Sadeleştirme ile ilgili lahika mektubu

SADELEŞTİRME İLE İLGİLİ LAHİKA MEKTUP

Aziz, Sıddık Kardeşlerimiz,

  Evvela, çok mübarek ve çok sevaplı ibadet ayları olan şuhur-u selâsenizi ve eyyam-u mübarekelerinizi bütün ruhu canımızla tebrik ediyoruz.
Saniyen, Risale-i Nur bütün dünyada tahayyüllerin fevkinde intişar ediyor; ihtiyacını hissedenler, hakikate susayanlar, ciddi talep eden yediden yetmişe herkes, istidadı, iştiyakı, azm ve gayreti, saffet ve samimiyeti nisbetinde bu ders-i imaniyeden istifade ediyor, hisse alıyorlar. Üstadımız “Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet; tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücûda sıhhat veriyor.” buyurmaktadır.
Salisen, malum olduğu üzere en son meşverette tezekkür edilen “sadeleştirme” hakkındaki kardeşlerimizin umumi görüş ve düşünceleri, tahkik ve değerlendirmeleri hulasa bir biçimde meşveret metninde beyan edilmiştir.
Sadeleştirme hakkındaki görüş ve düşüncelerimizi birkaç nokta başlığı altında  hülasa ile nazarlarınıza takdim ediyoruz:
BİRİNCİ NOKTA: Hakkın hatırı, müellifin hukuku ve sanat ahlakı sadeleştirmeye müsaade etmez. Nasıl ki,  bir mimarın çizdiği projeler onun izni ve kabulü olmadan değiştirilmezse; Hz Üstad’ın telifatı olan Risale-i Nur Külliyatı da O’nun izin ve müsaadesi olmadan tağyir ve tebdil edilemez. Çünkü Üstadımız buna müsaade etmemiştir. Bu hususta Lahikalarda pek çok beyan olduğu gibi, saff-ı evvel ağabeylerimizin naklettikleri hatıralar da buna şahittir.
İşte onlardan birkaç numuneyi dikkatlerinize sunuyoruz:
“Kur’anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslub libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister. Ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.”(Mektubat,  383)

            “İşte en uzak hakikatları en yakın bir tarzda, en ami bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçe’si az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskidenberi iştihar bulmuş ve eski eserleri o su-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinden, bu harika teshilat ve suhulet-i beyan; elbette bila şüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerim’in i’caz-i manevisinin bir cilvesidir ve temsilatı Kur’an’iyenin bir temessülüdür ve in’ikasıdır.” (Mektubat 270)

            “Resailinnur’un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdi bir ihtiyar ile değil; ekseriyeti mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.” (Kastamonu L. 211)

            “…ifadelerim başkasına benzemiyor. Bir harfin ve bazen bir noktanın yanlışı ile bir mes’ele değişir, mana bozulur.” (Şualar 486)

“Büyük mektublar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lazım geldi. Hâlbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne halde ise, öyle kalması lazım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz.”(Mektubat, 488)

 “Aziz kardeşim, yazılan galib Sözler ve mektuplar; ihtiyarsız, def’i ve anî bir surette kalbe geliyordu. Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevap versem; sönük düşer, noksan olur.”( Mektubat,279)
            “Altıncı Deva : (Haşiye) Fıtri bir surette bu Lem’a tahattur ettiğinden, altıncı mertebeden, iki deva yazılmış. Fıtriliğine ilişmemek için öylece bıraktık, belki bir sır vardır diye değiştirmedik.” (Lem’alar 208)

“Bu ehemmiyetli Risale’nin, herkes her bir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzun olanların hisseleri de var.” (Şualar 98)

            “Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalp, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa, yalnız akıl cüz’i bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale’i Nur sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkiki ilimleri başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.” (Emirdağ L. 65)

“Bu notalar ve Arabî risaleler, Yeni Said’in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhûd sûretinde gördüğü için tağyir edilmeden mealleri yazıldı. Ve bir kısmı gayet mücmel olmakla beraber izah edilmiyor. Ta letafet-i asliyesini kaybetmesin.”(Mesnevi, 144)

            “Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. Öyle de; suretperestlik ve üslüpperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hatta bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için çok edip edebde, edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.” (Muhakemat 88)

            “Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’an’iyeyi, hatta en muannide karşı dahi, parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiyye ve bir inayet-i ilahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’an’iye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dahi telakki edilen İbn’i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz Risalesi, O Zat’ın dehasi ile yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.” (Mektubat 372)

            “Bu söz şimdiye kadar binler adamı hab-ı gafletten kurtardığı gibi, çoklarını da imana getirmiş. Gayet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes O’nun dilini anlıyor.” (Sözler 725)

 “Namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfilerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise, değiştirilmez. Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va’z ile o ihtiyaç müntefi’ olur.” (Mektubat: 342)
Üstadımız, nazariyat-ı diniyenin mahfazları olan elfazların değiştirilmesinde bir zaruret olmadığını beyan buyurmaktadır. Belki bu noktada yapılması gereken şey, o elfazları vaz-u nasihatlerle açmak;  mütalaa ve müzakere ciddiyeti içinde tefekkürle talim etmektir.
1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi Ağabey’in Hz. Üstad’dan gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair yazdığı mektubuna Üstadımız şöyle cevap vermiştir:
“Saniyen, Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarında haşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünkü metnin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir. Hem su-i istimale kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik, müdakkik olmaz, yanlış mana verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikatı kaybetmeye sebep olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var..” (Emirdağ lahikası, Elyazma 661)

İKİNCİ NOKTA: Risale-i Nur, Kur’an-ı Azimüşşan’ın hakikatlerinden telemmü etmiş, en yüksek bir ders-i imaniye, envar ve esrar-ı Kur’aniyye’dir. Üstad, “bunun(Risale-i Nur’un) ilham-ı İlahi olduğuna bütün imanımla kaniim.(Şualar, 498) buyurmaktadır.
Sadeleştirme, Risale-i Nur’daki bu kudsî mazhariyetleri kırar, hakaik-i imaniyenin feyzini uçurur; elfazın letafetine ilişir,  hüsün ve cemalini zayi eder; sarih mananın maverasındaki işarî, remzî, telmihi mana tabakalarına perde çeker. Risale-i Nur’un, hüsn-ü hakikisini incitir, derin manalarını basitleştirir ve bayağılaştırır.
Risale-i Nur, “üslub-u âliye” üzerine müessestir. Sadeleştirme, “üslub-u âliye”yi tebdil ve tahfif hükmüne geçer. O mevzun, muntazam, üslub libasları bozulunca kalb, ruh, sır ve diğer latifeler hissesiz kalır; akıl da tam itminana ulaşamaz. Çünkü sadeleştirme, kelamın camiiyetine, lisanın selasetine, nazmın cezaletine, mananın belagatine büyük zarar verir; o ruhu öldürür ve o letafeti söndürür.
Üstadımızın fevkalade önem atfettiği; makbuliyet-i İlahiye bir alamet saydığı tevafukat ve cifir gibi ince hikmetler ve latif sırlar sadeleştirme ile tamamen ortadan kalkar.
 ÜÇÜNCÜ NOKTA: Risale-i Nur, talebelerine kazandırdığı uhrevi kazanç ve kemalata bedel olarak, onlardan “tam ve halis bir sadakat” ve “daimi ve sarsılmaz bir sebat” istemektedir. (Kastamonu, 101)
Sadakatin bir cüzü de, Risale-i Nur Nüshalarını aslı şekliyle muhafaza etmek; risaleleri tağyir ve tebdil etmemektir.
Rahmetli Tahirî Ağabey’in Üstad’dan naklettiği şu ifadeler, sadık ve sebatkâr şakirtler için fevkalade önem taşımaktadır:
“Benimle gelen perişan olmaz. Benimle gelen arkadaş, ruz-u mahşerde perişan olsa; o benim sırtımın yükü olsun. Yeter ki, bu davaya olan ahdini ve sadakatini bozmasın.”
Bizim görevimiz, Risale-i Nur’u asli haliyle tâ kıyamete kadar muhafaza etmektir. Bu muhafaza o ahdin lazımlarından birisidir.

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Risale-i Nur, tekrarat-ı Kur’aniyye’nin bir lemaatına mazhar olduğu için tekrar tekrar okunması usanç vermez. Üstad Hazretleri bütün hayatı boyunca kendi telif ettiği eserleri müteaddit defa okumuş, talebelerine de okutmuştur. Hâlbuki sadeleştirilmiş bir eser, latif ve hassas ruhlara ağır gelir; belki ancak bir kere okunabilir. İkinci, üçüncü, dördüncü kere okunmaz. Çünkü sadeleştirme, sanat zevkini incitir, ciddi okuma iştiyakını köreltir. İnce sezişler, latif manalar sadeleştirme rötuşu içinde gözden kaybolur. Letafet ve zarafetle biçilmiş ve giydirilmiş olan o deri hükmündeki nazenin libaslar soyulup atılır. Ne selaset kalır, ne letafet! Metin, kırk yamalı bohça şekline girer.  Tenasüp gider, zarafet kaybolur. Kelam estetik değerini, fikrî ağırlığını,  teravettar özelliğini kaybeder, mesaj gücünü yitirir.

BEŞİNCİ NOKTA: Dil, bir milletin hafızasıdır. Belki, o milletin tâ kendisidir. Dili sadeleştirmek, milletin hafızasını silmek, tarihi arşivleri yok etmek, kütüphaneleri yıkmak, manevî göstergeleri, hassas değerleri silip süpürmek anlamına gelir. Çünkü dinimize, ahlak ve kültürümüze, örf ve adetlerimize medar bütün güzelliklerimiz dil ile yaşar, dil ile yaşatılır, dil ile muhafaza edilir. Dil, maziden istikbale uzanan bütün değerlerimizin intikal köprüsüdür. Sadeleştirme bu köprüyü uçurur. Mazi ile ilgili bağları kopartır.

ALTINCI NOKTA: Ehl-i ihtisasın beyanına göre “dil, düşüncenin evidir.” Fikir inşasının tuğlası, kerpici, ana malzemesi kelimelerdir. “Anlaşılmıyor.” gerekçesiyle birçok kelime ve ıstılahlar devre dışı bırakıldığı zaman tefekkür sahası daralır; dimağ harmanı küçülür. Kıyılmış, doğranmış kelimelerle ciddi tefekkür olmaz; tefekkür derinliğine asla ulaşılamaz. Hâlbuki Risale-i Nur mesleğinin temel esaslarından birisi de tefekkürdür.
Düşünceye hizmet etmeyen bir dil, kısırlaşır. Kısırlaşan dil, cemiyette fikir ve düşünce üretemez, ideal yükleyemez, yüksek fikirleri,  ulvi hisleri terennüm edemez. Dal ve budakları budanmış, kanatları kırılmış, yozlaştırılmış bir dil ile ciddi metinler de kaleme alınamaz, şaheserler üretilemez. Mevcut ciddi eserler de okunamaz, derin ibarelere girilemez, ilmî, felsefi, edebî, fikrî eserlere ulaşılamaz.
Evet, dil sadeleştirilirse, düşünce sığlaşır. Sadeleştirme işi, edebi, fikrî, ilmi, ahlakî ve dinî metinlerde sürdürülürse, netice noktasında cemiyet hayatında “düşünme derinliği” kaybolur. Bir müddet sonra düşünmeyen, murakabe ve muhasebe yapamayan, derinliklere inemeyen, fikirde kifayetsiz, izanda nakıs, intikalde gabi  bir gençlik karşımıza çıkar.

YEDİNCİ NOKTA: Maddi bir unvan ve şöhret adına birkaç lisan öğrenen; dünyevi bir istikbal için kendi sahasındaki yüzlerce tabirleri ve yabancı kelimeleri ezberleyen bir insanın; sırf nefsin tembelliğinden ve ruhun lakaytlığından gelen bir hisle, Kur’anî tabir ve ıstılahları öğrenmemesi nasıl mazur görülebilir!?..
Bilmek gerekir ki, lakayt ve laubali ruhları hakikat dünyasına celb ve cezb etmenin yolu, iman ilminde derinleşmek, tebliğ sorumluluğunu canlı tutmaktır. Bu da, temsil ruhunu yaşatmak, tebliğ ciddiyetine bürünmek, hakikat-ı imaniyeye tam ayna olmak; tefekkür disiplini içinde mütalaa, müzakere ile tahkik mesleğine kuvvetle gerçekleştirilebilir.
Sadeleştirme, bu manalara kuvvet veremediği gibi, bilakis, insanları mehazın kutsiyetinden uzaklaştırır;  cılız, kuru, sönük ve silik bir mecraya sürükler. Halbuki Üstadımız : “me’hazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor.” (Mektubat: 342) buyurmaktadır.
SEKİZİNCİ NOKTA: Dil, cemiyetin harcıdır. Kelimeleri yerlerinden oynatmak, sökmek ve çıkartmak adeta sağlam bir binanın statiğini bozmak, mukavemetini sarsmak, binayı yerinden oynatmak anlamını taşır. Bu gibi uzun yaşamazlar.
Risale-i Nur’un bir görevi de dili muhafaza etmek; İslami ıstılah ve kelimeleri günlük hayatın içinde canlı tutmak ve yaşatmaktır. Sadeleştirme bu noktaya da zarar verir, dilde yaşanan erozyonu hızlandırır.

  DOKUZUNCU NOKTA: İlimde derinleşmenin ilk adımı, o ilmin ıstılahlarına vukufiyettir.  İlmî tabirler ve ıstılahlar sadeleştirilemez. Onları oldukları gibi öğrenmek gerekir. Doktorların yazdığı reçeteler, dünyanın her yerinde geçerlidir. Çünkü o kelimeler tıp dünyasının müşterek lisanıdır. Tıp atlası da, bilgisayardaki teknik tabirler de öyledir.
Yıllardır hafızaya kaydolmuş, dimağa resmedilmiş, kalbe nakşedilmiş marifet-i Kur’aniyeye medar tabir, kelimat ve ıstılahların muhafazası lazım ve elzemdir. Onları muhafaza bizim görevimizdir. Bu görev ve sorumluluğun,  hassasiyet ve duyarlılıkla yerine getirilmesi gerekir.

ONUNUCU NOKTA: Sadeleştirme ile ilgili çalışmalarda, genellikle, bir taviz, ikinci bir tavizi doğurur. O da üçüncü, dördüncüyü.. Belki her 10-15 sene sonra sadeleştirme tekrar gündeme gelir. O sadeleştirilenler de, tekrar sadeleştirildiğinde; 50-60 sene sonra, belki asıl metin buhar olur uçar; estetik özelliklerini, kelamî güzelliklerini, mana tabakalarını, lisan inceliklerini ve derin sırlarını kaybeder. Özellikle, kudsî kelimat ile inşa edilmiş metinlerde bu tahrib daha ziyade olur; o metinlerin manevi ağırlıkları, derinlikleri, letafet ve zarafetleri silinip gider.

ONBİRİNCİ NOKTA: Şimdi olduğu gibi, çok yakın bir gelecekte Risale-i Nur, dünya düşünce tarihini etkileyecek en önemli eserlerin başında yer alacak; İnşaallah, fikir ve ilim dünyasının en çok konuşulan, tezekkür edilen ve hakkında en çok yazılar yazılan, araştırmalar yapılan, kitaplar neşredilen bir şaheseri olarak, biiznillah, asra damgasını vuracaktır. Belki, binlerce bilim adamları, araştırmacılar, psikologlar, sosyologlar, siyaset bilimcileri, sanat adamları, tefekkür insanları, risaleleri didik didik inceleyecek, herkes kendi ilim mahfilinden bakacak, farklı açılardan yorumlar yapılacak, şerh ve izahlara girişilecektir. Yapılacak bütün bu çalışmalar Risale-i Nur’un kadr ve kıymetini, baha ve değerini daha ziyade gözler önüne serecektir; bu araştırmaların gerçekleştirilmesi için, orijinal metnin, asıl nüshaların olduğu gibi muhafazası gerekir. Çünkü sadeleştirmiş metinler üzerinden yapılacak yorum ve değerlendirmeler, yanlışlara kapı açabilir, bir kısım hakikatlerin zayi olmasına sebep olabilir.
ELHASIL, Sadeleştirme, hikmet diline, hakikat lisanına, metnin orijinalliğine, lisanîn selasetine, kelamın camiiyetine,  beyanın belagatine, hüsün ve letafetine, mana tabakatının enginliğine, tefekkür ciddiyetine, tahkik mesleğine, tetebbuat zevkine ilişir. Hakikat ilminin hudutsuz sahrasını daraltır. Zihni sığlaştırır. Elfazın derisini soyar, hayattar mana tabakalarının taravetini izale eder.

            ONİKİNCİ NOKTA: Kardeşlerimizin malumu olduğu üzere, Risale-i Nur’un mesleği “kavl-i leyyin”dir. Bu mesele münasebetiyle, hiddet ve şiddete, adavet ve çatışmaya kapılar açacak bir biçimde ahvallere bürünmek; gayz ve gadabla infial göstermek, ifratkarane tavırlar takınmak, hiddet sergilemek, mesleğimizin ruhuna muhaliftir. İhlas ve uhuvvete zıddır. İhlaslı istikamet ve uhuvvetkarane muhabbet mesleğimizde esastır.  “Dostlara mürevvetkare, düşmanlara sulhkarane davranmak” Nur’un bir düsturudur.
Evet, Üstadımız, “Tuluat Risalesi”nde, ihtilafı tadil edecek çarenin reçetesini yazmış, gözlerimizin önüne sermiştir. O reçete şudur:
“Evvela, müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünkü, Allahımız bir.. Peygamberimiz bir..  Kur’anımız bir.. zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt” bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. “Elhubbu fillah” düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekatımızda hâkim olsa, – ki zaman dahi pek çok yardım ediyor-o ihtilafat sahih bir mecraya sevk edilebilir.”
Hem, Üstadımız: “ Evvela umur-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından; bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.” buyurmaktadır.
“Saniyen: muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: muhabbet üzerine hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa,  müfti-i ümmet cemiyet-i ulemaya havale etmektir.” (Asar-ı Bediyye, Envar neşriyat.s. 516)
Evet, biz de, bu meseleyi müdakkik kardeşlerimizin hakimane tetkiklerine ve şefkatkarane tedbirlerine havale ediyoruz.
“Bizler muhabbet fedaileriyiz. Husumete vaktimiz yoktur.”diyen muazzez Üstadımızın açtığı cadde-i Kübra-yı Kur’aniye’de, ihlâs ve uhuvvet, muhabbet ve istikametle yürümek zorundayız.
Dua ve münacatımız o dur ki, Rabb-i Rahim bizleri azami ihlâs, azami sadakat, hakikat-ı uhuvvet ve muhabbetle, istikamet dairesinde istihdam ettirsin. Rızası dairesinde çalıştırsın.