Marifet Bu, Gerisi Yalnız Çelik Çomakmış!

Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış!

Kur’an’ın sahibi ilk indirdiği ayetlerde sadece okumaktan ve okumanın öneminden bahsetmiyor, aynı zamanda okumaların ve eğitimin Allah’ın adıyla olması gerektiğine dikkat çekiyor ve şöyle buyuruyor:

Yaratan Rabbinin adıyla oku! Ki O Rabbin, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmedikleri şeyi öğretti.” (1)

Rahman suresinde de Yüce Rabbimiz meâlen buyuruyor ki: “Rahman, Kur’an’ı öğretti; insanı yarattı, konuşmayı öğretti.” (2)

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki Allah, her şeyden önce kendisinin bilinmesini ve kendi adıyla işlerin, eğitim ve öğretimin yapılmasını istemektedir. Ve yine bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, ilmin, fennin, teknik ve medeniyetin, her şeyin sahibi Allah! Kendi adını anmadan yani kendisinden izin almadan her hangi bir şeyin kullanılmasına rızası yok.

Allah, haklıdır, çünkü mal sahibi odur. Her şeyi yaratan, yürüten ve yöneten Odur.

İnsan yoktu, onu var etti. Ona yazma ve konuşma kabiliyetini lutfetti. Bilmediklerini öğretti. İşte bunun için çok rahat diyebiliriz ki ilk muallim, ilk mucid, ilk kâşif Allah’tır. Allah evveli olmayan evvel, sonu olmayan sondur. “O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır. O herşeyi hakkıyla bilendir.” (3)

Elektriği ve motorlu taşıtları bulanlara ve benzeri buluşları gerçekleştirenlere mucid denilmez. Mucid, yoktan var eden demektir. Bilim adamları var olan malzemeyi buldular; bulduklarını da Allah’ın verdiği akılla buldular. Var olan malzemeden yeni şeyler ürettiler, izah ettiler, ortaya çıkardılar. Bunlara ancak dense dense mûzîh=izah eden, mübeyyin=açıklayan ve müfessir=yorumlayan denilir.

Günümüz medeniyet harikalarını ortaya koyanların hepsi bir sebeptir. İneğe süt, arıya bal, toprağa gül, ağaca meyve, tavuğa yumurta yaptıran Allah, Edison’a da ampülü keşfettirmiştir.

Newton yer çekim kanununu buldu, diyoruz. Böyle bir kanun olmasaydı neyi bulacaktı? Elektrik yaratılmamış olsaydı, Edison neyi bulacaktı? Bunları bulacak akıl verilmemiş, yaratılmamış olsaydı ve Allah ilham etmeseydi ne ile nasıl bulacaklardı? Allah, ineği süt, arıyı bal yapabilir kabiliyette yaratmasaydı inekten süt, arıdan bal akar mıydı?

Her şeyin mucidi ve muallimi= yaratıcısı ve öğreticisi Allah’tır. Dünya bir mektep, biz de o mektebin öğrencileriyiz. Bu mektebin ahir zamanda tek ve son yönetmeliği de KUR’AN’dır! Yeryüzünde Kur’an’nın öğreticisi ve uygulayıcısı da Allah’ın son elçisi ve son temsilcisi Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizdir.

Her mekteb öğrencilerini imtihana tabi tuttuğu gibi Yüce Allah da bütün insanlığı dünya mektebinde imtihana tabi tutmuştur. Kabre kadar yazılı imtihan olmaktayız. Hayat biçimimiz, ömrümüzün günlük sayfalarına not olarak düşmektedir. Kabirden sonra sözlü imtihan başlayacaktır. Sorular ve soruların cevapları Kur’an’da: Emirler ve yasaklar. İmtihan komisyonunun üyeleri, jürileri, gözetmen ve kameramanları da melekler. Konuşmalarımızı tutum ve davranışlarımızı kaydetmekte ve kameralara almaktadırlar.

Bu vaziyet bize diyor ki: Ömür defterinin gece ve gündüz sayfalarına öyle şeyler yaz ki kâğıtların okunduğu gün sıfır almayasın, mahcup olmayasın. Öyle şeyler yap ki yaptığın şeyler seni utandırmasın.

Balık çok iyi yüzer, kuş çok iyi uçar, bülbül çok güzel öter. Ama bunların çok iyi yüzmesi, çok iyi uçması ve çok iyi ötmesi bunları hayvan olmaktan kurtarmaz. Kimya denizinde yüzen kimya mühendisi, hava okyanusunda yüzen pilot, milyonlarca hayranı olan ses sanatkârı da bu kabiliyetleri kendilerine veren Yüce Sanatkâr’ı yani Allah’ı tanımazlar, Allah’ın verdiği marifet ve hünerleri Allah’ın razı olduğu doğrultuda kullanmazlar, Allah’ın kendilerinden istediklerini yerine getirmezlerse, ellerindeki bu marifet ve hünerler onları kurtarmayacaktır. Ama eğer bunlar, ellerindeki bu marifet ve hünerin hakiki sahibinin Allah olduğunu bilirler ve onları Allah’ın razı olduğu yerde kullanırlar, beş vakit namazlarını kılarlarsa sınavı kazanmanın yanında büyük büyük mükâfatlara, cennete ve cennetin sahibine kavuşacaklardır. Sözün özü:

Meşhur ve merhum şairin şu mısralarıdır: “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış/ Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış!

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Alak, 96 / 1-5

2-Rahman, 1-4

3-Hadid, 57/3

En Büyük Fetih, İnsanın Kendi Vücudunda Yaptığı Fetihtir!..

Eğer vücudumuzu madde ve manası ile fethedebiliyorsak büyük bir Fatih olmuş sayılırız.

Nasıl fethedeceğiz?

Rahmetli Hikmet Polat demişti ki, “Bu asrın en büyük hususiyetlerinden biri de beyin tembelliğidir.

İslam’ın kılıcı ile gönlümüzdeki ve beynimizdeki uyuşukluğu lokma lokma doğrayacağız. Zevkimize uygun gelip de İslam’a uygun gelmeyen bütün kara yürekli alışkanlıklarımızı gözünün yaşına bakmadan tepeleyeceğiz. İslamiyet ne demişse kendimizde onu tatbik edeceğiz. Yaptığımız her işi Kur’an’ın mihengine vuracağız. Mihenk ölçü demektir. Yani yaptığımız iş Kur’an’a uygun mu değil mi? O zaman en büyük Fatih’iz işte!..

Her problemin çözümü, İslam’ı önce kendi vücudumuzda yaşamaktır. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Lut (AS)’ın karısından bahsedilir; felaketin sebebidir. Yusuf aleyhisselamın kardeşlerinden bahsedilir. Nuh aleyhisselamın oğluna işaret buyrulur. Kur’an’da Peygamberimiz (ASM)’ın amcası Ebu Leheb’den bahsedilir.

Yani Kur’an ne diyor? Yüce peygamberlerin çok yakınları arasından bile cahiller, inkârcılar çıkmıştır. Cahil, hakla batılı karıştıran demektir. Kur’an-ı Kerim 29 peygamberden misaller getiriyor; bunlarla diyor ki: Senin karın Lut aleyhisselamın karısı gibi olabilir. Senin oğlun Nuh aleyhisselamın oğlu gibi olabilir. Bütün bunlara rağmen senin vazifen İslam’ı öğrenmek, anlamak, yaşamaktır.

1954’ten beri diyar diyar dolaşıyorum. Allah diyenlerin sayısı artsın diye. Dindarların sayısının artması elimizde değil, nasip meselesi…

Kendilerine Fatih olamayanlar, başkalarına da Fatih olamazlar. Kendisini mesele olmaktan çıkaramayan insanlar, başka meseleleri çözemezler. Mesele, meseleyi çözemez…

Bir müzisyen düşünün, her gün kanun veya keman çalar. Sporcu her gün futbol oynar. Kadınlar her gün yemek ve temizlikle meşgul olur. Buna rağmen her gün bir saat de olsa dinî dersler yapmamanın ne kadar yanlış olduğu anlaşılır. Sabah namazına kalkamayan bir anne, çocuğu için bir gecede belki dört beş defa uyanır, of bile demez.

İşte sevgi budur…

Çocuğumuz için nasıl uykusuz kalıyorsak, Allah için de uykusuz kalabilmeliyiz. Çocuğumuza, gösterdiğimiz hizmeti, dinimize de gösterebilmeliyiz. Kahvehanede millet bağırdıkça biz evlerde Allah demeliyiz. Kumarhanede millet “rest” diye haykırdıkça biz evlerde peygamber demeliyiz, yolundan gitmeliyiz. İstanbul’da belki binlerce lüks otel lobisinde, odasında edepsizlik konuşuluyor, öyleyse biz de evlerde ilmimizi artırmalıyız.

Günde binlerce defa nefes alıyoruz. Her günde üç öğün yemek yiyoruz. Midemizi doyurmaktan bıkıyor muyuz? Niye midemizi doyurmaktan bıkmazken, ruhumuzu doyurmaktan bıkalım? Niye dünyanın alışverişini yapmaktan zevk duyalım da ahiretin alışverişini yapmaktan zevk almayalım? Günde yüzlerce defa kirlenmekten bıkmıyoruz da beş defa yıkanmaktan niye bıkalım? Namaz kılanlar, lisan-ı halle “Allah var” derler. Günde beş defa Allah’ın varlığını haykırmaktan bıkılır mı?

Çilesini çekmediğimiz şey, bizim değildir.
Hekimoğlu İsmail

Ey gerçek hayat sahibi olan Hayy!

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

De ki: “Hak geldi, batıl yıkılıp gitti. Çünkü batıl, yok olmaya mahkûmdur.” Biz Kur’ân’ı müminlere şifa ve rahmet olarak indiririz. Ama o, zalimlerin ise sadece ziyanını artırır.

İsra Suresi 81 – 82. Ayetlerin Meali

……….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Bismillahirrahmanirrahim

İbnu Abbas Radiyallahu Anh anlatıyor: Bir adam: “Ey ALLAH’ın Resulü, ALLAH’a hangi amel daha sevimlidir?” diye sordu.

Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vessellem): “Yolculuğu bitirince tekrar yola başlıyan” cevabını verdi.

“Yolculuğu bitirip tekrar başlamak nedir?” diye ikinci sefer sorunca: “Kur’an’ı başından sonuna okur, bitirdikçe yeniden başlar” cevabını verdi.”

(Tirmizi, Kıraât 4)

.…….

Risale-i Nur’dan;

Ey âciz insan ve ey fakir beşer!

Duâ gibi hazîne-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesîleyi elden bırakma. Ona yapış; âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık.

Bir sultan gibi, bütün kâinatın duâlarını kendi duân içine al.

(Sözler’den)

…….

Cevşen’den ;

56-
Ey kullarını çok çok affeden Afüvv,
Ey kullarının günahlarını bağışlayan Gafur,
Ey itaatkar kullarını çok seven Vedud,
Ey rızası için yapılan işleri bol sevapla karşılayan Sekür,
Ey asileri hemen cezalandırmayıp çok sabreden Sabür,
Ey kullarına çok şefkat edip esirgeyen Rauf,
Ey kullarına karşı pek merhametli olan Atüf,
Ey bütün mahlukatın maddi ve manevi kirlerden arındıran Kuddüs,
Ey gerçek hayat sahibi olan Hayy,
Ey gökleri yeri ve bütün mahlukatı yerinde tutan Kayyum,
Bütün kusurlardan uzaksın. Senden başka ilâh yok! Affet bizi. Bizi Cehennemden kurtar.

www.NurNet.Org

Şaban Ayının Fazileti

Şaban ayı üç ayların ikincisi olup bu ay da çok mübarek bir aydır. Yüce Rabbimiz peygamberleri dahi fazilet itibarı ile birbirlerine tafdil ettiği gibi ayları, günleri hatta saatleri de tafdil ve takdir buyurmuştur. Bu itibarla seher vakti saatlerin, Cuma günü günlerin, Kadir gecesi gecelerin, Ramazan ayı ayların en kıymetlisi olduğu gibi, içerisinde beraat gecesini barındıran Şaban ayı da Ramazan ayından sonra ayların en kıymetlisidir. Bunun içindir ki Rasûlüllah (SAV) Efendimiz hiçbir ayda bu ayda oruç tutduğu kadar oruç tutmamıştır.

Şaban Ayının Fazileti

İlâhî feyz ve bereketin yeryüzünü şenlendirdiği bu mübarek ay, mü’minler için en kârlı ve kazançlı fırsattır. Çünkü Şâban’ın değer ve kıymetini arttıran en önemli tarafı, diğer aylara göre (Ramazan hariç) yapılan her amelin ve ibadetin sevabının üç yüz kattan fazla oluşudur.(1)

Diğer vakitlerde kılınan bir rekât namazın sevabı on ise, Şaban ayında üç yüzden fazladır. Okunan her bir Kur’ân harfi için üç yüz Cennet meyvesi vardır.

Yine bu ihsan ve bağış ayı olan günlerde amel defterimizin sevap hanesine kaydettirdiğimiz ibadetler, her an şeytan ve nefsin fırlattığı gaflet, vesvese ve şüphe oklarına birer kalkan vazifesi görerek gerçek huzurumuzun kaynağı olur. Çünkü farkında olmadan veya bir anlık gaflet sonunda işlediğimiz hatâ ve kusurların keffareti olabilecek hasenat ve iyilikler en bereketli şekilde bu günlerde elde edilmektedir. Ayrıca bu ibadetler ileride hücumuna maruz kalabileceğimiz günahlar için de bir siper hüviyetini taşır.

Resul-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam diğer aylara göre bu ayda daha çok ibadet ve taatte bulunurlardı.

“Şaban benim ayımdır.”

“Şaban günahları temizleyendir” buyurarak kadrini yüceltirdi.(2)

Receb ayı geldiği zaman da “Allahım, Receb ve Şaban (ayını) bize mübarek ve bereketli kıl” buyururdu.(3)

Böylece dua ve niyazlarında bu ayların kudsiyetini dile getirmişlerdir.

Peygamberimizin Şaban ayına gösterdiği bu hürmetin bir sebebi de devamında gelecek olan Kur’ân ayı olan Ramazan’dan dolayı idi. Hz. Enes’in rivayetine göre, Peygamberimizden sual ederler:

“Ya Resulallah, Ramazan’dan başka en faziletli oruç ayı hangi aydadır?”
Bu soruya Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam,
“Ramazan’ı tazim için (Ramazan hürmetine) Şâban’ da tutulan oruçtur” cevabını verirler.(4)

Başta Hz. Âişe Validemiz olmak üzere Sahabilerin beyanına göre Peygamberimiz bazan Şaban ayının tamamını, çok kere de çoğu günlerini oruçlu geçirirdi. Zaten diğer günler, bilhassa Pazartesi ve Perşembe günleri de oruçlu bulunan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam maddî ve manevî pekçok hikmetinden dolayı oruç ibadetini sıkça yapardı.
Bu hususta Hz. Âişe’nin (r.a.) şöyle bir rivayeti vardır:

“Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam bazı aylarda çok oruç tutardı. Hattâ, biz, onu bu ayda hiç iftar etmedi sanırdık. Bazı aylarda da çok iftar ederdi. Hattâ, biz, onu bu ayda hiç oruç tutmadı derdik. Resulullahın Aleyhissalâtü Vesselam Ramazan’dan başka bir ayın orucunu tamamladığını görmedim. Şaban’daki kadar, kendisinde, çok oruçlu olduğu bir ay da görmedim” (5)

Hz. Âişe başka bir rivayetinde bu konuda şunları söyler:
“Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam senenin hiçbir ayında Şaban ayındakinden fazla oruç tutmaz ve şöyle buyururdu:
“Amellerden gücünüzün yettiğini yapın. Çünkü siz bıkmadıkça, Allah da size asla bıkmış muamelesi yapmaz. Allah yanında amelin en makbulü, kişinin az da olsa devam üzere işlediği ameldir.”(6)

Yine Hz. Âişe, İbni Mâce’de geçen başka bir rivayetinde de, “O (Resul-i Ekrem) Şaban ayının tamamını oruçla geçirerek nihayet Şâban’ı Ramazan’la birleştirirdi”(7) diyerek Peygamberimizin bu ayda daha çok oruç tuttuğunu ifade etmektedir.

Bu iki rivayetten hadis âlimleri, Peygamberimizin bazı seneler Şâban’ın tamamını, bazı zamanlarda da çok günlerini oruçlu geçirdiği kanaatine varmışlardır. Zaten hadiste geçen “tamamı” mânâsına gelen “küll” kelimesi Arapçada çoğunluk mânâsında kullanılırdı.

Bir kimse bir ayın çok günlerini oruçlu geçirirse, tamamını oruçlu geçirdiği ifadesi yer alırdı. Her iki rivayetten Şaban ayının tamamını oruçlu geçirmenin veya bir kısmında oruç tutmanın caiz olacağı hükmü çıkarılmaktadır.

Şaban ayında oruç, namaz, sadaka gibi ibadetlerin ve diğer imâni ve İslâmî hizmetlerin fazla yapılmasının bir hikmeti de, devamında gelecek olan Ramazan ayı için zihnen, bedenen ve ruhen bir hazırlık ve alışkanlığa sebep olmasıdır. Çünkü bazı insanlar, “Nasıl olsa, Ramazan gelince daha çok ibadet ederiz” diye gaflet ve tembelliğe kapılabilirler. İşte Şâban’da yapılan ibadetler bu perdeyi yırtmaktadır.

Bu hususa Peygamberimiz, Hz. Üsame bin Zeyd’in suâli üzerine işaret etmektedir. Hz. Üsame sorar:
“Yâ Resulallah, Şaban ayında tuttuğunuz kadar hiçbir ayda oruç tuttuğunuzu görmedim.”
Bunun üzerine Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam şöyle buyururlar:
“Receb ve Ramazan ayları arasında şu Şaban ayında insanlar gafildir. Bu öyle bir aydır ki, ameller, Alemlerin Rabbine bu ayda yükseltilir. Ben oruçlu iken amellerimin yükseltilmesini severim.”(8)

Bu mübarek günleri değerlendirerek gün ve gecelerimizi manevî yönden daha çok bereketli kılarsak, bu ayın feyzinden daha fazla istifade etmiş oluruz. Bu aylarda tutulan oruç farz ve vacip olmayıp sadece sünnettir. Peygamberimize uyarak sevap ve mükâfatına nail olmak için oruç tutmaya gayret ederiz.

Cenab-ı Hak bizleri Şaban ayının nurundan ve feyzinden en azami mertebede istifade eden kullarından eylesin. Amin.

Kaynaklar
1) Şualar, s. 416.
2) Keşfü’l Hafâ. 2:9
3) Müsned, 1:259
4) Tirmizı, Zekât: 28.
5) Buhari, Savm: 51.
6) Müslim. Sıyam: 177.
7) İbni Mâce, Savm: 4.
8) Nesei, Savm: 70.

Sorularla İslamiyet.com

İşlilik ve Annelerin Çalı(ş)nması

 

İNSANLARIN DİLİNDE sıkıntıları, dertleri, yoklukları ifade eden kelimeler daha çoktur. Yanılmıyorsam, Fecr ül-İslâm adlı kitapta Arapça için yapılan böyle bir tespiti görmüştüm. Suyun kıtlığı çekilen bizim coğrafyamızda ve güneydeki koşularımızda “Pınarbaşı”, “Subaşı”, “Karakuyu”, “Akkuyu”, “Ayn ür-Rummâneh” (Narlıkaynak) “Ra’s ül-Ayn” (Derebaşı) benzeri isimlerin çokça bulunması bundandır sanırım. Günlük dile bakalım: “başımızın sağ olduğunu” ancak bir yakınımız vefat ettiğinde anlıyoruz. Ama başımız hemen her gün “ağrıyabilir”. Annesi babası ve diğer yakınları hayatta olmayana ya da uzakta olana “kimsesiz” diyoruz, ama akrabaları ile birlikte olana “kimseli” diyene rastlamıyoruz .“İşsizlik”ten (unemployment) hemen her gün söz ediyoruz, ama “işlilik” (employment) diye bir kelimemiz yok.

Gerçek istekleri, yoklukları ifade eden kavramlar öne çıktığı gibi, şişirilen, yokken var edilen istekleri arzuları ifade eden kavramlar da öne çıkar. Hatta bazen ikinci gruptakiler birincileri geçer. Mesela, insan bazen dişinin çürüklüğü karşısında “dish”inin (çanak anten) arızalanmasında daha az üzüntü duyabilir. Yani şişirilen ihtiyaçlar gerçek ihtiyaçların önüne geçer bazen. Şimdi şefkat yüklü şu paragrafa bakalım:

“Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyle ve fakr u zaruret-i maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyle o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hâcât-ı hayatiyeyi, büyük bir mes’ele-i diniyeye tercih ettiriyor. …” (*1)

Demek gerçek ihtiyaçlara dikkati celp edip onlara, ilk paragraflarda olduğu gibi, isimler bulmak mümkün olduğu gibi, sanal ihtiyaçların derd-i maişet belasıyla, reklamla, nazarları sürekli dünyaya celp etmekle artırılması mümkün. İşin bir yönü daha var: gerçek ya da lüks ayrımı yapılmadan çoğaltılan bu kadar “ihtiyaç” maddesinin hepsi olmasa bile büyük bir çoğunluğu, insanların çok az bir kısmının daha az bir süreyle çalışması ile gün yüzüne çıkartılıyor. (Schumacher, Küçük Güzeldir) Bir de bu üretim insanların bugünkü ihtiyacının çok üstünde.

Bazı ekonomik sıkıntılar (adaletsizliğin verdiği çarpıklıkla, dünyanın her yerinde olmasa bile) yokluktan değil, varlıktan kaynaklanıyor. Haftalık çalışma saatlerinin azaltılması ve çeşitli vesilelerle yılın belli zamanlarında ihdas edilen “tatiller” de bir yönüyle bunun için. Boş zamanlar psikolojisi başlıklı makale ve kitapların yazılması da bununla ilgili. Böyle olunca, yukarıda değinilen hemen herkesin özlediği, ülkemizde hemen her partinin programında var olan işlilik, yani yaygın deyimi ile “tam istihdam” aslında bugünün dünyasında bir hayalden ibarettir.

Yani, sibernasyon çağında on beş, bazı yerlerde on sekiz yaşına gelmiş herkesin çalışması gereği yok. O zaman, lafı hiç uzatmadan dolandırmadan şunu sorsak? Cins-i latif tabir edilen kadının, üstelik şu stresli ortamda çalışmasına gerçekten “ihtiyaç” var mı? İhtiyaç varsa bu ihtiyaç gerçek bir ihtiyaç mı yoksa ehl-i dalaletin nazara vere vere şişirdiği sanal bir ihtiyaç mı? [Acaba bu yüzden midir ki, birçok kapitalist boşanmaların artmasına, on sekizinden sonra gençlerin, baba evlerini terk edip ayrı eve çıkmalarına seyirci kalıyor? Zira ayrı ev demek bir sürü eşya ile doldurulması gereken ayrı bir mekân demek onlara göre…]

Ve aklı başında psikolog ve çocuk gelişimi uzmanlarının dediğine bakıldığında, kadın bu ihtiyaçları karşılamak için dışarı çıktığında, çocuğun ruh dünyasında hangi yaralanmalar husule geliyor? Hele 0 – 6 yaş arasındaki çocukların anneden uzak kalmasını hangi ihtiyaç mazur gösterebilir? Çocuk, gerek her vicdan sahibinin içini sızlatan hâl diliyle gerekse kàl diliyle, “niye beni terk ediyorsun anne?” dediğinde, sorusu düşünülmeden verilecek hazır cevaplar bellidir:

“Senin oturman için veya bayramda seyranda, ateş almak için gelmiş gibi gelip gidiveren misafirler için oturma grubu [ne hazin! Oturacak grup yok, oturma grubu alıyoruz, Batılının ironi dediği husus.] aldık da ondan. İleride derslerine yardımcı olsun diye bilgisayar aldık da ondan. Benim mutfak işleri ile uğraşmaktan pek basamadığım, babanın ise bir köşesinde TV seyrederek sızıp kaldığı halıları yeniledik de ondan. Hepi topu bir ay kalabildiğimiz bir yazlık aldık, ya da tamirini yaptırdık da ondan… Beraberce rahat ve bağımsız gezebilmemiz için araba aldık da ondan. Bakıcı ile beraber kaldığında dışarı seyrederken canın sıkılmasın diye, eski perdeleri attık daha hoş desenli halılar aldık da ondan…”

Liste uzayıp gider. Soralım; bunların hangisi gerçek bir ihtiyaçtır? Ancak, maksadımız üzüm yemek; bağcı dövmek değil. Kaynaklarımızda ev gerçekten fakr-ü zaruret içinde ise kadının çalışmasını caiz gören hükümler var. Ama bunu çocuğu ihmal etmeden yapabilmenin yolu da var ve hafızam beni yanıltmıyorsa, Hollanda gibi bazı hür ülkelerde uygulanıyor.“Kadının ekonomik bağımsızlığı” ve “ekonomik sıkıntılar” hurrası içinde, bu dediklerimiz pek kàle alınmayacaktır, ama anneleri çalınmış, bu yüzden psikolojileri bozulmuş çocuklar ile bizi nasıl bir geleceğin beklediği de düşünmeye değer.

Mehmet Boyacıoğlu

Karakalem.net
*1. Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 69

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version