Nefisperestliğe Sevk Eden Sebepler ve Çareleri

Peygamberimiz (sav) insanın en büyük düşmanının “nefis” olduğunu ifade ederek, “Allah’ım sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimin eline bırakma!” diye de dua etmiştir. Hz. Yusuf (as) Züleyha ile imtihanını, Allah’ın rahmeti ve delili görerek kendi lehine çevirdikten sonra, “muhakkak ki, nefis kötülükleri emredicidir” demiştir. Bu ve benzeri nasların teşvikiyle müminler her zaman, “Ya Rabbi sen bizi nefs-i emmarenin şerrinden koru” diye dua etmeyi önemli bir gaye haline getirmişlerdir. Yine Hz. Muhammed (sav) bir savaştan sonra,”Biz küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuştur. Bütün bu ve benzeri ifadeler, nefsin insanı kötülüklere teşvik eden özelliğine işaret ediyor. Bu haliyle nefs-i emmare, şeytanın arkadaşı olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamlar gözönüne alındığında, “nefisperestlik”, kötülükleri isteyen nefsin arzularına boyun eğmeyi ifade etmektedir. 

Nefisperestlik, bir anlamda insanın “dünyaperest” olması manasına da gelmektedir. Bu ise, insanın -Said Nursi’nin ifadesiyle- geçici ve elemlerle dolu ve “kömür” değerinde olan dünyayı, daimi ve “elmas” kıymetinde olan ahirete tercih etmesi demektir. Ki, bu tercih Kastamonu Lahikası’nda, ahirzamanın en önemli özelliği olarak ifade edilmektedir. 

Biz bu çalışmamızda insanın niçin nefisperest olduğu sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. Acaba insan neden nefisperest olmakta ve dünyayı ahirete tercih etmektedir? Nefisperestliği büyük manevi hastalıklardan birisi olarak kabul edersek, bunun tedavisi nasıl olabilir? 

Nefisperestliğin sebeplerinden birisi şudur; insan nefsinin az, elemli, geçici bir lezzeti, daimi ve elemsiz bir lezzete -sadece birincisini “peşin” gördüğü için- tercih etme özelliği vardır. İnsanoğlu nefsin bu aldatmacasını, bir üzüm yiyip on takat yedikten sonra bile farkedemeyecek kadar gaflet içerisindedir. Çünkü peşin ücret için alınan anlık bedensel haz ve lezzetler, aslında “zehirli bir bal” olduğu için, insanın istikametli düşünmesini engellemektedir. Özellikle ruh, akıl, kalp ve sırrın dairesine hiç girmeyen ve her zaman sadece bedenin dairesi içinde kalan, insan olduğu halde insani özellikleri kullanmayan kişilerin, bu anlık, elemli lezzetleri bırakıp ebedi lezzetler olan kalp, akıl ve ruhun dairesine girmeleri ancak, “tefekkür ve zikirle” mümkün olmaktadır. Kur’an birçok ayetinde insanı tefekküre ve zikre teşvik etmektedir. Kur’an’ın teşvik ettiği tefekkür ve zikirle insan kendini ve kainatı tanıyacak, Rabbini bulacak ve bununla ebedi lezzetlerin menşeine ulaşacaktır. Emirdağ Lahikası’nda dikkat çekildiği gibi, insanın nazarını sadece dünyaya hasretmesi ona manevi bir sarhoşluk vermekte, kalp, ruh ve aklın daimi lezzetlerine olan ihtiyacı unutturmakta, insan da bunların yerine nefsin teşvik ettiği bedensel, fani ve elemli hazların peşine düşmektedir. 

Nefisperestliğin sebeplerinden ikincisi; bu asırda insanların dünya sadece hayatını medeniyet fantaziyeleriyle geçirme düşüncesine aldanmalarıdır. Bu uğurda insan din ve namus gibi mukaddes değerlerini bile rüşvet olarak verebilmektedir. Bu anlayışa göre insan için hayatını güzelce yaşamak, gününü gün etmek uğruna her şey mübahtır. İnsanı bu şekilde düşünmeye ve yaşamaya sevk eden unsurların başında çevre faktörü gelmektedir. Yani birlikte olduğu arkadaşları, medya, sinema… Kur’an bazı insanların Allah’a, “Ya Rabbi, bize sadece bu dünyada iyilik ver!” diye dua ettiklerini, bu gibi insanların ahiretten bir nasiplerinin olmadığını beyan etmektedir. Bu, nefisperestliğin bir sonucudur. Hayatı, sadece bu geçici dünya hayatından ibaret zannedenler bu şekilde dua ve temennide bulunurlar. Böyle insanlara çevre faktörü de yardımcı olur. Bu tür insanlar, Allah’ın kendilerine yanlış yoldan dönmek için “mühlet vermek” maksadıyla ömür bahşettiğinin farkına da varamazlar. Buna karşılık bazı kimseler ise, “Rabbimiz bize hem bu dünyada iyilik ver, hem de ahirette iyilik ver!” diye dua ederler. Bunların hem bu dünyada “helal dairesinde” nasipleri vardır, hem de ahirette. Hayvanlar bu dünya için yaşarlar. Ama insan her iki dünya için yaşar. Bu dünya ahiretin bir tarlasıdır. Bu yüzden nefsin ve şeytanın bu dünyayı süslü, güzel ve cazibeli göstermesine aldanmamalıdır. Sadece dünya için çalışmak bizi ahiret mutluluğundan mahrum edeceği gibi, dünyada da tam ve elemsiz bir lezzet almamızı engeller. 

Nefisperestliği teşvik eden faktörlerden üçüncüsü; insanın asıl gayesinin “teşebbüh-ü bilvacib” olduğunu söyleyen dinsiz felsefi anlayışın yaygınlaşmasıdır. Otuzuncu Söz’de, “ene” bahsinde konu çok dakik bir şekilde ele alınmaktadır. Buna göre felsefe, “teşebbüh-ü bilvacib, insaniyetin gayet-i kemalidir” prensibiyle insanları Allah’a benzemeye teşvik etmektedir. Bu teşvik, Kur’an’ın ve Peygamberimizin emirlerine uymak olarak ifade edebileceğimiz, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı” değil, O’nun Zatına benzemeyi ifade etmektedir. Bu batıl görüş gönümüzde, “insan potansiyel tanrıdır” fikrinin doğmasına sebep olmuştur. Kur’an’da “nefsini ilah edinen insan” nitelendirmesine bu temelsiz düşüncenin peşini takip edenler düşmektedir. Hatta bu, günümüzde Batı kaynaklı “kişisel gelişim” kitaplarındaki bazı fikirlere de kaynaklık etmektedir. Bu tür kitapların bazılarında insanda “sınırsız güç” olduğundan bahsedilebilmekte, çok dindar kabul ettiğimiz bazı kimseler de buradaki tuzağın farkına varmayarak ehl-i iman arasında bu insanı şirke götüren fikri yayma yanlışlığına düşmektedir. İnsan böyle bir düşünceye inandırılmak istenmektedir. Bu fikir, “teşebbüh-ü bilvacib” ya da, “insanın potansiyel tanrı olduğunu” iddia eden fikirlerin uzantısı görünümündedir.

 Halbuki böyle bir akıl yürütme tarzı, insanın ibadet etmesini netice veren onun “sınırsız acizliği, fakirliği ve noksaniyeti ile” tezat oluşturmaktadır. İnsan sınırsız güç sahibi değil, sınırsız acz ve fakr sahibidir. Bunun farkına varan bir insan gücü sınırsız olan Allah’a, zenginliği sonsuz olan Yaratıcıya sığınma, ona kulluk etme ihtiyacı duyar. Bununla da -Yirmi Altıncı Söz’ün sonundaki Zeyl’de ifade edildiği gibi- “mahbubiyet” makamına, yani Allah’ın emirlerini yaptığından O’nun tarafından “sevilme” makamına erişmiş olur. Kendinde sınırsız güç vehmeden insan ise, nefisperest olarak, Allah tarafından sevilen değil, nefret edilen biri muamelesi görüp, uçuruma yuvarlanacaktır.

 Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşince Dal’ında izah edildiği gibi, insan kendi nefsini kendine “mabud ve mahbub” yapar. Yani nefisperestlik yaparak, kendi nefsine tapar ve nefsini Allah’tan daha fazla sever. Nursi’nin ifadesiyle kendi nefsine “Rububiyet” verir. Halbuki, insan nefsi bir Rab olarak kabul edilemez, mabud ve mahbub olamaz. Çünkü sevginin sebeplerinden hiçbirisine insan nefsi, insanın kendisi sahip değildir. Nursi’ye göre sevginin sebepleri, kemal, menfaat, lezzet, güzellik, hayır gibi şeylerdir. Acaba insan bunlara sahip midir? Hayır. İnsanın sahip olduğu şeyler, kusur, naks, fark ve aczdir. Karanlık ne kadar koyu olursa, ışık o kadar parlak olur. İnsan da kendisindeki acz, fakr, kusur ve naksı ne kadar çok hissederse, zıtlık itibariyle Celal sahibi Allah’ın sonsuz Kemal, Cemal, Kudret ve Rahmetini fark eder, anlar, derk eder. Buna göre nefisperest insan kendisini zıtlık kuralıyla Allah’ın kemal sıfatlarını gösteren, yüksek bir makam olan “ayinedarlık” makamından, “Rab” makamına çıkarmış olmaktadır. Böylece Kur’an’da büyük bir zulüm olarak ifade edilen “şirk”in içine düşmektedir. Buna göre insan nefsini bir ilah derecesine çıkarmış olmaktadır. Halbuki, mabud ve mahbub edinilen, nefis gibi put haline getirilen bütün nesneler, insan nefsi açısından mabudiyetten uzaklık noktasında farklı değildir. Cahiliye döneminde tapılan putlar cansızdı, nefisperest insanın taptığı nefis putu ise canlı bir put olma özelliğini taşımaktadır.

Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşince Dal’ının Birinci Meyvesi’ndeki izahlar, nefisperestliğin tedavi yolunu da göstermektedir. Buna göre, insan nefsi, kusur, naks, fakr ve aczden yoğrulmuştur. Bu yüzden sevginin sebepleri olan kemal, menfaat, lezzet ve hayır gibi şeylere gerçek anlamda sahip değildir. İnsan kendini bunlara sahip zannetmektedir. Öyleyle insanın kendi nefsini, nefisperestlik ederek mabuda layık bir şekilde sevmesi ve onun emrine girmesi doğru değildir. Bunun sonucunda insan nefsini sevmemeli, ona düşman olmalıdır. Çünkü nefs-i emmare, insanı kötülüklere sürüklediği, kötülükler de insanı cehenneme götürmeye sebep olduğu için insanın düşmanıdır. Bu haliyle böyle bir düşmana sevgi beslemek, ona dostluk elini uzatmak, insanın bilerek kendini bir uçurumdan atmasından daha feci bir durumdur.

Peki ne yapmalıdır? Nefse acımalıdır ve mutmainne olduktan sonra ona şefkat etmelidir. Yüce Allah, nefs-i mutmainneye hitap etmekte ve “Ey nefs-i mutmainne! Rabbine razı olan ve olunan olarak dön, kullarımın arasına gir, cennetime gir.” demektedir. Buna göre nefs-i emmareden kurtulmaya çalışmak gerekir. İnsan gerçekten kendini seviyorsa, kendine şefkatliyse, kendini cehenneme sürükleyecek, dünya ve ahiret mutluluğundan uzaklaştıracak nefs-i emmareden kurtulmaya çalışır, daima mücahede içinde olur, “büyük cihadın” bilinci içinde olur. Levvameden, mutmainne mertebesine çıktıktan sonra da ona şefkat eder. Yani onu tekrar kötülükleri isteyen bir konuma, “emmare” konumuna düşmekten korumaya çalışır. İşte bu korumaya çalışmanın adı, Risale-i Nur’da “mutmainne olan nefse şefkat etmek”tir.

Çünkü şefkat etmek burada, insanın kendini tehlikelere düşmekten korumasıdır. En büyük tehlike de insanın nefs-i emmarenin isteklerine uyarak kötülüklere bulaşmasıdır. Bu yüzden Said Nursi, çok önemli bir noktayı “tecdid” anlayışı ile ortaya koymakta; nefse muhabbet beslemek ile mutmainne olduktan sonra ona şefkatli davranmayı birbirinden ayırmaktadır. Nefs-i emmareye sevgi, onu ilahlaştırır. Mutmainne olmuş nefse şefkat ise onu şirkten, imansızlıktan, günahlara girmekten korur. İşte bu da Risale-i Nur’da şefkatin kaynağı olarak takdim edilen Rahim isminin bir tecellisi, yansıması olarak değerlendirilebilir.

Dr. A. Said Yargıcı

(Köprü Dergisi, Yaz 2004 Sayısı, “Popüler Esaret: Nefisperestlik “)