Nikolay ve İncil

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 2. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

NİKOLAY İÇİN hapiste sıkıntılı günler devam ediyordu. Bir gün eline İncil geçti. İncil’i baştan sona birkaç kez okudu ve biraz teselli buldu. Fakat uğradığı ihanet sürekli zihnini meşgul ediyor, her hatırladığında adeta beyni zonkluyor ve kalbi daralıyordu. Yine böyle çok sıkıştığı ve hayatla ölüm arasında gidip geldiği bir gece, çareyi Allah’a dua etmekte buldu. Öyle içten ve gözyaşları dökerek yalvardı ki, uzun süre başını yerden kaldıramadı. Hatta bir ara kendinden geçmişti.

Ertesi sabah, her zamanki gibi koğuşları dolaşan gardiyanlardan biri kendisine bir kitap uzattı:

– Bu dinî bir kitapmış, dışarıdan verdiler. Ben okumayı sevmem. İstersen al oku, istersen at bir kenara!

Nikolay heyecanla kitaba uzandı. Bu, Kur’an-ı Kerim’in Rusça tercümesiydi!

O güne kadar eline ilk defa bir Kur’an geçmişti. “İncil’den sonra Kur’an, ne tesadüf!” dedi içinden… “Demek İlahî kitaplarla tanışmak için hapse girmek gerekiyormuş.

Ağlayarak Allah’a yalvardığı gecenin sabahında Kur’an’ın eline geçmesi tesadüf değildi. Hemen bir kenara çekilip okumaya başladı. Rastgele açtığında gözüne ilk çarpan âyet, aslında Kur’an’da en çok tekrarlanan âyetlerden biriydi:

Zalimler için pek acı bir azap vardır. İman edip güzel işler yapanlar ise, altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirilirler. Orada Rablerinin izniyle ebedî olarak kalacaklardır. Orada birbirlerine dilekleri ve meleklerin onlara iltifatı da hep selamdır.” (İbrahim Suresi, 22-23)

Bu âyet-i kerime Nikolay’ı adeta can evinden vurmuştu. İçinden ‘Tamam işte! Benim aradığım Allah böyle olmalı!” dedi.

Nikolay da hapse düşünceye kadar başkalarına haksızlık ve zulüm yapmıştı. Bununla beraber ihanete uğramış, kendisi de bir haksızlık görmüştü. Tüm bu haksızlıkların, büyük günah ve zulümlerin kolayca affedilmesini vicdanı ve mantığı bir türlü kabul etmiyordu. Basit bir günah çıkarma işlemi ile bu büyük haksızlıklardan kurtulmanın adaletli olmadığını düşünüyordu. İşte tam bu duygular içindeyken okuduğu âyet imdadına yetişmişti. Nikolay:

– Adalet işte böyle gerçekleşir! Yoksa Hıristiyanlık’taki günah çıkarma işi, zalime mükâfat, zulme uğrayanlara ceza ve haksızlık, diye düşündü.

Evet, demek ki Kur’an herkese, içinde bulunduğu ruh haline ve ihtiyacına göre bir cevap veriyordu.

Nikolay’ın Kur’an’la olan bu ilk buluşması böyle tamamlanmadı. İlk âyetten sonra Kur’an’ı kapattı ve bir yer daha açtı. Sayfada gözüne ilişen ilk âyet şöyleydi: “Allah, gökleri ve yeri ve her ikisi arasında bulunan bütün varlıkları yaratan, idare eden sonsuz kudret sahibidir.” Nikolay bu ayetle ikinci bir şok daha yaşadı. Yıllarca aradığını bir cümleyle bulmanın heyecanını yaşıyordu.

İçinden, “Evet, inandığım Allah’ın her şeye gücü yetmesi, bütün âleme hükmü geçmesi gerekir” dedi.

Nikolay îvanoviç, okuduğu iki âyetle Kur’an’ın ne kadar makul ve insan yaratılışına hitap eden bir kitap olduğunu anlamıştı.

Bir zamanlar, dünyaya hükmettiğini düşünen Nikolay, şimdi dört duvar arasında çaresizdi.

Allah’ı bütün kâinata gücü yeten olarak tanımak, ona büyük bir ferahlık veriyordu.

O dilerse kendisini bulunduğu durumdan da kurtarır” dedi içinden. Bu büyük buluşmanın ardından bütün benliği ile Kur’an’a sarıldı. Büyük bir merak ve iştiyakla Kur’an’ı okumaya başladı.

Dönerli Ders!

ABDÜLKERİM, koluna girip Resul’ü sakinleştirmeye çalışıyordu. Fakat nafile… Resul, Sofia’nın İslam’a ve Müslümanlar’a hakaret etmesinden sonra kayıt için okumamakta; Abdülkerim de bu işi takipte kararlıydı. Binanın dışına çıktıklarında Abdülkerim aniden durdu ve Resul’e döndü:

– Resul! Şu binaya bir bak! Burası neresi ve biz burada ne yapıyoruz?

Resul o kadar kızgındı ki, Abdülkerim’in söylediklerini duymak bile istemedi:

– Ne var yani, ne yapıyoruz? Bol bol hakaret yiyoruz!

– Kardeşim, düşünsene! Rusya’da, Hıristiyanlığın merkezindeyiz ve biz burada en yüksek binalardan birindeyiz.

– Tamam da, ne olmuş yani?

– Bizim elimizde Risaleler, onların elinde Risaleler…

– Eeee?

– Ne yapıyoruz, bir düşünsene?

– Ne yapıyoruz?

– Dönerli ders yapıyoruz, dönerli ders!

Bu son cümleyle Resul’ün zihninde şimşekler çaktı. Birden öfkesi dindi. Adeta hizmet için yeniden formatlanmıştı. Bu lider karakterli insan, yine düştüğü yerden onu kaldırmış, moralini düzelterek hedefine yöneltmişti.

– Tamam, Abdülkerim anladım, yarın sabah yine geliyoruz, dedi.

İkinci gün

Radyo binasından çıktıktan sonra Resul, Novgorod’da kaldığı dershaneye döndü. Yemekten sonra hemen kitabın başına oturdu. Çünkü Abdülkerim onun bozulan moralini tekrar onarmış, dağılan himmetini toparlamıştı.

Söylediği söz, kendisine müthiş bir motivasyon sağlamıştı. Gerçekten de hiç öyle düşünmemişti. Böyle bir yerde bu insanlarla Risale okumak ve dönerli ders yapmak ne demekti? Bundan sonra seslendireceği metinleri daha bir şevk ve gayretle okumaya çalıştı.

Alıştırmalara devam etti. Çünkü mesele, yanlış yapmanın da ötesindeydi. İslamiyet’e haksız eleştiriler yapılmasını engellemeliydi.

Ertesi gün Abdülkerim ile beraber sabah saat 9’da kayıt için stüdyodaydılar. Resul, bu sefer kendini daha bir güvende hissediyordu. Abdülkerim’in sözü kulaklarında çınlamaktaydı: “Dönerli ders yapıyoruz!

Herkes yerine yerleştikten sonra Resul okumaya başladı. Ne kadar hazırlansa da karşısında Rusya’nın en ünlü bir spikerlerinden birisi vardı. Ona beğendirmek kolay değildi. Yine peş peşe stop lambası yanıp söndü. Yine Sofıa Valentinovna’nın “Olmadı, olmuyor!” sözleri duyuldu. O günü de böyle geçirdiler.

Resul stüdyodan çıkar çıkmaz, Sofia’nın yüzünü görmemek için, kaçarcasına oradan uzaklaştı.

Cin Kole Değişiyor

NİKOLAY, bir müddet sonra kaldığı tek kişilik hücreden çıkarılmıştı. Koğuş ağaları büyük hayranlık duydukları bu ünlü mafya liderinin etrafına toplanddar.

Ona meşhur lakabı “Cin Kole” diyerek hitap ediyorlardı. Böyle yaşayan bir efsanenin aralarında bulunması onlar için bir gurur vesilesiydi. Ondan gelecek istekleri emir telakki ediyorlardı. Zira hapishanenin kuralı buydu.

Kim daha güçlü ve namlı ise, herkes ona boyun eğer ve ondan emir alırdı.

Nikolay, şahsına olan bu hayranlıktan eskiden olsa çok hoşlanırdı. Ama şimdi feleğin tokadını yediği ve dünyadan alabildiğine soğuyup küstüğü bir haldeyken bunlar kendisini pek ilgilendirmiyordu.

Kendisine hayranlık duyan ağalara hiç beklemedikleri bir teklifte bulundu.

– Gelin, bu kitabı birlikte okuyalım, dedi.

Sözlerini emir telakki eden koğuş ağaları hemen Nikolay’ın etrafında toplanıp halka oldular ve onu can kulağı ile dinlemeye başladılar. Dinledikçe ruhlarına Kur’an’dan manevî bir esinti geldiğini ve içlerindeki kötü duyguları arındırdığını hissettiler.

Okudukça Kur’an’da tarif edilen üç tip insandan (kâfir, münafık, mümin) Kur’an’ın övdüğü ve cennetle müjdelediği mümin insan olmayı arzulamaya başladılar; cehennemlik kâfir ve münafıklardan olmama isteği ve arayışı giderek güçleniyordu. Fakat Kur’an’ın tarif ettiği müminin yapması gerekenler hakkında bir bilgileri yoktu. Kur’an’da okudukları namaz, oruç, hac ve zekâtın ne demek olduğunu, nasıl yapılacağını onlara öğretecek kimse de yoktu. Bildikleri tek şey, cennete gidebilmek için Allah’ın hoşnut olacağı iyi bir kul olmak, yaptıkları günahlardan pişmanlık duymaktı. Böyle olduğu takdirde Allah’ın kendilerini bağışlayacağını umuyorlardı. Bu yüzden günahlarından ve yaptıklarından pişmanlık duymaya başladılar. Kur’an’ın mealini okumak, onlara Allah’ın kulları safında yer alma istek ve arayışını güçlendiriyordu. Bir zamanlar zulüm ve haksızlıktan zevk alan bu insanlar, Kur’an’ı dinledikçe kalplerinin yumuşadığını ve içlerinde iyi duygular belirdiğini hissediyorlardı.

Fakat çok geçmeden bu okumalar hapishane yönetiminin dikkatini çekmişti. “Kitap okuma adı altında bir plan mı çeviriyorlar?” şüphesiyle onları takibat altına aldılar. Fakat tam tersine, eski yaptıklarından da pişmanlık duyup ıslah olmaya çalıştıklarını görmeleri onları şaşkına çevirdi.

Bu durum kısa süreli olmadı. Hatta sonunda ıslah olduklarına hükmedip hapiste kalma gerekçelerinin kalmadığına hükmettiler. Müdür bu maksatla Moskova’ya bir yazı yazarak tahliyelerini talep etti. Bu talebe müspet cevap geldi ve şartlı olarak salıverilmelerine izin verildi.

Eski bir mafya liderinin etrafına toplanıp okudukları Kur’an, kendilerine şefaatçi olmuş ve bir dua hükmüne geçmişti.

Üçüncü gün

RESUL, Risale kayıtlarının ikinci günü akşamından ertesi sabaha kadar okuma temrinleriyle geçirdi. Ne olduysa üçüncü gün oldu. O gün Tabiat Risalesi bitmiş, sıra Yirminci Mektup’a gelmişti. Sabah stüdyoya vardıklarında herkes yerini aldı. Bu sefer takip edenlerin elinde Yirminci Mektup’un nüshaları vardı. Resul’ün gözü yanıp sönen lambadaydı. Nihayet işaret verildi ve okumaya başladı. Yirminci Mektup’un girişinde “Lailahe illahu vahdehû lâşerîke leh” diye başlayan tevhid kelimesinin Arapça aslını okuduktan sonra Rusça tercümesini yaptı. Ardından Mukaddeme’ye geçti. Burası Resul’ü her zaman etkileyen bir bölümdü. Rusça’ya tercümesi de oldukça edebî düşmüştü. İçinden gelerek ve üstüne basa basa okumaya devam etti:

Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürür ve kalb-i insan için en safı sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürür ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenabı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptelâ olur.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hamisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tamsa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.” (Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat)

Bu ifadelerde, yüksek bir fesahat ve belagatle, insanlığın inkârın verdiği kimsesizlik, sahipsizlik karanlığından kurtulup saadete ermesinin reçetesi saklı olduğundan, her ruhu cezb ve celb edecek bir mana vardı. Resul bu satırları okurken kendini bu mananın akışına kaptırmıştı. Daha sonra bir yerde vurgu hatası yaptığını fark etmişti, fakat ikaz lambası yanmamıştı. “Herhalde mühim bir hata değildir” diye düşünüp devam etti. Daha sonra bir hata daha yaptığının farkına vardı. “Bu sefer mutlaka ışık yanar” diye beklerken yine yanmadı. Epey okuduğu halde stop lambası inatla yanmıyordu. Merakını izale için bir yerde kasıtlı olarak yanlış yaptı. Bir paragrafı atlayarak okudu, yine tepki gelmedi. Bazı paragrafları birbirine karıştırarak okudu, yine hiçbir ikaz gelmedi.

Bunun üzerine “Bu işte bir şey var” diyerek okumayı kesti. Kafasını kitaptan kaldırıp baktı. Cam bölümün arkasında kendisini takip edenlerin gözü adeta kitaba çakılmıştı. Öylesine dalmışlardı ki, kendilerine seslenildiği halde duymadılar. Bu defa eliyle mikrofonu tıklatmak zorunda kaldı. Ancak o zaman başlarını kitaptan kaldırıp bakabildiler.

– Ne var, ne oluyor?

– Ne mi oluyor? Bir sürü hata yaptığım halde hiç ikaz lambası yanmadı! Bunun üzerine Sofia Valentinovna ilk defa sakin ve biraz da umursamaz bir ses tonuyla,

– Öyleyse tekrar baştan al, dedi.

Resul tekrar Yirminci Mektub’u baştan aldı ve takılmadan okumaya devam etti. O gün, ilk defa bu kadar kolay ve az hata ile çalışmayı tamamladılar. Resul, her günkü gibi ceketini alıp uzaklaşmak niyeti ile kapıya yöneldi. Ancak Sofia Valentinovna’nın birkaç adım yukarıdaki bürosundan aceleyle indiğini fark etti. Sofia, Resul’ü kapıda yakalamıştı.

– Bir dakika, sana bir şey soracağım, dedi Sofia.

Resul, “Acaba yine azar işitir miyim?” düşüncesiyle tedirgin oldu. Yüzüne bile bakmadan müstağni bir tavırla:

– Ne var, ne soracaksın, dedi. Sofia:

– Düşünüyorum da bu kitapları okumaya başladığınızdan beri cümleler hep zihnimde çınlıyor. Otobüste, evde, iş yerinde hep o kelimeler, neden acaba?

Resul, epey rahatladığını hissetti. Görevinin önemini düşünerek “Herhalde bu kadın artık gerçeği dinlemeğe hazırdır” düşüncesiyle anlatmaya başladı:

– Çünkü sizin bu zamana kadar okuduğunuz kitaplar insan sözüdür. Bunlar ise ilahi kitap olan Kur’an’ın tefsiridir. Kur’an ise Arş-ı Azam’a bağlıdır. Latif kelimeler olduğundan, diye konuşmasını sürdürecek oldu. Fakat Sofia’nın iç dünyasında beliren kıpırdamayı şeytan yine susturmuştu. Resul’ün sözünü yarıda kesti:

– Tamam, tamam, anladık, kes! Herhalde herkeste olur böyle şeyler! Stüdyodan yine üzüntü içinde dışarı çıkarken Abdülkerim, hemen koluna girdi:

– Anlat bakalım o ne dedi, sen ne dedin?

– Yahu bırak, bu kadından iş çıkmaz. Kalbi iyice mühürlenmiş!

– Sen anlat hele! Abdülkerim kayıt sırasında bir şeylerin olduğunu hissetmişti. Resul, Sofia ile konuştuklarını aktarınca:

– Kim bilir, hidayet Allah’tandır, diye karşılık verdi. Resul, yine ümitsizce konuştu:

– Hidayeti kim kaybetti de, o bulacak!

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: