Nurcuların Ana Vazifesi

BUGÜN MÜ’MİNİN EN BÜYÜK VAZİFESİ, “EMRİ MARUF NEHY-İ ANİL’ MÜNKER”

Biz hakkı tebliğ ile mükellefiz, denemeden bu adam anlamaz demek yok.

İnsan tam olarak fiziki coğrafyaya benziyor. Bir yerden bir yere Kur’âniyede verdiği hakikât derslerini anlayarak okusak en yüksek silahla mücehhez olacağız.  Yalnız bilmek, anlamak da kâfi değildir. Mehdi hakkında Peygamberimiz’den (A.S.M.) şöyle bir rivayet var ki, “Mehdi söylediğini yaşayacak, yaşadığını konuşacak.” Bakın aynen bu vasıftaki bir Müslüman hakikatı konuşursa ağzı, dili bir çağlayan olur. Üç kelime var “Bulmak, bilmek ve olmak” Üstad “Risâle-i Nûr  Talebeleri seçilmiştir” diyor. Nûr Talebeleri mürid değil, muraddır. Şimdi seçildik, hakikat-ı Kur’âniyeyi bulduk. Elhamdülillahi hâzâ min fadli Rabbi.

Tebligat yazı ile tâmim edildi. Risâle-i Nûr o zaman altıyüzbin nüsha yazılarak dağıtıldı. Kalem tekniğe meydan okumuştu. Nurların Anadoluya dağıtılıp tebliğ edilmesi, teksir edilmesi faaliyetinin heyecanı vardı. Yazmanın ve dağıtmanın heyecanı vardı. Şimdi maalesef ekseriyetle bu heyecan kalktı. Çünki Risâle-i Nûrların hem hatt-ı Kur’an baskısı, hem Latincesi heryerde açıkça satılıyor. Külliyat tamamen yazılıp CDler halinde internete kadar girdi. Demek Risâle-i Nûrun neşriyatının o heyecanı da kalktı.      Sonra medrese-i Yusufiye devri de kalktı. Halbuki oraya ölü giren, diri çıkıyordu. Hapishanenin medrese-i Yusufiye adı ile anılmasının ayrı bir heyecanı, ayrı bir kudsiyeti ve keyfiyeti vardı. Girmeyen bilmez. Cenab-ı Çok kimseye o tadı defalarca tattırdı.

(İnkilaplar neticesinde ben Türk, Evlad-ı fatihandan olduğum halde Allah Rahmeti ile bir akrabama 1959 da Risale-i Nur külliyatının küçüklerinden 5-6 adet ben fakiri kurtarmak için göndertti. Çünkü kitaplar gelen kimseyi kurtarmaya sebep olamadı. O zat Külliyata soğuk baktı. Nurları ve Nurcuları görmek şartı ile ağır şartlarla ben iki defa geldim. Ancak 1970 de gelebildim çalışabilecek benden başka kimsem yokken ve çok az para ile 8 nüfusu bir minibüse attım geldim akrabalarım Bursada olduklarından 2 ay orada kaldım orada yapamadım geldim Şimdi yaşadığım yere. Çayır gibi bir yerdi: Yolu yok, elektriği yok, suyu yok, Fakat Allahım âilemle beni hiç kimseye muhtaç etmeden yaşattı Çok çalıştım 5 katlı ev yaptım bir katı kadınlara Dershane bıraktım, çünkü sistemden onlar daha çok yara almışlardır .  Yani Nurlar sebep bu fakiri Türkiyeye gelmeye Onlarla Allah ikna etti geldim. Ve Türkiyede Benim kadar Allaha karşı şükürle mükellef  yok. İşte 20 sene  Bilgisayayar başındayım Risaleleri Arnavutçaya tercüme edip oralara her sene iki sefer bir aylığına gidip 4 devlette parasız kitap dağıtiyorum . şimdiye kadar 100.000 adet kitap gitti. Çok şükür çok kimse o kitaplar sayesinde imanını kurtardı.) Haza min fadli Rabbi.

Şimdi Türkiyemizde dini faaliyetlerde bir Mekke dönemi vardır, bir de Medine dönemi. Elbet fedâkârlık, gayret, saffet ve samimiyet enteresan bir şeydir. İşte bakın Mekke döneminde Resulullahın Ashabı içerisinde bir tane münafık yoktu. Ama Medine döneminde Mescid-i Nebeviyenin içinde münafık peyda oldu. Zenginlik ve gına gelince ruhlara lakaytlık geliyor. İmkanlar genişleyince tembellik meydana geliyor. İşte bir Nur Talebesi nuru tanıdığı ilk haftaları, belki altı ayında dünyası Mekke dünyası gibidir. Onun hayatı müzaharetle, şevkle doludur. Her şey ona lezzet veriyor. Medresede halının üzerine uzanıp yatsa beş yıldızlı otelden fazla zevkalıyor. Medresenin çorbasına talim etmek dünyanın en lezzetli değişilmez halidir.

Şimdi bu sohbetimizde ifade ediliyor ki, iltibas edilen yani karıştırılan nokta şuradadır: Kulun vazifesi nedir? Vazife-i İlahiye nedir? Bizim vazifemiz sadece tebliğdir. Bir Nur Talebesinin dini tebliğ ederken hizmetinin yerini, mükellefiyet noktasındaki çizgiyi çok iyi tespit etmesi gerekir. İltibas nereden oluyor? Tebliğ çizgisini neden aşıyorsun, te’sir sahasına giriyorsun ve bu halde vazife-i İlahiyeye karışıyorsun. İşte iltibas orada oluyor. Halbuki kulun vazifesi sadece tebliğdir, te’sir değildir vesselam. Te’sir tamamen Allahtandır. Bu te’sir Peygamberlere dahi verilmemiş. Peygamberler de bir elçidir, bir habercidir. Hak namına tebliğ edecektir, o kadar.

Şimdi bir beldede bakıyoruz, seneler sonra has cemaat azalmışsa, bizim vazifemiz kalan mevcut cemaata, nefsimiz başta olmak üzere yine tebliğdir. Unutmayalım, Risâle-i Nûr müşteri aramaz. Bizim hizmetimizde kemiyetin ehemmiyeti yoktur. İşte bu tebliğ noktasında kendimizi sorgulamamız gerek. Bana terettüp eden tebliğ vazifesini nefs-ül emirde istendiği ölçüde, kıvamda ve yoğunlukta yapabiliyor muyum, yapabildim mi? Âhirette yanız bundan murakabe edileceğiz. Amma netice noktasından ki, netice Allahındır, orada bize murakabe, muhasebe yoktur. Yani sen sana terettüp eden vazifeyi gerçek ma’nâda yaptın mı, tebliğ vazifeni yapmış oluyorsun.

Tekrar edelim, vazifemiz tebliğdir, te’sir değildir, çünkü te’sir Allahtandır. Hâdi Allahtır. Peygamberler dahi dilediğini hidayete götüremiyor, dilediği adamı Cennete sokamıyor. Biraz evvel söylediğimiz gibi, İşte Nuh (A.S.)’mın oğlu sular kabarırken “Oğlum bin gemiye” diyen babasına, “Baba dağlar çok yüksek, dağlara kaçarım.” diyor. “Oğlum bu gün Allahın rahmetinden kaçılacak gün mü, gel gemiye bin” diyor.

Israra rağmen çocuk gemiye girmedi, sular aldı götürdü. Hz. İbrahim’in (A.S.) babası görünür. İnsan tam olarak fiziki coğrafyaya benziyor. Bir yerden bir yere gidiyorsunuz, bakıyorsunuz, orada mükemmel bir bağ, bahçe var. Cenab-ı Hakkın Müzeyyin ismi, Musavvir ismi, Rezzak ismi, Rububiyet, kemal-i şaşaa ile zuhur etmiş. Bağlar bahçeler yemyeşil. Başka bir yere giriyorsunuz kıraç, çöl. Ot dahi bitmemiş. Şimdi şu taraf çöl, bu taraf münbit bir arazi.

Meselâ Peygamberimiz Mekkede fazla itibar görmedi. Neden hicret etti?  Çünkü, manen münbit toprakları yoktu. Medine daha müsait. İslamiyetin yeşermesi, inbisat ve inkişafı Medinede oldu. Dolayısıyla Resulullahın hicreti gösteriyor ki, bir da’vâ adamı, çöl gibi bir beldeden daha münbit bir beldeye hizmet namına göç edebilir. Ve bu sünnettir. Ama sebat ederek tebliğde mecbur ve mezun olmak, sebat etmek de var. Cenab-ı Hak o sebatın neticesini sonuçta ikram edebilir. Meselâ bulunduğun pozisyondan ayrılamıyorsun. Hicrete muktedir değilsin. Amma bulunduğum belde çöl gibi olsa dahi azmimle, gayretimle, hamiyyetimle, tevecühümle hizmetteki yoğunluk ve saffetimle devam edeceğim. Cenab-ı Hak çölleri bağlara bağistanlara çevirir.

Hz. İsa (A.S.) bir havarisini bir beldeye gönderiyor. Havari orada  din-i Hakkı tebliğ ediyor. Uzun bir müddet geçiyor. Fakat sünnetullah kanunlarına göre münbit bir yer değilmiş. İnsanları lakayt. Halbuki havarinin dünyası tebliğ. Da’vâsı, hissiyat-ı insaniye ve da’vâ ruhu olarak temerküz etmiş. Havarinin bütün dünyası tebliğ olduğu halde, insanlarda intibah ve kalblerde inşirah yok. Karar veriyor, “Bu belde hizmete müsait değil. Burayı terk edeceğim”. Fakat tam şehri terk edeceği zaman, birden Hz. İsanın (A.S.) ruhaniyeti, karşısında temessül ediyor.  Tarihi bir cümleyi duyuyor: ”Kovadis, nereye, dön geri, Kovadis! “ Hakikaten o  havari hemen geriye dönüyor. Daha büyük bir azim ve gayretle çalışıyor.

Cenâb-ı Hak onun bu çalışmasına semere veriyor. Din-i hak o beldede inkişaf etmeye beşlıyor. Şimdi biz birinci çizgi, yani tebliğ üzerinde isek, durup biraz düşünmemiz lazım. Kırk sene evvel bu beldede yirmi kişi vardı. Şu ana geldik, miktar, kemiyet gibi keyfiyet de artmadı ise, da’vâ aşkı ile biz yine vazifemizi yaparız, vazife-i İlâhiyeye karışmayız. Fakat bize sorarlar “Gel bakalım, vazifeni yaptın mı, yapmadın mı?” Tamam te’sir Cenâb-ı Hakkındır. Fakat tebliğ noktasında o havarideki gibi sabır, azim ve gayreti gösterdik mi? Kendimizi bu noktada biraz sarsalım, murakabe edelim değil mi?  Demek tebliğin şartları ve tebliğe terettüp eden hususiyetler var.  Bakın bu mes’elede derinliğe girmeden başlıklar altında kısaca konuşursak:

Tebliğin birinci şartı: ihlâsdır, hulusiyettir ve bu da’vâ-yı Kur’âniyede saffet ve samimiyettir.  Şimdi bir Nûr Talebesi olarak herkesin kendisini muhasebe ve murakabe etmesi lazımdır. Yani “Ben bu da’vâ-yı Kur’âniyede ne derece ve ne ölçüde hâlisim, hasbi ve samimiyim?“  Üstad Risâle-i Nûrun muhtelif yerlerinde  “İhlâs en büyük kuvvettir” diyor. Âhirzamandayız, Peygamberimiz (A.S.M.) hadislerde buyuruyor ki: “Âhirzaman hadisatı gibi dehşetli bir umur, bu zeminde yaşanmamış” Hakikat noktasında en dehşetli, en korkunç, en tehlikeli ve en karanlık bir asırda yaşıyoruz. Şimdi bu asırda insanların genelde lakayd, ölmüş hallerine bakıyoruz. Sanki kalbi taşlaşmış, idraki betonlaşmış, ruhu çölleşmiştir. Ma’nevîyat tarlası çöle dönmüş. Adamın beton gibi kalbine, gel de tohum at. Betonu evvela deleceksin. Beton neyle delinir? Elmas uçlu matkap lazım. İşte Üstadın tavsiye ettiği “Sırr-ı ihlâs, matkabın ucundaki elmas gibidir” Şimdi sen matkabının ucuna elmas takabilirsen, o zaman sen tebliğin şartlarından birini yerine getirmiş olursun. Sonra tebliğin alt yapılarından birisi ilimdir. İlmin esası da

bilmekden fazla, tanımak yani ma’rifetullahtır. Elhamdülillah bu noktada Nûr Talebelerinin fazla bir sıkıntısı yoktur. Çünkü Risâle-i Nûr en yüksek hakikat-ı Kur’âniyede verdiği hakikât derslerini anlayarak okusak en yüksek silahla mücehhez olacağız.  Yalnız bilmek, anlamak da kâfi değildir. Mehdi hakkında Peygamberimiz’den (A.S.M.) şöyle bir rivayet var ki, “Mehdi söylediğini yaşayacak, yaşadığını konuşacak.” Bakın aynen bu vasıftaki bir Müslüman hakikatı konuşursa ağzı, dili bir çağlayan olur. Üç kelime var “Bulmak, bilmek ve olmak” Üstad “Risâle-i Nûr  Talebeleri seçilmiştir” diyor. Nûr Talebeleri mürid değil, muraddır. Şimdi seçildik, hakikat-ı Kur’âniyeyi bulduk. Elhamdülillahi hâzâ min fadli Rabbi.

Tekrar edelim, vazifemiz tebliğdir, te’sir değildir, çünkü te’sir Allahtandır. Hâdi Allahtır. Peygamberler dahi dilediğini hidayete götüremiyor, dilediği adamı Cennete sokamıyor. Biraz evvel söylediğimiz gibi, İşte Nuh (A.S.)’mın oğlu sular kabarırken “Oğlum bin gemiye” diyen babasına, “Baba dağlar çok yüksek, dağlara kaçarım.” diyor. “Oğlum bu gün Allahın rahmetinden kaçılacak gün mü, gel gemiye bin” diyor

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: