Çorum’da Risale-i Nur’un Yurtdışı Serüveni Konuşulacak

Çorum Adaleti ve Medeniyetler İttifakını Destekleme ve Yardımlaşma Derneği bu akşam Uluslararası Bediüzzaman Konferansı düzenliyor.

Uzaklardan Risale-i Nur a Bakış” başlıklı konferansta Nijeryadan Prof. Dr. Vaffi Şerif ile Filipinler Risale-i Nur Enstitüsünden Muhammed Riza Derindağ birer tebliğ sunacak. Çare Yardımlaşma ve Kalkınma Derneği Başkanı Mehmet Südlü ile Çoruma gelen tebliğciler, Çorum Valisi, Hitit Üniversitesi Rektörü, Çorum Ticaret Borsası Başkanı, Milli Eğitim İl Müdürünü ziyaret ettiler. Ziyaretlerde Prof. Dr. Vaffi Şerif, Afrika kıtasında Türkiyenin ve Risale-i Nur’un ehemmiyetinden bahsetti. Rıza Derindağ ise Medeniyetler İttifakı Projesi ve Bediüzzaman’ın küresel barış için öneminden ve 2015 Bediüzzaman Yılı çalışmalarını anlattı.

Uzaklardan Risale-i Nur’a Bakış Konferansı

22 Haziran 2011, saat 20.30’da, Çorum Devlet Tiyatro salonunda düzenlenecek olan sempozyumda Prof. Vaffi, “Afrika’da Risale-i Nur’un Önemi” konulu tebliğini, Rıza Derindağ ise “Asya Pasifikte Risale-i Nur ve İslam” konulu tebliğini sunacak.

Kaynak: Risale Haber

3. Genç Akademisyenler Konferansı Sonuç

Dünyanın 25’i aşkın ülkesinden Said Nursi ve Risale-i Nur eserleri üzerine master ve doktora yapmakta olan 80’den fazla akademisyen İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın (İİKV) öncülüğünde üçüncü defa bir araya geldi. Birbirleriyle görüş alış-verişinde bulunan ilim adamları plaketle ödüllendirildi.

Risale-i Nur ve müellifi Bediüzzaman Said Nursi üzerine ilmi, akademik, kültürel ve sanatsal faaliyetler düzenleyen İİKV tarafından bu yıl üçüncüsü düzenlenen Genç Akademisyenler Konferansı Merter Greenpark Otel’de gerçekleştirildi. Toplantıya 20 farklı ülkeden 60′ı aşkın genç akademisyenin yanı sıra Said Nursi ve Risale-i Nur konusunda çok sayıda makalesi ve kitabı bulunan 20 profesör katıldı. Ayrıca seminere Bediüzzaman Hazretleri’nin yakın talebelerinden Mehmet Fırıncı, Mustafa Sungur, Abdülkadir Badıllı ve Said Özdemir de geldi.

Dünya coğrafyasının farklı ülkelerinden gelen genç akademisyenler bir yandan tanışırken, bir yandan da Risale-i Nur konusunda uzman ilim adamlarıyla tezleri hakkında görüş alışverişinde bulundu.

Risale-i Nur ile ilgili yapılan konuşmalardan sonra kendini coşkun hissettiğini belirten Bediüzzaman’ın yakın talebelerinden Mehmet Fırıncı, “Bu herhangi bir âlimin yazdığı bir kitap değil. Bu insanlığı kurtarmak için hazırlanmış bir rehberdir. Çok güzel konuşmalar yapıldı. Dolayısıyla yurt dışından bu kadar Risale-i Nur’u anlayabilen insan görebilmek 50 yıl sonra bizim için büyük bir bayram. Bize 60 sene evvel Risale-i Nur’u 3-5 kişiyle konuşuyorduk. Bize ‘Bu şekilde nasıl olacak?’ diye soruyorlardı. Biz de ‘50-60 yıl sonrası için çalışma yapıyoruz.’ diyorduk. Bu çalışmalar çok önemli.” dedi.

Dünyanın 25’i aşkın ülkesinden 80’den fazla akademisyen ve 20 civarında profesörün seminere katıldığını belirten İstanbul İlim ve Kültür Vakfı (İİKV) İcra Kurulu Başkanı Prof. Dr. Faris Kaya, “Profesörler, genç akademisyenlere ders vermek için buradalar. Bugün güzel bir gün yaşıyoruz.” diye konuştu.

Risale-i Nur’un 20. yüzyılın en önemli eseri olduğunu dile getiren ABD’li Hıristiyan din görevlisi İan Markham, “Risale-i Nur, modern imanlı insanın karşılaştığı birçok probleme yanıt veriyor. Bu kitapta Allah’ın varlığı ve öldükten sonra dirilme ile ilgili nasıl çözümler sunulmuş onu görmek istiyorum.” ifadelerini kullandı.

Risale-i Nur, bugüne kadar karşılaştığım en mükemmel kitaptı.” diyen Hindistanlı Suhail Vilayil, “Risale-i Nur’da dikkatimi çeken İslamiyet’i modern bilimlerle açıklayan ilk eserdi. Kur’an-ı Kerim’in ilk tercümesiydi. Risale-i Nur bize pozitif bilimlerle din arasında bir çatışmanın bulunmadığını gösterdi. “ şeklinde konuştu.

Kaynak: iikv

Konuyla ilgili sitemizde yer alan diğer haberleri okumak için tıklayınız…

Ayrıca Dost Tv – İyi Haberler’de Çıkan Haber:

Doğalgaz!

Üniversitedeki lojmanıma gittim, doğalgaz kombisinin düğmesine dokunuverdim. Kısa zamanda soğuk ortam, yerini sıcak ortama bıraktı. Yorulmadan, yıpranmadan, soba yakmadan, kül çekmeden, kül dökmeden, duman teneffüs etmeden konforlu bir şekilde ısınmak, mutfakta ve banyoda anında sıcak su bulmak için kombinin düğmesine hafif bir dokunmam kâfi gelmişti. Bir, önceden çektiğimiz zorlukları, bir de şimdiki rahatlığımızı düşündüm. Rahatlığın getirmiş olduğu rehavetin, gafletin hattâ dalaletin tepesine fikir balyozlarını indirip, onların yerine şükür ve ibadet saraylarını dikmek niyyetiyle bilgisayarımın başına geçtim. Rabbanî ilhamları kaydetmeye başladım:

Evimin içindeki musluklardan su akar gibi, vanadan doğalgaz akıyordu. Bu ne büyük nimettir Allahım!. Ben yanmayayım diye doğal gaz cayır cayır yanıyordu. Bu ne fedekârlıktır Allahım! dedim ve doğalgazın güzelliğine, fedekârlığına hayran oldum.

Biraz daha geniş düşündüm. Baktım kendini bana feda eden sadece doğalgaz değildi. Bütün varlıklar, hatta bütün bir kâinat, içindeki nimetleriyle kendilerini bana feda etmişlerdi.

Susuzluktan ölmeyeyim diye sular, gıdasızlıktan, vitaminsizlikten, ölmeyeyim, elbisesiz kalmayayım diye bitkiler-hayvanlar, ağaçlar, meyveler koşup bana geliyordu.

Evsiz-barksız, yersiz-yurtsuz kalmayayım diye yer-gök bana saray olmuş, ışıksız kalmayayım, soğuktan donmayayım diye güneş bana ışıklı soba, ay da gece lambası olmuş, hava bana hayat olmuş, yer altı ve yer üstü kaynakları bütün soframı doldurmuş. Kısaca bütün bir kâinat ve içindeki her şey kendini bana feda ve kurban etmişti.

-Niçin?

-Benden korktukları için mi?

-Hayır.

-Öyleyse bu kocaman kâinatı, büyük büyük varlıkları, görünen ve görünmeyen nimetleri benim gibi cirmi ve cismi küçük bir varlığın emrine veren, boyun eğdiren kimdi? Benden ne istiyordu? Benim bu kudretin sahibini bulmam, istediğini sormam, kâinatı bana kurban etmesine karşılık ona kurban olmam, malımı, canımı ve evladımı ona kurban etmem gerekmez miydi? İnsan olmanın gereği de bu değil miydi?

İşte bu düşüncelerdir Hz. İbrahim’e (a.s) evladını kurban etmeye götürten, işte bu düşüncelerdir Hz. İsmail’i (a.s) bıçağın altına yatırtan, işte bu düşüncelerdir Hz. Musa’yı (a.s) denize daldırtan, işte bu düşüncelerdir Efendimiz Hz. Muhammed’i (s.a.v) deniz gibi düşmanın içinde korkusuz yaşatan. Onlar bu halleriyle demek istiyorlardı ki: Ey kâinatı bize kurban eden Kudret! Mademki Sen kâinatı bize kurban ettin; biz de Senin yolunda her acıya göğüs germeye, kurban olmaya, canımızı, malımızı ve evladımızı kurban vermeye hazırız!.

Böyle oldukları içindir ki ne ateş Hz. İbrahim’i yakabildi, ne biçak Hz. İsmail’i kesebildi, ne deniz Hz. Musa’yı boğabildi, ne de deniz gibi düşman Hz. Muhammed’i (s.a.v) yenebildi!!! Çünkü onlar her şeyin dizgini elinde olana teslim olmuşlar, kâinatı kendilerine kurban edeni bulmuşlar ve ona kurban olmuşlardı. Üstad-i Muhterem’in ifadesiyle vücutlarını Mucit’lerine feda etmişlerdi. Onlar sadakat ve teslimiyet kahramanlarıydı. Onlar sadıklardı. Sadıkların Kitab-ı Kerim’deki tarifi de şu idi: “Müminler ancak Allah’a ve Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ve hizmet edenlerdir. İşte doğrular ancak onlardır.”(1)

HAVA NEDEN YERİN ÜSTÜNDE, DOĞALGAZ NEDEN YERİN ALTINDADIR?

Doğal gaz… Adı üstünde, insanlık âleminden kimsenin eli değmeden hazırlanmış gaz demektir. Su gibi her yerde değildir. Petrol gibi belli yerlerde ve belli yataklardadır. Su hem yerin altında, hem de yerin üstündedir. Fakat doğalgaz yerin altındadır ve üstü kapalıdır. Çünkü o yakıcıdır, uçucudur, patlayıcıdır. Petrolün de ona benzer yönleri vardır. Bunun içindir ki onların üstü örtülüdür.

Teneffüs ettiğimiz hava da yerin altında bir yerlerde depolanmış olsaydı, veya doğal gaz da hava gibi yerin üstünde olsaydı halimiz ne olurdu? Ayaklar başın, baş ayakların yerinde, doğalgaz ve petrol gibi nimetler de denizler gibi yerin üstünde olsaydı yeryüzünde yaşanır mıydı? Bu akıllıca ve hikmetlice işi düşünen, havayı yerin üstüne, doğal gazı yerin altına alan sonsuz kudret sahibi hikmetli Yaradan’a bu hikmetli işlerinden dolayı şükretmeyen insan nasıl insan olabilir?

Doğalgazı zararlı olmasın, intizamlı kullanılsın diye yerin altında, belli bölgelerde depolayan, Yerin bir bölmesine petrolü, bir tarafına gazı, bir tarafına kömürü, bir tarafına suyu yerleştiren, bunların hiç birini diğerine karıştırmadan tutan, haddinden tecavüz ettirmeyen, kimseye zarar vermesinler diye yerin altında saklayan, dünyayı adetâ ihtiyaç duyduğumuz ve her şeyi içinde bulabildiğimiz bir hipermarket yapan hikmetli ve kudretli Yaratıcı’yı takdir etmeyen, Ona hayran olmayan, hayretinden secdelere kapanmayan adam, adam olabilir mi?

Bu nimetlerin hem kendileri altın gibi faydalı, hem de en güzel yerlere konulması faydalı.

Allah hikmetsizlikten münezzehtir. Ne yapmışsa doğru yapmıştır. Ne yaparsa doğru yapar.

Yüzümüzdeki cihazlar da öyle değil mi? Göz bir nimet, gözün yüzümüzde en uygun yere konulması da ayrı bir nimet. Gözlerimiz koltuklarımızın altında olsaydı, ne yapardık?!

Bu hikmetli tanzimi yapana, bu faydalı düzeni kurana hikmetleri ve ilimleri sayısınca hamd ve şükürler olsun. Doğal gazı evlerimize, nimetleri sofralarımıza getiren vesilelere de teşekkürler olsun.

“KEŞKE” DEYİP DİZLERİMİZİ DÖVMEMEK İÇİN

Bunları düşünemeden, hayret etmeden, hayranlığını sübhanallah, elhamdülillah, Allahuekber diyerek dile getirmeden ölüp giden insanlık çooook hayıflanacak, dizlerini dövecek, kâinatı ve içindekileri okumadığı, öğrenmediği ve düşünmediği için çok pişman olacak, “keşke”leri peş peşe sıralayacak:

Keşke şu düşüncesizlerle değil de düşünen insanlarla, düşünmeyi öğreten âlimlerle otursa kalksaydım, keşke ahiret hayatım için tefekkür, ibadet, hayır hasenat gibi yatırımlar yapsaydım,(2) keşke düşünenlere, düşündürenlere hizmet eden, onlara baston olan bir adam da ben olsaydım. Keşke onların hizmetlerini destekleyen, işlerini kolaylaştıran bir nefer de ben olsaydım. Keşke aklımı çalıştırsaydım da havaîlerle, gaflet ve eğlenceye dalmış,(3) günahlara ve haramlara dadanmış, hayırlı hizmetlere engel olan (4) düşüncesizlerle oturup kalkmasaydım, onları dost ve arkadaş edinmeseydim.(5) Keşke aklımı çalıştırsaydım da dünyada iken düşüncesizlik cehennemine, şimdi de gerçek cehenneme ve cehennemliklerin arasına düşmeseydim.(6)

Keşke toprak olsaydım(7) da her şeyin yaratıcısını inkar eden bir “kafir” olarak, Müslüman görünüp Müslüman olmayan bir “münafık” olarak, Müslüman olup ta günahlardan uzak durmayan bir “fasık” olarak, haksızlık yapan bir zalim, bir hain olarak, bir anarşist ve bir terörist olarak ahirete gelmeseydim, keşke varlığımı beni var edene, vücümu mucidime feda etseydim ve onun dinine hizmet eden bir hizmet kahramanı olsaydım da öyle gelseydim, diyecek, ama bu “keşke”lerin hiç birisinin ona faydası olmayacaktır.

Allah Teala bizi, bu dünyada yapmamız gerekenleri yapmaya muvaffak eylesin; ahirette “keşke” diyenlerden eylemesin.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Hucurat, 49 / 15

2-Bkz. Fecr, 89 / 24

3-Bkz. Müddessir, 74 / 45

4-Bkz. Kalem, 68 / 12

5-Bkz. Furkan, 25 / 27

6-Bkz. Mülk, 67 / 10-11

7-Bkz. Nebe’, 78 / 40

Aşkınla Çöllere Düştüm (Şiir)

Başım açık yalın ayak
Ne olur halime bir bak
Çölün ateşi çok sıcak
Aşkınla çöllere düştüm

Çok susadım bu çöllerde
Yol yakın mı acep nerde
Sen’i aradım her yerde
Aşkınla çöllere düştüm

Başımda akıl kalmadı
Sabrettim yine olmadı
Kalmadı dünyanın tadı
Aşkınla çöllere düştüm

Sen’i andım hece hece
Ağlıyorum gündüz gece
Biliyorsun halim nice
Aşkınla çöllere düştüm

Resulüm özledim Sen’i
Sevindir Sen’i seveni
Ne olur sevindir beni
Aşkınla çöllere düştüm

Bu çöllerde kayıp oldum
Saçımı başımı yoldum
Kaybolmuşken Sen’i buldum
Aşkınla çöllere düştüm

Sen ki dertlere dermansın
Ol Peygamber-i Zişan’sın
Sen Muhammed Mustafa’sın
Aşkınla çöllere düştüm

Ruhum feda olsun Sana
Rabbim nasip etse bana
Bir daha gelsem yanına
Aşkınla çöllere düştüm

Kavuştursun bizi Rabbim
Sen’i görsem ey Habibim
Tanyeri’yim bîtabibim
Aşkınla çöllere düştüm

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Müsbet Milliyet ve Menfi Milliyetçilik

Milliyeti şöyle değerlendirirsek, her insanın fıtri olarak kendi milletini sevmesi müspet milliyettir ve güzeldir, Ama bu, başka ırk ve milletlerden olanlara düşmanlığa dönerse menfi milliyetçilik olur, dolayısıyla zararlıdır.

Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” (Hucurat Sûresi, 49:13)

Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Sûresi, 49:13.)

Bediüzzaman hazretleri insanlar arasında tanışmak ve yardımlaşmak ile ilgili açıklaması şöyledir:

“Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf (tanışmak) ve teâvün (yardımlaşma) düsturunun beyanı için deriz ki: Nasıl ki bir ordu fırkalara (tümen), fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün (yardımlaşma kanunu) altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’dânın (düşman) hücumundan masun (korunan) kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamat (karşılıklı düşmanlık besleme) etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye (Müslümanların sosyal hayat yapısı) büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife (kabile ve taife) inkısam (bölünme) edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri (birlik yönü) var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu ayetin ilân ettiği gibi, teârüf (tanışma) içindir, teâvün (yardımlaşma) içindir; tenâkür (karşılıklı inkâr etme) için değil, tehâsum (düşmanlık) için değildir.

Ayette bildirilen erkek ve dişiden murat, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dır. Bütün insanlar onların torunları durumundadır. Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk Ayette farklı milletlere ayrılmanın hikmeti, insanların birbirlerini tanımaları olarak nazara veriliyor. Gerçekten de her milletin kendine has bazı özellikleri vardır ve bu özelliklerden hareketle bir insanın hangi millete mensup olduğunu belirlemek mümkündür. Farklı milletlere mensup olma da çatışma vesilesi değildir. İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir. Yoksa hemen her millette hem iyiler, hem de kötüler bulunmaktadır.

Menfi Milliyetçilik: Menfi milliyetçilik fikri her devirde başrolü üstlenmiş ve devletlerin tahribine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devlet-i Aliye adeta kavimler haritasına dönmüştü. Başta İngiliz, Fransız ve Portekizliler olmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya’da, Afrika’da, Hindistan ve Uzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde “medenileştirme” görevlerine dayandırıyorlardı. ABD’de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsünde yerlilere, daha sonra da siyahlara yöneldi. ABD olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımının yasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile İsrail’de en katı ve acımasız biçimiyle egemenliğini yürütmektedir.

Irkçılık eğilimleri İslâm dünyasında ondokuzuncu yüzyılın sonlarında canlanmaya başladı. Batılı devletlerin Osmanlı Devletinin parçalama planlarının bir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, İttihad ve Terakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçı hareketleri besledi. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşan birçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüde etkilendi. Özellikle Fransız ihtilalından sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek, büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecini de meydana getirmiş.

Görüldüğü üzere hilekâr ve aldatıcı Avrupa zalimleri Müslümanlar arasına bu menfi milliyetçiliği sızdırıp ta ki parçalayıp onları yutsunlar. Menfi milliyetçilik emeli taşıyanlar hele güçlü sayılan ırkların diğer ırkların üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıldı, ezilen kesim ise karşıdakine müteyakkız yani dikkatli ve uyanık olmaya meylettirdi, o da fırsatını kollar ne zaman imkân elline geçerse o zaman kin ve nefret duygusunu muzaaf bir şekilde gösterir. İşte Menfi milliyetçilik, ırkçılık tarzında bir yaklaşımdır. Bu tarz milliyetçilikte kendi ırkından olanları üstün görmek vardır. Bu fikirde olanlar, kendi ırklarından olanları, haksız bile olsalar başkalarına tercih ederler. Başkasını yutmakla beslenmek, menfi milliyetçiliğin en belirgin özelliğidir.

İnsan, yaratılışı gereği kendi akrabalarına daha bir yakınlık duyabilir. Mensup olduğu milleti diğer milletlerden daha fazla sevmesi de bu yakınlığın bir gereği olabilir. Bunda bir problem söz konusu olamaz. Ama bazıları kendi kabile ve milletini sevme duygusunu, başka kabile ve milletlere düşman olmak şekline getirirse, problemler işte o zaman başlar. Birinci hâl gayet normaldir, ama ikinci hâl zararlıdır. Örneğin bir insanın benimsemiş olduğu partiyi desteklemesi gayet normaldir. Ama bu, benim partimden olanlar iyi diğerleri kötü şekline gelirse çok ciddi problemleri de beraberinde getirir. İnsan, insaflı olmalıdır. Kendi milletinden olanların bazen haksız olabileceğini kabul etmeli, bizden olanlar daima haklıdır gibi genellemelerden kaçınmalıdır.

Bediüzzaman, “menfi fikr-i milliyet’ dediği şey, ırkçılıktır. Irkçı olmayan milliyet ise, ‘müsbet milliyet sınıfına girmektedir!” “milliyet” tanımı ile kasdı budur. Nitekim, sık sık “Milliyetimiz de yalnız “müspet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti”dir” diyerek bunu vurgulamaktadır.

Hadis-i şerifte ferman etmiş:

İslam, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur“.  Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten meneden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda birçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî,

Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan (körü körüne bağlılık) ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvada ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.” Fetih Sûresi, 48:26.

İşte şu hadîs-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.

Netice itibariyle, menfi milliyetçiliğin tarihin ispatiyle çok zararları görülmüştür. Örneğin Emeviler, fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem İslam âlemini küstürdüler, hem de kendileri çok zarar gördüler. İşte menfi milliyetçiliğin neticesi görüldüğü üzere tahriptir, yıkımdır ve felakettir. “Dil, din bir ise millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.

Müsbet milliyet: Buda toplumsal hayatın ihtiyacı dâhilinde meydana gelmektedir. Bireyler, kavimler, cemaatler hatta devletler kendi aralarında yardımlaşma ve dayanışmayı gerektiren faydalı bir kuvvet ve önemli bir ihtiyaçtır. İslam kardeşliğine bir vasıtadır. Ancak İslam milliyeti, İslamiyet’e hizmetkâr olmalı, kal’a ve zırh olmalıdır. Müsbet milliyet, her insanın kendi milletinden olanlara sahip çıkması, onların problemlerini çözmek için gayret göstermesidir. Bu tarz milliyet, diğer milletlerin inkârı ve kötülenmesi değildir, kişinin kendi akrabalarıyla daha yoğun münasebet içinde olması gibi, kendi milletinden olanlarla daha yoğun bir teşrik-i mesai yapması vardır.

Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere “milliyetçi”lik için müspet bir kullanım söz konusu değildir. Bununla birlikte, her nasılsa, Risale-i Nur’un milliyetçiliği ikiye ayırdığı, menfî milliyetçiliğe karşı olup müsbet milliyetçiliği tasvip ettiği şeklinde genel bir hüküm çıkarılmıştır. Aslında “müspet milliyetçilik” değil, söz konusu “müspet milliyet”tir. Bununla da hususan “müspet ve mukaddes İslamiyet milliyeti” kast edilmektedir. Görüldüğü üzere Risale-i Nur, “İslâm milliyetçiliği” dahi önermemektedir. Maharetçe geri bir Müslüman saatçi yerine, mahir bir Rum veya Ermeni saatçiyi tercih gibi, “Emaneti ehline tevdi edin” İlâhî emrine dayanan hakkaniyetli bir tavrı desteklemektedir.

Bediüzzaman diyor ki: “İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.

İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ ”Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” Mâide Sûresi, 5:54.

âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.

CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye (Müslüman unsurlar, milletler) içinde en kesretli (çokluk) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam (bölünme) etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Hâlbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin (övünülecek şeyler) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”(26 mektup/3.mebhas)

Elhasıl, Bediüzzaman’ın dediği gibi:”Milletimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve İmandır.

Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version