Osmanlılarda Peygamber sevgisi ve sünnet algısı -1-

Osmanlı Devleti’nin kuruluş amacı İstanbul’un fethidir. Fetih bir Peygamber müjdesi olduğu için de, sünnetin izi sürülerek feth-i mübin gerçekleştirilmiştir. Kurulan devlet, “Devlet-i Âliyye-i Muhammediye” olarak da anılmış, hattâ Osmanlı, Yeniçeri Ocağı’nın lâğvedilmesinden sonra kurduğu orduya bile Peygamber aşkına, “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” (Hz. Muhammed’in Muzaffer Orduları) adını vermiştir.

Yani Osmanlı bir “Sünnet Devleti”dir! Dolayısıyla, geliştirdiği medeniyetin adı da “Sünnet Medeniyeti”dir!

Peygamber-i Âlişan’a ve sünnetine öylesine derin bir aşkla bağlıdır ki, o aşkla Doğu’dan (Ahlat civarından) kuzeybatıya (Söğüt-Domaniç taraflarına) yürümüş, yerleşik düzene geçer geçmez de bölgenin en güçlü devleti Bizans’a meydan okuya okuya, 1326’da Bursa’yı fethetmiş, 1329’da cereyan eden Pelakanon Savaşı’nda Bizans ordusunu yenerek Üsküdar’a kadar gelmiş, 1331’de İznik’i ele geçirmiş, akabinde Rumeli’ye geçerek (1353) Bizans fethi esnasında Avrupa’dan gelebilecek yardımların yolunu kesmiştir.

Dahası var: Sultan II. Murad, İstanbul’u kuşatmaları sonuçsuz kalıp, nihayet fethi gerçekleştiremeyeceğini anlayınca,en verimli çağında tahttan feragat etmiş, fetih müjdesi oğlunu (Fatih Sultan Mehmed) 12 yaşında padişah yaparak uzlete çekilmiştir…

Zira, Osmanlı’nın nazarında fetih bir “Peygamber emri”dir, icap ederse, bu emri yerine getirmek için tahttan da feragat edilir.

Aynı Padişah, besmele ve salât-ü selâmla başladığı vasiyetinde “…Saruhan Vilâyeti’nde bulunan malının gelirinden 3.500 altını Medine fukarasına, 2.500 altını Mescid-i Aksa’ya” bağışlamıştır.

Osmanlı Devleti, her yıl, “Sürre Alayı” ile kutsal topraklarda yaşayan fakir-fukaraya dağıtılmak üzere yüz yıllar boyu külliyetli miktarda altın göndermiştir. 

Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra silâh bırakmak zorunda kalan Medine’nin son savunucusu “Çöl Kaplanı” unvanıyla meşhur Fahreddin Paşa’nın,İngilizlere karşı “Son Medine Savunması”, Peygamber sevgisinin son çarpıcı örneklerinden biridir. 

Kılıcını İngilizlere teslim etmeyen Paşa, Ravza’ya girmiş, kılıcını bırakmış ve “Ya Resulüllah! Emanetini savunmak için kuşandığım kılıcı yine sana emanet ediyorum” demiştir…

Medine Muhafızları (valiler) Efendimize saygılarından dolayı, yüzyıllar boyu Medine’ye at sırtında girmemiş, Sultan II. Abdülhamid döneminde Medine’ye tren geldiğinde, “Ruh-u Nebi incinmesin” denilerek rayların altına keçe döşenmiş, böylece gürültünün azaltılması yoluna gidilmiştir. 

Meşhur kıssadır…

Büyük şairlerimizden Yusuf Nâbî, 1678 senesinde Padişah’tan izin alarak, Osmanlı devlet ricâlinden meydana gelen bir hac kafilesiyle birlikte hacca gitmek için yola çıkmış…  

Kafile Medine yakınlarında konakladığı gece, Peygamber Efendimizin aşkından dolayı, Şair Nâbî’yi uyku tutmamış, dolaşmaya çıkmış ki, ne görsün! Kafiledeki paşalardan biri Medine’ye doğru bacaklarını uzatarak uyumuyor mu? Paşa’nın Medine’ye doğru bacaklarını uzatıp sere serpe uyuması karşısında kendini kaybetmiş, Peygamber aşkı mısralaşmış, o an yüreğinin derinliklerinde kopan şiiri bas bas bağırmaya başlamış:

“Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!

Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.

Habîb-i Kibriyânın hâb-gâhıdır fazîletde,

Tefevvuk-kerde-i arş-ı cenâb-ı Kibriyâ’dır bu!”

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: