Nurculukla Tarikatın Farkı

Risale-i Nur’la hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarîkat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temin eder. Velayet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevablı bir hizmettir.”(Kastamonu Lâhikası sh:83)

Demek Nur mesleğinde hakikî mürşid, hakaik-ı Kur’aniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’dur. Gerçi bu hakaikata mazhar olan zât da, bu mazhariyeti cihetiyle mürşiddir. Fakat mazhar olduğu hakaik-ı Kur’aniye kitaba intikal ettiğinden, bu eserleri irşad vazifesinde merci olur.

“Evet bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risalet-in Nur’un heyet-i mecmuası…..”(Kastamonu Lâhikası sh:10)

 “Sual: Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki: “Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin müşir makamının evamirini tebliği gibi, ben de manevî bir müşiriyet makamının evamirini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymetdar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi; ben dahi, mukaddes ve Kur’anî bir dükkânın dellâlıyım.” diyorsun. Halbuki “Aklımız ilme muhtaç olduğu gibi, kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister ve hâkeza … Çok cihetle çok şeyler istiyoruz. Seni hacatımıza yarayacak adam zannedip, senin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velayet, sahib-i himmet ve sahib-i kemalât lâzım. Eğer hakikat-ı hal dediğin gibi ise, ziyaretinize yanlış geldik.” lisan-ı halleri diyor.

Elcevab: Beş noktayı dinleyiniz, sonra düşününüz. Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faideli midir? O vakit hükmediniz…..”(Mektubat sh:354)

deyip devam eden izahlarda Risale-i Nur’un bir mürşid makamında irşad vazifesini gördüğü beyan edilir. Ezcümle, birkaç kısa ifadeler şöyledir:

  “Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı halde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur’an-ı Hakîm’in himmeti imdadına yetişti. Haşre dair olan Onuncu Söz’ü, vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber; âdeta mertebe-i velayete çıkmış gibi, vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zahir keramet izhar etmiş.”(Mektubat sh:357)

“Hasan Efendi’nin eceli otuz-kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rastgelirken yapışması gibi; öyle de Otuzikinci Söz’e yapışmış, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah bahsinde, tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u a’zamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak câmiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman’a teslim eylemiş (Rahmetullahi Aleyh).”(Mektubat sh:358)

“Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman’ı n (Rahmetullahi Aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz’ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazıyor ki: “Elhamdülillah kurtuldum! Çıldıracaktım. Bu Sözler’in herbiri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum.” diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.”(Mektubat sh:358)

Elhâsıl: Bunlar gibi pek çok beyan ve ifadelerle Hazret-i Üstad, Risale-i Nur’u hakiki bir mürşid ve müceddid olduğunu beyan edip nazara vermiştir….(Bak:Mehdiyetin Hakikatı Toplaması)

Risale-i Nur mesleğinde mürşidlik tavrı ile ortaya çıkmayı yasaklayan düsturlardan birisi de fena fil  ihvan düsturudur. Risale-i Nur dairesinde ilim ve fazilette derecesi yüksek olan şahıslar vardır, fakat bu meziyetleri ile şahıs, bir temayüz ve teşahhusiyet istemez. Zira hakiki fazilet; tezavu, mahviyyet ve terk-i enaniyet gibi meziyetlerle kazanılır. Münazarat eserindeki şu gelen sual ve cevabında bu husu çok sari ifade edilmiştir:

“Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

Cevab: Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız….”(Münazarat sh:18)

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır