip Fazıl bu Tanrısal nesnelere  de yine değişik anlamlar verir, alışılmış anlamları tekrar etmez. 

           Şairimizin şairane gözüyle renklerdirdiği olaylar daha da çok ve zengindir. Özetle  Necip Fazıl’ın eşya, olay  ve nesnelere bakış açısı onun orijinal ve dehasal hayalinin değiştirdiği nesnelerdir. Haşim

          Seyreyledim eşkal-ı hayatı ben havz-ı hayalin sularında

          Bir aks-i mülevvendir anın çün arzın bana ahcar ü nebatı

           Derken manaları kendi içinde başkalaştırır,  Necip Fazıl ise temel iddiası, ve Tanrısal yorumuna göre eşya, nesne ve olayları değiştirir ama, manalarını Haşim gibi karanlıkta renkli görmez. Şiiri yeni bir nesne , olay ve eşya yorumudur denebilir. Bu başlı başına bir araştırmadır. Hamid’e  Tanpınar” daim dönülecek bir maden olarak” bakar, Necip Fazıl da öyledir. Uzaktan bakınca okyanus da, dere de bir su birikintisidir.

           Necip  Fazıl’ ın  manasını genişlettiği, karnının büyüttüğü en önemli nesne kaldırımdır. Şairin hayatımızın önemli öğesi olan kaldırımlara bakış açısında bahis o kadar perspektif değişimine uğrar ki kaldırım kelimesi bizim kulandığımızın kelimeden  çok farklı bir yapı kazanır. Bu  konu  sayın Hocam  Orhan Okay’ın bu bahisteki yorumlarını naklediyorum. “Necip Fazıl kaldırımlar kitabını 1928 ‘de neşreder ki asıl şöhretini bu kitapla yapar:Kaldırımlar şairi. Gerçekten de  Kaldırımlar şiiri  Necip Fazıl şiirinin karakteristiğini meydana getirir. Vezin , kafiye  ve şekil gibi  şiirin dış yapısını  teşkil eden mimarisiyle müziği  ve ses tonunu zorlayan ifadesiyle  , nihayet korku, cinnet, sonsuzluk, ölüm, esrarlılık , bilinmezlik gibi  temalarıyla  bu şiir, Necip Fazıl’ın olduğu kadar edebiyatımızın da  en güzel eserlerinden biridir. Sekiz kıtalık bir şiirin daha ilk  kıtasında şair bizi atmosfer içine sokar

 Sokaktayım kimsesiz bir sokak ortasında

Yürüyorum arkama bakmadanyürüyorum

Yolumun karanlığa saplanan  noktasında

Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum

           Kaldırımlar şiirinde  bahis konusu olan  bir sokağın kaldırımlarının  tasviri değildir.

İn cin uykuda  yalnız iki kişi uyanık

Biri benim biri de uyuyan kaldırımlar

Kaldırımlar ıztırap çekenlerin annesi

Kaldırımlar , içimde yaşamış bir insandır

Kaldırımlar duyulur ses kresilince sesi

Kaldırımlar içimde kıvrılan bir lisandır

           Onlar insan gibidir. Yalnız adamın arkadaşı  annesidir.  Yaşayan bir insan, işitilen bir sestir. Necip Fazıl’ın eşyaya  maddi varlıklara bu bakış tarzı çok dikkate şayandır.Biraz sonra diğer örneklerinde de  görüleceği gibi onda maddi varlıklar, dış görünüşleriyle  idrak ettiğimiz gibi  değildir. Bu düşünce tarzı  Fransız filozofu  Bergson’a götürür. Necip Fazıl , Darülfünun ‘da felsefe talebesi idi. Paris’e gittiği zaman Bergson sağdı ve şöhretli yıllarını yaşıyordu. Necip Fazıl yurda dönüşünde de felsefeye ilgisini kesmedi. Bergson’u ve Freud’u  Türkiye’ye tanıtan Mustafa Şekip, Necip Fazıl’ın en yakın dostlarındandı. Bu sebeple onun Bergson’a  ve sezgi felsefesine  ilgisiz kalmış olabileceğini zannetmiyorum.

           Bergson sezgiyi  şöyle tarif ediyor. Sezgi: Bizi varlığın içine  sürükleyen zihni sempatidir. “ Böylece içimizdeki şuurla dışımızdaki  eşya aynileşmiş olur. Sezgi şuurla  eşya arasındaki farkı ortadan kaldırır. Aslında sembolizm de  sezginin doğurduğu  bir sanat görüşüdür. Berson’a göre  şuurla eşyanın  birleşmesinde eşyanın hususiyeti kaybolmaz. Benliğimiz bir an için eşyanın karakterine sığınarak onu olduğu gibi  tanır. Böylece Bergson’un düşüncesi bir çeşit  mistisizme  varmaktadır. Sanatkar ruhu ile eşya arasında  bir birlik, bir vahdet meydana getirmektedir.(Himmet Uç,Türk Edebiyatında Deneme  Deneme,s 278)

           Necip Fazıl, Büyük Doğu Marşı’nda milletine bağlılığını ifade eder, Sakarya şiirinde Anadolu’daki dini-milli – tarihi maceramızı anlatır. Sonsuzluk Kervanı şiirinde dini hayranlıklarının odaklandığı şahısları yüceldir. Şeyhi Bitlis’lidir, Arvasilerin nebevi hanedadındandır. Seyyid Taha’nın , Yunus’un, Muhittin-i Arabi’nın, Mansur’ın  hayranlarındandır, o da Şark’ın mana kokan iklimindedir. Anadolu tarihinde  doğu kalp ve mananın, batı akıl ve  mantığın  imtizacıdır. Bu ülkenin tarihi-dini heyecanlarını eserlerinde ve kafasında sentezlemiştir. O Türkiye coğrafyasının , kültür ve din tarihinin ,ırklar mozayiğinin devamıdır. Millet sevgisi yaşadığı toprakların mantığına,  dinine uygundur, hiç kimse bir  millete mensup olduğu için mutlu değildir. Onun değer felsefesi maneviyat üzerine kurulmuş bir milliyet anlayışıdır.

Prof. Dr. Himmet Uç