Aile İçi Eğitimde Peygamber Metodu

Aile, toplumun sahip olduğu değerleri yansıtan küçük bir aynadır. Toplumda müspet veya menfi olarak bulunan tutum ve davranışlar, ailede yoğun bir şekilde uygulama alanı bulur. Tabir yerinde ise, aile, toplumun kan tahlilinin yapıldığı bir biyo-kimya, bir patoloji laboratuarıdır. Burada her türlü pozitif ve negatif bulguları bulmak mümkündür.

“Aile” kelimesi, sözlük anlamı itibariyle, “geçim sıkıntısı” ve “sarmaşık bitki” demektir. Kelimenin bu etimolojik yapısı, genel olarak ailelerde geçim derdi diye bir problemin varlığına işaret ettiği gibi, aile fertlerinin sarmaşık bitki türü gibi birbirleriyle sarmaş dolaş olmaları, karşılıklı hak-hukuk gözetmede, saygı sevgi göstermede yaprakları iç içe sarılmış bir gül-ü Muhammedi gibi sempatik bir yapıda olmalarının gereğine de işaret etmektedir.

Peygamberlerden bazılarıyla ilgili olarak Kur’an’ın yer verdiği ayetlerde aile içi eğitim örneklerini görmek mümkündür.

Meselâ, Hz. İbrahim’in, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?

Babacığım! Doğrusu, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim.

Babacığım! Şeytana tapma, çünkü şeytan, Rahman’a baş kaldırmıştır.

Babacığım! Doğrusu sana Rahman katından bir azap gelmesinden korkuyorum ki, böylece şeytanın dostu olarak kalırsın” (Meryem 41-45).

Hz. İbrahim’in babasına olan bu daveti, aile içinde “bilen”in, bilmeyene, kendinden yaşça, mevkice, makamca, rütbe ve unvanca ne kadar büyük de olsa, dinî öğretim ve telkinde bulunması gerektiğine güzel bir örnektir. Babasıyla olan münasebette Hz. İbrahim’in nazik tavrı, bu çeşit çalışmaların metodu, tarzı konusunda da ip ucu vermektedir.

Aile içi eğitimin en güzel bir örneğini de hikmet sahibi olmakla tebcil edilen (Lokman 31/12) Hz. Lokman’da buluruz. Cenab-ı Hak, bilhassa çocuk eğitiminde yer verilmesi gereken metot ve muhtevanın esaslarını, Hz. Lokman’ın oğluna nasihat suretinde, onun ağzından naklettiği cümlelerle bize ders vermektedir:

Oğulcağızım, Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk, elbette büyük bir zulümdür.

Oğulcağızım, (yaptığın iyilik) bir hardal tanesi kadar olsa dahi bir kaya içinde, ya göklerde yahut yerin içinde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu getirir. Çünkü Allah latiftir. Hakkıyla haberdardır.

Oğulcuğum namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret. Kötülükten vazgeçirmeye çalış. Sana isabet eden şeylere katlan. Çünkü bunlar kati surette farz edilen umurdandır. İnsanlardan (kibirlenip) yüzünü çevirme. Yeryüzünde şımarık yürüme, zira Allah, her kibir taslayanı, kendini beğenip öğüneni sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Seslerin en çirkini eşeklerin anırışıdır” ( Lokman, 31/ 13, 16-19).

Cenab-ı Hak, yukarıda kaydettiğimiz, Hz. Lokman’ın oğluna olan nasihatlerinin arasında evlatların anne-babalarına gösterecekleri saygı ve hürmetten, bunun öneminden bahsederken bu itaatin hudutlarını da belirtir. Ebeveyn-evlat münasebetlerini gösteren bu ayetlerin mealleri şöyledir:

Eğer onlar/ anne-babaların, hakkında herhangi bir ilmi delil bulunmayan bir şeyi Bana şirk koşman için seni zorlarlarsa kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin…” (Lokman, 31/15. ayet).

AİLE İÇİ EĞİTİMLE İLGİLİ BİR HADİS-İ ŞERİF

Aile efradının tâlim ve terbiyesinin, İslamî sistemde ne kadar önemli olduğunu gösteren bir hadis-i şerifin meali şöyledir: Müslim b. Yesâr anlatıyor:

“Resulullah Aleyhissalatu vesselam, bir seriyyeyi (askerî birlik) sefere gönderiyordu. Bir genç de ortaya atılarak, onlara katılmak istedi. Resulullah: -Ailene (nezaret edecek) bir büyük bıraktın mı? diye sordu. Genç: “Hayır!” deyince: -Ailene dön. Zira cihadın iyisi onlar içindedir” buyurdu.

Burada vurgulanması gereken incelik, Resulullah’ın sulh zamanında değil, askerî bir sefer sırasında bunu söylemiş olmasıdır. Evet bir kere daha hatırlatmanın yeridir: İslam aile içerisinde, aile efradının terbiyesine yönelik gayretleri “en büyük cihat” olarak vasıflandırmıştır.

Söz buraya gelmişken, savaşa gidildiği zaman, halkı aydınlatacak kimselerin geride kalıp ilim tahsiline devam etmelerini emreden ayet-i kerimeyi de hatırlatmamız gerekmektedir (meâlen):

Müminler toptan savaşa çıkmamalıdırlar, her topluluktan bir taifenin, dini iyi öğrenmek ve milletlerini, geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı! Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler” (Tevbe 9/122).

AHİRETE ENDEKSLİ AİLE HAYATI

İnsanın her zaman yakasına yapışan iki soru söz konusudur.

Birincisi, sıkıntı, ızdırap, musibet sorusudur. Bunların cevabı ise, sabırdır, tahammüldür, hoşgörüdür.

İkinci soru ise, sevince medar olan sağlık, bolluk, ferahlığa dair imtihan sorularıdır. Bunun cevabı ise, şükür ve memnuniyet ifadesidir.

Bu açıdan bakıldığında, insanın ruh cevherini ortaya çıkaran insanı Kabe-i kemâlâta yükselten en müsait zemin aile hayatıdır. Eğer, aile fertleri bu pencereden hayatlarına bakarlarsa çok daha toleranslı çok daha hoşgörülü davranış sergileyeceklerinde şüphe yoktur. Ancak, bu zor işi başarmanın en önemli faktörü ahirete endeksli bir hayat çizgisini takip etmektir. Çünkü, karşılıklı sevgi, saygı, samimiyet, hoşgörü, tahammül, katlanma ve tolerans kültürü, mevcut birlikteliğin uzun veya kısalığına göre değişkenlik arzedecektir. Bu sebeple, geçici, fani, muvakkat, bir perspektif üzerine kurulan bir aile hayatının samimiyeti o nispette zayıf kalır.

Pencerelerini ahirete açmış bir aile yuvası ebedi bir arkadaşlık üzerine kurulduğu için, her türlü tolerans ve tahammül kültürünün yeşermesine en uygun bir zemindir. Böyle bir zeminde oturan fertlerin karşılıklı saygı ve sevgileri, tahammül ve hoşgörüleri en zirve noktada kendini gösterir. Ne mutlu o aile fertlerine ki, birbirlerine cennet yolunu göstermekte yarışırlar. Müjdeler olsun ahirete endeksli hayata yapışan, yapmacık tavırlar yerine samimi davranışlar sergileyen aile fertlerine!..

Doç. Dr. Niyazi Beki /Zafer Dergisi

Biraz Mühlet Versin, Bundan Ne Çıkar?

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

“De ki: Dini inkâr edenlere Rahman biraz mühlet versin, bundan ne çıkar?

Ama işin sonunda, onlar kendilerine vâd olunan azabı veya kıyameti görünce işte o zaman öğrenecekler: kimmiş mevkii daha düşük ve kimmiş asker ve maiyyeti daha zayıf! ”

[Meryem Suresi 19,75]

……….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Bismillahirrahmanirrahim

Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi Vessellem buyurdular ki:

“Benim misalimle sizin misaliniz, şu temsile benzer:

Bir adam var ateş yakmış. Ateş etrafı aydınlatınca pervaneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar.

Adamcağız onları kurtarmaya (mani olmaya) çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak çoklukla ateşe atılırlar.

Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe düşmemeniz için belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe ateşe koşuyorsunuz.”

(Buhari, Rikak 26)

.…….

Risale-i Nur’dan;

Ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum.

(Sözler’den)

…….

Cevşen’den ;

44.
Allah’ım, ben, ismin hakkına senden diliyorum;
Ey (hakikat âşıklarının) sevgilisi,
Ey (bütün dertlerin) tabibi,
Ey (yarattıklarına) yakın,
Ey (kullarını) gözeten,
Ey (kulların amellerinin) hesabını gören,
Ey heybet ve vakar sahibi olan,
Ey (iyi amellere) sevap veren,
Ey (duaları) icabet eden,
Ey (her şeyden haberdar olan,
Ey (her şeyi) gören!
Münezzehsin sen,

Ey kendisinden başka bir ilah olmayan…
Kurtar bizi ateşten ey Rabb’im!

www.NurNet.Org

Muzdarip Bir İnsanla Gönül Sohbeti

Muzdarip ve gariptim. Sıkıntımı paylaşmak için bir ortam ve bir zemin arıyordum. Bir cami avlusunda oturmuş iki kişinin sohbetlerine kulak misafiri oldum. Çok mütevazi, mütevazi oldukları kadar da dertli insanlar. Biri, arkadaşına diyor ki: “Oğlum ile gelinim arasında bir sıkıntı var. Gelinimden de çok memnunum. Bir maslahat arıyorum?

Çaresizlik içinde kalan bu adam, yanındaki arkadaşından bir fikir, bir yardım beklediğini hissettim. Arkadaşı da, sanki bir hekim, derdine bir tılsım bulmuş veya mazlum bir insanı savunacak bir dava vekili gibi yerinden doğruladı “Bak kardeşim, bu işler çok basit, yöremizde muskalarıyla namideğer birçok hocalar var, onlara gitsene.” dedi.

Muzdarip adam da, “Arkadaş!  Hiç bir yer bırakmadım, hocalara gittim. Cincilere gittim. Hatta Hıristiyan papazlarına kadar gittim. Her kime gittiğimde bir sürü masraf, elemeği istemişler “bu bizim işimizdir, şimdiye kadar yanlış yere gitmişsin, niye daha önce bana gelmedin, çare yeri benim divanimdır” dediler. Ben de iyi ki bu hocaya veya bu cinciye gelmişim, deme ki aradığımı yeni bulmuşum. Gerçekten umutla, sıkıntımın bertaraf olacağını ha bugün ha yarın derken… Tam, beş sene hep böyle hülyalarla zamanım geçti. İnançlıydım, muskacılara, cincilere ve papazlara inanmıyordum. Yöremin baskısı ile hep bu batıl işlere tevessül ettim. Cenab-ı Allah taksiratımızı affetsin.

Arkadaşı dedi  “bu cinci mincilerle çok uğraşmışsın, varsa bir hatıranı bize anlatsana“:

Muzdarip adam söze şöyle başladı, efendim ne söyleyeyim, hatıra bir değil, iki değil, beş yıldan beri çektiğim çileli hayatımda elbette birçok hatıralarım vardır. Kıssadan hisse bir tanesini size anlatayım.

“Bir gün sabah namazından sonra bir arkadaşımla bölgede tanınmış bir cinciye gitmeye karar verdik. Cinci efendinin evi iki katlı bir binada, cinci tek başına alt katta kalıyormuş, biz ise yanlışlıkla bir üst kata çıktık, kapıyı çaldık, evin sahibi, “Kim o? “ dedi. Biz şeyh efendinin ziyaretine gelmişiz, yaşlı bir adam kapıyı açtığı gibi hakaret etmeye başladı, “Nedir sizden ve şeyhinizden çektiğimiz? yeter…! Artık yeter..!” Yüksek sesle bağırıp çağırınca, anlaşıldı ki bu adamı bizden evvel de rahatsız edenler olmuştur. Yoksa bize niye hakaret etsin? Her neyse, adres doğru, kapı numarasından bir yanlışlık olmuş, kusurumuzu beyan ederek oradan ayrıldık.

Bu kadar yol gelmişiz boş dönmek olmaz. “İlk gittiğimiz yer şeyhin evi olmadığına göre alttaki ev şeyhindir” dedik. Gene de temkinli ve yavaş yavaş cinci efendinin evinin penceresine vardık, evin içinden anlaşılmayan bir ses bir sohbet vardı, merak ettik. Şeyhin yanında da kimsenin olmadığına göre cinlerle konuşuyor dedik, bu fırsatı yakalamış iken hemen içeri girmeye karar verdik.

Velhasıl kapıya doğru yürüdük, kapı yarı açık, sanki bize buyurun diyordu. İçeri girdik. Cinci efendi somyanın üzerinde oturmuş teybi de yanı başında: Meğerse cinci efendi gürültü patırtımızı duymuş o da bize bir rol yapmak için daha evvel hazırladığı kaseti çalıyormuş. Bizde cinlerle sohbet ettiğini tahmin etmiştik. Birden bizi içerde görünce yaptığı oyun da bozuldu, Şeyh efendi yüzümüze bile bakmadan “Gidin yarına kadar cinlerimle görüşeceğim. Hakınızda cinlerimin verecekleri bilgiyi de yarın size söylerim” Dedi. Sürekli muskacıya, cinciye gitmek artık bana gına gelmişti, bıkmıştım, hepside boş, yalan ve kandırmacadan ibaret olduğunu anlamıştım. Ama gene bir umut, bir umut çaresizlikten bunlara gidiyordum. Kader bu..! Kader, kardeşim, ne yapayım?” deyince;

Bir dinleyici olarak çok sabır etmiştim, suskunluğumu bozdum. Artık müsaade isteyerek sohbete iştirak etmek istedim. Dedim ki, Evet, bir rahatsızlık var ama tedavi şekli yanlıştır. Şimdiye kadar anlattığınız hocaların muskaları da Cincilerin, Cinleri de hepsi de hurafe ve batıldır. Cenab-ı Allah demiş ki. “Dua ediniz ki duanıza cevap vereyim.” Allah’tan başka kimseye el uzatılmaz.

Muzdarip adam, “Arkadaş vallahi ben çok dua ettim, birçok ziyaret ve hoca dolaştım. Beş seneden beri dua ediyorum, bir türlü duam kabul görülmedi ne yapayım” Dedi.

O zaman Kur’an’ı, Sünnet ve Müçtehitleri dinleyelim. Bak dua hakkında ne diyorlar. Asrımızın müceddidi ve müçtehidi Bediüzzaman, dua hakkında şöyle diyor: Duanın tesiri büyüktür. Özellikle dua devam ederse netice vermesi galiptir, hatta âlemin yaratılış sebebinin birisi de duadır. Duaya devam et, dua hem ibadettir, hem de tekrarı iyi ifade etmek ve sağlamlaştırmaktır. İnşallah bir gün kabul olur dedim.

“Dua eden adam anlar ki, biri var; Onun hatırat-i kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.” (Mesnevi Nuriye)

“İnsanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla her ne sual edilirse -velev ki fasık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir.” (Mesnevi Nuriye,S.378)

Bediüzzaman, gene diyor ki; Dua bir sır-ı ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarını, esteğfirullah ve sübhanellah ile ilan etmektir. Dua bir ibadettir. Dualar ibadetin yapılması için birer vakittirler. Mesela, güneşin tutulması durumunda kılınan iki rekâtlık nafile namazı (küsuf namazı) veya yağmursuzluk, yağmur namazına birer vakittir.

Zalimlerin tasallutu ve belaların gelmesi bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler kaldıkça o namazlar ve o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevi maksatlar hâsıl olursa nur ala nur. İstek yaptın, duanla beraber istek yerine gelmedi diyemezsin. “Henüz vakit inkıza (sonu gelme) etmemiş, duaya devam lazımdır” diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların başlangıcıdır. Neticesi değildir.

Her yapılan dualara Cenab-ı Allah’ın cevap vermesi, kabulün ta kendisi değildir. Duaya cevap verilir, cevapsız bırakılmaz. Talep edene yardım, ancak cevap verenin gayesine bağlıdır. Mesela, doktoru çağırdığın zaman “Ne istersin?” diye cevap verir. Fakat bu yemeği veya bu ilacı bana ver” dediğin vakit, bazen verir, bazen hastalığına, mizacına uygun olmadığından vermez.

Devamında, Bediüzzaman şöyle diyor: Dua bir ibadettir. Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile ilân eder. Zahiri maksatlar ise, o duanın ve o ibadet-i duayenin vakitleridir; hakiki faydaları değil. İbadetin faydası, ahirete bakar. Dünyevi maksatlar hâsıl olmazsa, “O dua kabul olmadı” denilmez. Belki “Daha duanın vakti bitmedi” denilir. (24. Mektubun Zeyli)

Elhasıl: İnsan zayıftır, hata yapar, neticesini de sebeplere havale eder. Bediüzzaman, “Esbap bahanelerdir, vesait de perdelerdir.” der. Demek ki sebepler birer araçtırlar. Sebepleri yaratan Cenab-ı Allah’tır. Sebeplere sebebiyet veren ise gene insandır. Aleyhimize ittifak eden sebeplerin bir araya gelmeleri bir kusurumuzun neticesi olduğunu bilmek lazımdır.

İnsanın maruz kaldığı sıkıntılar belki bir günahına kefaret olur. Halis bir niyetle duaya devam et, Cenab-ı Allah inşallah duanı kabul eder. Peygamber-i Zişan (sam), “mü’minlerin sıkıntılarından dolayı hüzünlendiği ve huzurlu olmalarıyla sevindiğini” işte böyle bir Şafii’mizin olduğunu bil ve onu şefaatçi yap, muzdarip olduğun bu sıkıntılardan inşallah kurtulursun. Dedim.

Bu halis niyetli, mazlum ve muzdarip adam tamamen kadere teslim oldu ve duanın sırını anlayarak, “esbab-ı kabul dairesinde duaya devam” dedi. Zaman zaman bu gönlü kırık, inançlı adamı gördüğümde, “hacı abe durum berkemal, yoksa duaya devam” latifeme karşılık “yeğenim duamın kabulü Kemalimdendir. Ne zaman kâmil dua etme faziletine erişebilirsem o zaman duam inşallah kabul olur” diyordu.

Elhamdülillah, hacı efendi duanın meyvesini beş ay sonra şükür çığlıkları ile dost ve sevdiklerine tebşir etmeye başladı. Hacı abe ne oldu bize de bu sırrı anlatsana:

Evet, Cenab-ı Allah Kadir’dir, (gücü her şeye yetiyor) Kerim’dir, (İkram sahibidir) Cemal’dir (güzeldir, güzel şeyleri yapıyor) Sem’i dir, (her şeyi işitiyor) Basir’dir (Her şeyi görüyor) Samet’tir (her şey ona muhtaçtır. O ise hiçbir şeye muhtaç değildir.) Haza min fedli Rabbi” diyen Hacı ağabeyimizin, bu teslimiyetine ve bu tevekkülüne karşı gözlerimde akan yaşlar, hissiyatıma tercüman oluyordu, Cenab-ı Allah bu muzdarip adamın duaları hürmetine, aile birliğini devam ettirsin. Seyyiatlarını, hasenatlarına tebdil etsin. Âmin…

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Bediüzzaman ve Nur Talebeleri

Üstad Bediüzzaman ve sonra talebeleri
Dünyaya ilan etmişler büyük hakikatleri

Hakikati Kuran’iye etrafında dönmüşler
İman hakikatlerini tamamıyla görmüşler

Gaye ölünceye kadar onlara hizmet etmek
Bu Hakikati Kübrayı dünyaya ilan etmek

Dalalet ve zındıkanın en azgın devresinde
Böyle müthiş ve çok ağır şartlar içerisinde

Bütün bu gizli dinsizlik fesat komiteleri
Büyük tahribat yapıyor bu faaliyetleri

O zaman âlem-i İslam maddeten çok fakirdi
Dönemin Firavunları İslam’a karşı birdi

İşte böyle bir zamanda bu Zat meydana çıkar
Eli kolu bağlı iken bütün putları yıkar

Dehşetli bir esarette eserleri yazıyor
Kuran’dan aldığı dersi insanlara okuyor

O zaman Arapça harfler yasak da edilmişti
İlgili matbaaların hepsi kapatılmıştı

Üstad Bediüzzaman’ın malı serveti yoktu
Mevcut dünya metaıyla hiç alakası yoktu

Risaleleri el ile yazarak çoğaltanlar
Ancak ihtiyaçlarını zor temin ediyorlar

Yazanlar karakollara hemen götürülüyor
Onlara eziyetler ve işkence yapılıyor

Din adamlarını asıp idam ettiriyorlar
İnsanları korkutarak gözdağı veriyorlar

Dindar insanlar sükûta mahkûm ettirilmişti
İslami dersleri vermek kesin menedilmişti

İslam’ı ruhsuz bir ceset yapmak istiyorlardı
İslam’ın uyanmasını hiç istemiyorlardı

Risale dersini alan o Nur Talebeleri
İslami cesaret alıp olmuşlar iman eri

Risale-i Nur’u gaye edinen bu insanlar
Her birisinin kuvveti olmuş yüz adam kadar

Bu da halkın üzerinde çokça tesir yapmıştır
İnsanlarda uyanıklık husule getirmiştir

Dinsizliğin şaşaalı o taarruzlarına
Karşı gelip şahlanmışlar imanları uğruna

Üstad’larıyla beraber korkmadan canlarını
Feda edip kurtarmışlar güçlü imanlarını

Risale-i Nur’ları pür dikkatli okuyanlar
Hiçbir beşeri eza ve cefadan korkmuyorlar

İslam ve iman uğrunda katiyen yorulmazlar
Musibetler karşısında tahammülsüz olmazlar

Hapse memnuniyetle ve iftiharla girerler
Allah için gerekirse ölüme de giderler

Zahirde zararlı gibi görünen bu hizmetler
Hakikatte ise rahmet oluyor bu zahmetler

İman hizmeti uğrunda ne yapsalar hayırdır
Bütün bu çalışmaları onlar için ecirdir

Ey Allah’ım bu Cemaat bütün Sana emanet
Aciz kulun Tanyeri’yi lütfünle hidayet et

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Hz. Musa’nın, Azrail (A.S)’a Tokat Vurması

Ebu Hureyre (ra) dan rivayet, Resul-i Ekrem (asm) ferman etmiş ki: Melekül Mevt (yani Azrail) Musa Aleyhisselama ruhunu kabzetmek için gönderilmiş. Hz. Musa’ya geldiği zaman, O’na tokat vurmuş, bir gözü çıkmış. Azrail Aleyhisselam Rabbine dönmüş, demiş ki: “Beni öyle bir kula gönderdin ki, ölümü istemiyor.” Cenabı Hak tekrar ona gözünü iade etmiş.

Allah Teâlâ ölüm meleğini Musa’ya ruhunu kabzetmek için göndermemiş; ancak ve ancak imtihan için göndermiştir.

Nitekim ALLAH Teâlâ Halil İbrahim (Aleyhisselâm)’a oğlunu kesmesini emretmiş, fakat bunun hakikaten kasdetmemiştir. Eğer Musa (Aleyhisselâm) tokat vurduğu vakit onun ruhunu kabzetmek isteseydi, murad ettiği olurdu. Musa (Aleyhisseiâm) şeriatında tokat vurmak mubahtı. Kendisi yanına giren bir adam görmüş. Onun ölüm meleği olduğunu anlamamıştı. Bizim Peygamberimiz de izinsiz bir müslümanın evine bakan kimsenin gözünü çıkarmayı mubah kılmıştır. Hz. Musa’nın ölüm meleğini tanıdığı halde gözünü çıkarması imkânsızdır. Melekler İbrâhim (Aleyhisselâm)’a da gelmiş, O dahi ilk görüşde onları tanıyamamıştı. Tanımış olsa kendilerine dana eti takdim etmesi muhal olurdu. Çünkü melekler yemek yemezler.

Aşağıdaki güzel videoyu izlemeden kısa bir açıklama ;

Bu hususta üç meslek var:

Birinci meslek: Azrâil Aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mâni olmaz. Çünkü nuranîdir. Nuranî birşey, hadsiz aynalar vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülâtı, o nuranî zâtın hassasına mâliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin aynalardaki misalleri güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi, melâike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı aynalarında misalleri, onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler. Fakat aynaların kabiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasıl ki Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde Sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı Âzam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş.

İşte, şu mesleğe göre, kabz-ı ruh vaktinde insanın aynasına temessül eden melekü’l-mevtin insanî ve cüz’î bir misali, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulü’l-azm ve celâlli ve hiddetli bir zâtın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü’l-mevtin libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makuldür.

İnsanın ruh aynasında yansıyan Azrail (as)’in hakiki vücudu değil, hakiki vücudun aynadaki basit bir yansımasıdır. Hazreti Musa (as) bu yansımadaki surete tokat attığı için, Azrail (as)’in hakiki vücudundaki gözü değil, bu aynada yansıyan suretin gözünü çıkarmış oluyor. Bu birinci mesleğin görüşüdür ki; Risale-i Nurların tarzı bu şekildedir.

İkinci meslek odur ki, Hazret-i Cebrâil, Mikâil, Azrâil gibi melâike-i izâm, birer nâzır-ı umumî hükmünde, kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, envâ-ı mahlûkata göre ayrı ayrıdırlar. Sulehânın (Haşiye 1 ) ervâhını kabzeden başkadır, ehl-i şekavetin ervâhını kabzeden yine başkadır. Nasıl ki,

-1-

âyeti işaret ediyor ki, kabz-ı ervâh eden, taife taifedir. Bu mesleğe göre, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâma değil, belki Azrâil’in bir avenesinin misalî cesedine, fıtrî celâletine ve hulkî celâdetine ve Cenâb-ı Hakkın yanında nazdar olmasına binaen, ona bir tokat aşk etmek gayet makuldür. Haşiye2

HAŞİYE 1:  Bizde “Seydâ” lâkabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervâh-ı evliyanın kabzına müekkel melekü’l-mevt gelmiş. Seydâ, bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervâhına müekkel, mahsus taife ruhumu kabzetsin” diye dergâh-ı İlâhiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahit olmuşlar.

HAŞİYE 2:  Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde melekü’l-mevti görmüş, demiş: “Beni yatak içinde yakalıyorsun!” Kalkmış, atına binmiş, kılıcını eline almış, ona meydan okumuş. Merdâne, at üstünde vefat etmiş

Bu mesleğe göre dört büyük meleklerden her biri bir vazifeden sorumlu bakan gibidir. Bu bakanların raiyetinde binlerce memur ve vazifeli vardır. Azrail de (as) insanların ruhlarını almakla sorumlu bir bakandır. Emri altında sayısız vazifeli ve memuru vardır. Bu vazifeli memurlar onun adına insanların ruhlarını alıyorlar. Tabi bu memurlar insanların ameline göre ayrı ayrı düşüyorlar. Kafirlerin ruhu için ayrı, Müminlerin ruhu için ayrı vazifeli memurlar vardır. İşte Hazreti Musa’nın (as) tokat attığı ölüm meleği, Azrail (as) değil, onun bir memuru olan melektir.

Üçüncü meslek: Yirmi Dokuzuncu Sözün Dördüncü Esasında beyan edildiği gibi ve ehâdis-i şerifenin delâlet ettiği üzere, “Bazı melâikeler var ki, kırk bin başı var. Her başında kırk bin dili var (demek seksen bin gözü dahi var). Herbir dilde kırk bin tesbihat var.”

Evet, madem melâikeler Âlem-i şehadetin envâına göre müekkeldirler, Âlem-i ervahta o envâın tesbihatlarını temsil ediyorlar; elbette öyle olmak lâzım gelir. Çünkü, meselâ küre-i arz bir mahlûktur, Cenâb-ı Hakkı tesbih ediyor. Değil kırk bin, belki yüz binler baş hükmünde envâları var. Her nevin, yüz binler dil hükmünde efradları var, ve hâkezâ…

Demek, küre-i arza müekkel meleğin kırk bin, belki yüz binler başı olmalı ve her başında da yüz binler dil olmalı, ve hâkezâ…

İşte bu mesleğe binaen, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâmın her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Hazret-i Azrâil Aleyhisselâma tokat vurması, hâşâ, Azrâil Aleyhisselâmın mahiyet-i asliyesine ve şekl-i hakikîsine değil ve bir tahkir değil ve adem-i kabul değil; belki vazife-i risaletin daha devamını ve bekasını arzu ettiği için, kendi eceline dikkat eden ve hizmetine sed çekmek isteyen bir göze şamar vurmuş ve vurur.

Bu fikre göre de; her bir meleğin suret ve vücudu, vazifeli olduğu işin mahiyet ve kemiyetine göredir. Çok büyük ve kemiyetli bir vazife ile vazifelenmiş ise; suret ve şekli de ona göre büyük ve kemiyetli oluyor. Azrail (as) bir anda milyonlarca ruhu almakla mükellef olduğu için, Allah, Azrail’e (as), ya bu ruhlar adedince misali göz ve teveccüh vermiştir. İşte Hazreti Musa (as)’in tokat attığı göz, Azrail (as)’in hakiki gözü ve sureti değil, misali gözlerinden bir tanesidir.(Sorularla Risale)

Her hafta sıcak bir aile ortamı gibi devam eden Keşan’daki Nur derslerine bir yenisi daha eklendi. Devamını Doç.Dr.Şadi EREN Hocamızın Risalelerden anlatımıyla devam edelim…

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version