Ömer, Okuyordu, Hem Düşünüyordu

Kur’ân’ın ebedî ve edebî belagatı karşısında şaşkına dönmüştü. Sanki, az evvel kılıcının kabzasına yapışıp Peygamberimizin vücudunu ortadan kaldırmaya giden Ömer, o değildi. Kalbindeki katılık, yüzündeki öfke yok oluvermişti birden. Az evvel kan çanağını andıran gözleri, şimdi aydınlık saçıyordu. Yüzüyle beraber, içi de gülüyordu. Sûrenin, “Muhakkak ki Allah Benim. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl”2 âyetini okuyunca haykırdı:

“Bu ne güzel, ne şerefli, ne haşmetli bir kelâm! Bu kelâmdan daha güzel, daha tatlı bir kelâm olamaz!”

Bu ifâdeler Ömer’in kalbinin hidâyet nûruyla sarıldığını, onun aydınlığına kavuştuğunun işaretiydi. Hz. Ömer’in bu sözlerini işiten Kur’ân hocası Hz. Habbab, gizlenmiş olduğu yerden ortaya çıkıverdi ve, “Müjde, ey Ömer,” dedi, “dilerim ki, Resûlullahın yaptığı duâ senin hakkında gerçekleşsin. Dün gece o, ‘Allah’ım, İslâmiyeti ya Ebü’l-Hakem bin Hişâm’la (Ebû Cehil), ya da Ömer bin Hattab’la kuvvetlendir’ diyerek duâ etmişti.”

Ömer bin Hattab ve Ebü’l-Hakem Amr bin Hişam, yani Ebû Cehil. Biri Server-i Kâinat Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmakla ancak İslâm dâvâsının önüne geçilebileceğini teklif eden Ebû Cehil, diğeri bu teklifi kabul edip kararı infaz etmeye kalkan Ömer. Artık, Ömer’in Resûlullah ve İslâmiyet aleyhindeki düşünceleri tamamen aksine dönmüştü. Bir an evvel Fahr-i Alem Efendimizin huzuruna varıp, hidâyet nûruyla kucaklaşmak istiyordu.

“Resûlullah şimdi nerededir?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efedimizin, Ashabından bazılarıylâ Safâ Tepesi eteğindeki Dârü’l-Erkam’da bulunduğunu öğrenince Hz. Habbab’la derhal yola koyuldu. Gözcü Ömer’in silah belde geldiğini içeriye haber verdi. Herkesi bir telâş ve heyacan havası sardı. Sadece biri müstesna: Hazret-i Hamza. Bu büyük İslâm kahramanı elini kılıcının kabzasına atarak, “Bırakın gelsin. Korkulacak ne var? Eğer hayırlı bir maksatla gelmişse, kendisini hayırla ağırlarız. Eğer kötü bir niyetle gelmişse, onu kendi kılıcıyla hallederiz” diye konuştu.

Manzarayı seyreden Fahr-i Âlemin yüzünde tebessümler belirdi. Ömer’in gönlünün hidâyet nûruyla aydınlandığı haberini almıştı. Hiç bir telâş ve endişeye kapılmadan oturduğu yerden, “Telaş edilecek birşey yok, bırakın gelsin. Eğer, Allah, onun hayrını murad ettiyse, kendisini doğru yola iletir” diye emir buyurdu.

Bu emir üzerine kapı açıldı. Kapı önünde bekleyen Ömer, heybetli görünüşü ve silahıyla içeri girdi. Yüzünde öfke değil, muhabbet parıltıları vardı. Gözleri, hak ve hakikatı aramanın aydınlığı içindeydi. Resûl-i Ekremle bir an göz göze geldi. Kâinatın Serveri Efendimizin manevi heybeti karşısında kendinden geçer gibi oldu. Her şeyini unutmuştu. Nebiyy-i Ekremin nûranî bakışları kalb ve ruhunu tesiri altına almış âdeta avuçlamıştı.

Bir müddet birbirlerine bakıştıktan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz sessizliği, heyecan ve telaş havasını, “Neye geldin, ey Hattab’ın oğlu Ömer?” sorusuyla dağıttı. Sonra da elini uzatıp kılıcının bağından tuttu ve, “Allah’ım, bu Hattaboğlu Ömer’dir. Allah’ım, İslâm dinini Hattaboğlu Ömer’le kuvvetlendir” diye duâ etti.

Hz. Ömer, ruhunu hidâyet güneşinin cazibesine kaptırmıştı artık. Resûlullah Efendimizin sualini, “Allah ve Resûlüne ve onun Allah’tan getirdiklerine îmân etmek için geldim” diye cevapladı. Arkasından da kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.1

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz ile ashab’ı kiramın sevinçleri son haddine varmıştı. Hep bir ağızdan yüksek sesle tekbir getirdiler: “Alahü ekber… Alahü ekber…”

Mekke sokaklarından duyulan tekbir sesleri ufukları çınlattı, oradan göklere doğru nûranî dalgalar halinde yükseldi!

Artık Hazret-i Ömer Müslümandı. Kırkıncı Müslüman. Bundan böyle, cesaret, kuvvet ve kahramanlığını şirk için değil, İslâm dini uğrunda kullanacaktı. Kureyşlilerin verdiği karar üzerine Server-i Kâinatın vücudunu ortadan kaldırmaya koşan Ömer, şimdi onun etrafında pervane olmuştu. Yiğitliğine îmânın hadsiz kuvvetini de ekleyen Hazret-i Ömer, bundan böyle Allah için, Resûlullah için müşriklere gözdağı vermeye koşacaktı. Birdenbire parlayan bu ateşîn fıtr, Hz. Muhammed güneşinden feyz ve ışık alarak dünya tarihine adalet timsâli “Âdil Ömer” ünvanıyla geçecektir.

Saf halinde Mescid-i Harama gidiş

Cesaretin gerçek kaynağı olan îmânı kalbine yerleştiren Hazret-i Ömer, artık yerinde duramaz olmuştu. Resûl-i Ekreme, “Yâ Resûlallah, biz ölsek de, yaşasak da Hak din üzere değil miyiz?” diye sordu.

Resûl-i Zîşân, “Evet, varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz kalsanız da, ölseniz de Hak din üzeresiniz,” diye cevap verince, “Öyle ise hâlâ ne diye gizleniyoruz?” dedi. “Seni Hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, korkmadan, çekinmeden, cesaretle bütün şirk meclislerine gidip İslâmiyeti açıklayacağım.”

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz önde, sağında Hazret-i Ömer, solunda Hazret-i Hamza, diğer sahabîler arkalarında Dârül’l-Erkâm’dan çıkarak Kâbe’ye doğru yol aldılar. Vakur adımlarla, Mescid-i Harama girdiler.

Hazret-i Resûlullahın başını bekleyen müşrikler, bu manzara karşısında şaşırıp kaldılar. Şaşkın, ürkek ve korkak bakışlarla bir Hazret-i Ömer’e, bir Hazret-i Hamza’ya bakıyorlardı. Bir ara cesaretlerini toparlayarak, “Ey Ömer, arkanda ne var, ne ile geldin?” diye sordular.

Hz. Ömer, “Lâ ilâhe İllâllah, Muhammedü’r-Resûlullah ile geldim” dedi ve ilâve etti:

“Kimse yerinden kımıldamasın, yoksa boynunu vururum.”

Müşriklerin sesi sedâsı kesildi. Sanki dilleri tutulmuştu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, serbestçe Kâbe’yi tavaf etti ve namaz kıldı. Müslümanlar da açıktan açığa namaz kıldılar.

Hazret-i Ömer der ki:

“İşte o zaman Allah Resûlü, ‘Hak ile batıl olanın arasını ayırdı,’ diye bana ‘FARUK’ adını taktı.”1

Önce Hazret-i Hamza’nın, arkasından Hazret-i Ömer’in Müslüman olması İslâmın inkişafı ve Müslümanların müşriklerin baskılarından sıyrılarak ibadetlerini serbestçe ifâ etmeleri hususunda büyük bir rahatlık sağladı. Bu bakımdan bilhassa Hazret-i Ömer’in mü’minler safında yer almasının, İslâm tarihinde önemli bir yeri vardı. Bu ehemmiyeti, ashabdan Abdullah bin Mes’ud Hazretleri, “Ömer’in Müslüman olması, İslâmiyet için bir fetih, Müslümanlar için bir şeref ve izzet idi. Medine’ye hicreti nusret, halifeliği de rahmet oldu.

“Ömer Müslüman oluncaya kadar bizler, Kâbe avlusunda açıktan açığa namaz kılamıyorduk” diyerek ifâde etmiştir.

Kaynak: Salih Suruç‘un “Peygamberimizin Hayatı”  kitabından; Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: