Ölüm ve Ötesi

Ölüm, hayattan da öte bir hakikattir. İmanı teslimiyetten ibaret halkımızın çoğu onu tevekkülle karşılasa da, bilhassa ehl-i dünya ve bu teslimiyeti olmayanlar, inanmış bile olsalar, çok ciddî ölüm korkusu yaşarlar.

Fakat sürekli çalışma, meşguliyet, eğlence ve neşelenme gibi yollarla ölümü hatırlamamaya çalışırlar. Manevî eğitimde “râbıta-i mevt” bir esastır. Peygamber Efendimiz de (s.a.s.), “Lezzetleri yok eden ölümü çok hatırlayın, çok anın.” buyururlar. Kur’ân-ı Kerim’in dörtte biri kadarı da Âhiret’le ilgili olduğu halde, ölüm ve Âhiret, inananları dâhil, günümüz insanının hiç gündeminde değil gibi. Oysa yazılanların, konuşulanların, gösterilenlerin belki büyük kısmı ölüm ve Âhiret’le ilgili olmalı. Çünkü dünya hayatı, tamamen Âhiret’e endekslidir ve Âhiret için yaşanır, Âhiret için yaşanmalıdır. Günümüz insanının buna, önceki çağlarda yaşayanlardan çok daha fazla ihtiyacı var. Var, çünkü dünyevîlik, bugün herkesi kapkaranlık cenderesine almış durumda; var, çünkü bugün öylesine suçlar, öylesine günahlar işleniyor ki, insanı bunlardan ancak şuurlu bir ölüm ve Âhiret endişesi alıkoyabilir. Bundandır ki, İkinci Dünya Savaşı’nda ne olup bitiyor hiç takip etmeyen Hz. Bediüzzaman (r.a.), kendisine sorulan “Bundan daha mühim bir hadise mi var ki, bu savaşı hiç takip etmiyorsun?” sorusuna şu cevabı verir: “Evet, herkesin başına bu cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hakimiyet davasından daha ehemmiyetli bir dava, ebedî hayatı kazanmak veya kaybetmek davası, açılmış. Her insan, Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa tereddütsüz o tek davayı kazanmak için sarfetmeli.”

Bazıları kasten ve keyfî bir hüküm olarak inkâr etseler de, tamamen çürüyüp kokuşmamış hiçbir vicdan, Allah’ı ve Âhiret’i inkâr edemez. Fakat yine Hz. Bediüzzaman’ın enfes tesbitiyle, nefis, deve kuşu gibidir. Ölümle varlığının, her lezzetin “sonsuzca sona ereceği” aklına gelince “İhtimal Âhiret ve ebedî hayat var.” der, ümidini sürdürür. “Öyleyse gel, bu ebedî hayatı kazanmak için çalış!” denince, bu, işine gelmez ve “Âhiret, sorgu–sual, Cennet–Cehennem yok!” der. Kâinatın insan gibi şu veya bu derecede şuurlu, irade sahibi ve sorumlu varlıkların tasarruf sahası dışında kalan her yerinde Cenab-ı Allah’ın Adl isim-sıfatından gelen tam bir denge ve adalet hakimdir. Bu denge ve adaleti kendi tasarruf sahasında iradesiyle insan bozar. Evet, Cenab-ı Allah’ın mutlak adaleti ve insanın irade sahibi, sorumlu bir varlık olması, dünyada gördüğü mükâfat ve cezalar, buna karşılık görmediği çok daha büyük suçları ve iyilikleri, Âhiret’e şüphesiz bir delildir. Ayrıca, Âhiret’in olmaması demek, ölümle hiç yaşanmamışa dönen hayatın da, ölümle bitiveren, sürekli bitivereceği acısı veren lezzetlerin de, sevdiklerinden bir bir ayrılmakla sadece acıya dönüşen sevgi ve alâkaların da insan için boş, anlamsız, hattâ bir alay ve işkence olduğu manâsına gelir. Bu ise, bütün kâinatta güneş gibi apaçık görülen evrensel rahmete de, en küçük bir varlık ve hadiseye taktığı müşahede olunan sayısız fayda, gaye ve manâlarıyla hikmete de tamamen zıttır.

Ali Ünal / Zaman

Yazının devamı için tıklayınız>>>

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: