Hacı Ali Köprücü Hakka Yürüdü

Diyarbakırlı Nur Talebesi Hacı Ali Köprücü, 25.04.2011 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Vefat ettiği 95 yaşına kadar maddi manevi himmetiyle Risale-i Nur hizmetinin içinde bulunan Ali Köprücü, Merhum Bekir Berk Ağabey ile birlikte Risale-i Nur talebelerinin mahkemelerine katılmıştı.

Ali Köprücü, 26.4.2011 günü öğle namazını müteakip Üniversite Fetih Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Ali Pınar Mezarlığında defnedilmiştir. Merhuma Allah’tan rahmet, dost ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

Cenazeden kısa bir kesit:



Hz. Nuh’un Gemisi

NUH’UN GEMİSİ deyince hemen Nuh Tufanı hatırlanır ve arkasından da bir takım sorular gelir: Nuh Tufanı bütün yer yüzünü kaplamış mıdır? Nuh Aleyhisselâm, gemiye koyduğu her canlı çiftini nasıl temin etmiştir? Tufan sonrasında gemi nereye oturmuştur?’ gibi. Nuh Aleyhisselâmın hadisesine, büyük Semavi Kitaplar yer verir. Ancak bu Kitaplarda olayın bütün ayrıntılarına inilmediği için, burada bir takım yorum ve değerlendirmeler yapılır. Bazı Hıristiyan araştırıcılar, Tufanın bütün yer yüzünü kapladığını ve gemiye bütün canlı çeşitlerinin alınmış olduğunu ileri sürerler. Hz. Nuh; Kur’an’da ve Tevrat’ta, peygamberler arasında anılır.

Hz. Nuh’un, insanlık tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Hz. Âdem’den sonra O’nun çevresindeki sınırlı sayıda kimse ile insanlık yeniden yer yüzünde yayılmış ve genişlemiştir. Peygamber olarak gönderildiği kavmi, ‘Nuh Tufanı’ olarak bilinen büyük bir musibete maruz kalmıştır. Bu tufan hadisesine Kur’an-ı Kerim’de muhtelif surelerde yer verilir.

‘Artık ona vahyettik ki, bizim gözlerimizin önünde (muhafazamız altında) bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap. Vaktaki emrimiz gelir de tennur kaynamaya başlarsa, hemen o gemiye her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de, içlerinden, daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma. Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır.’ (1)

Cenab-ı Hak, bu geminin kendi yardımıyla yapılacağını bildiriyor. Bazı tefsir âlimleri de bu âyetten, geminin yapımında, Nuh Aleyhisselâma Cebrail (A.S.)’ın yardımcı olduğunu anlatmışlardır. (2)

Tennur’un ateşlenmesi, tandır olarak dilimize geçen ve fırın manasına kullanılan ekmek pişirilen yerden suların fışkırdığı zaman şeklinde yorumlanabildiği gibi, geminin buharlı bir gemi olduğu ve bununla buhar kazanının ateşlendiği şeklinde de ifade edilmiştir.(2)

Yer yüzünde buharlı geminin 1700’lü yıllarda kullanılmaya başlandığı hatırlanırsa, Hz. Nuh’un gemisinin bize insanlık tarihini anlama bakımından çok önemli ipuçları sunduğu söylenebilir. Nuh Aleyhisselâma, Tennur kaynamaya başlarsa, vakit geçirmeden hemen her canlıdan birer çift alması emrediliyor. Hz. Nuh, yolculuk esnasında ihtiyaç duyacağı evcil hayvanlardan; tavuk, koyun, keçi, deve, sığır ve at gibi varlıkları almış olmalıdır. Yoksa, kelebekten karıncaya, yılandan köstebeğe varıncaya kadar bütün canlıların gemiye alınmasına ne gerek, ne ihtiyaç ve ne de zaman vardır. Bu olayda suların hem yerden fışkırdığı ve hem de gökten indiği bildirilir. ‘Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Ve yeri de pınarlar halinde fışkırttık. Artık su, takdir edilmiş bir emre binaen birbirine kavuşuverdi. Nuh’u da tahtalardan yapılmış, çivilerle çakılmış gemiye bindirdik.’ (3)

Tufan sonunda geminin Cudi dağına oturduğu belirtilir: ‘Kafirler boğulduktan sonra yerle göğe ‘Ey yer suyunu yut ve sen ey gök suyunu tut!’ diye emir buyuruldu. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cudi üzerinde yerleşti ve ‘Kahrolsun zalimler’ denildi.(4)

Cudi, Türkiye’nin Güneydoğusunda Şırnak dolaylarında 2000 m. yüksekliğinde bir dağdır. Hz. Nuh’un Irak dolaylarında irşatta bulunduğu, Cudi ismiyle Musul, Cizre ve Şam’da da birer dağın mevcut olduğu ve geminin de bu havalide bulunduğu rivayeti de vardır. (5)

Cudî, kelimesinin özel isim değil de sıfat olarak kabul edilmesi halinde, ‘bereketli, münbit yer’  anlamına geleceği, Nuh Aleyhisselâmın da; ‘Yarabbi! Beni bir mübarek menzile indir’ (6)  duasında bulunduğu, dolayısıyla geminin verimli bir arazinin yakınına inmiş olabileceğinden de söz edilir.(7)

Tevrat’ta bu geminin Ararat (Ağrı) dağına yerleştiği bildirilir. (8)  Hz. Nuh’un gemisinin Ağrı dağında olması mümkün değildir. Çünkü, bu dağın yüksekliği 5165 m. dir. Devamlı buzla kaplı olan bu dağın tepesine, gemiden inecek insanlar burada nasıl hayat sürdüreceklerdir? Zirvede çok azalan hava basıncı sebebiyle biyolojik olarak normal hayatın devamı âdeta imkânsızdır. Kutsal kitaplarda Hz. Nuh’un, dünyanın hangi bölgesinde yaşadığı ve Tufan olayının nerede geçtiği hakkında açık bir hüküm yoktur.

Kur’an, Nuh kavminin putlarıyla alâkalı olarak şunu ifade eder: ‘Ve dediler ki: Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Ved’den, Suvâ’dan, Yegus’tan, Ye’uk’tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin!’ (9)  Bu isimdeki putlara Arabistan’da rastlanmakla beraber, Mezopotamya ilâhlarına ait ay ve yıldızları sembolize eden mahalli isimler olduğu, buradan hareketle Nuh kavminin Mezopotamya bölgesinde bulunmuş olabileceğine hükmedilir.(10)

Kur’an-ı Kerim’de, Tufanla ortadan kalkan Nuh kavminin topraklarına önce Âd kavminin daha sonra da Semud kavminin mirasçı geldiği ve bu yerin de İrem şehri olduğu belirtilir: ‘Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaradılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa eresiniz.’ (11)

Âd kavminden sonra da aynı yere Semud kavminin getirildiği belirtilir. ‘Düşünün ki, (Allah) Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi.Ve yer yüzünde sizi yerleştirdi.’ (12)  ‘Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzerleri yaratılmamış İrem şehrine, o vadide kayaları yontan Semud kavmine.’ (13)

İrem şehrinden Tevrat’ta da söz edilir. Dolayısıyla Nuh kavminin Tufandan önce yaşadığı yerin İrem şehri olması kuvvetle muhtemeldir. Bu yerleşim yerinin Lut Gölü’nün güneybatısında Edom’un merkezi olduğu bildirilmektedir.(14)

Tufandan sonra Nuh Aleyhisselâmın, yanındaki az sayıdaki kimse ile Mezopotamya’nın Ur şehrine yerleştiği kanaati hakimdir. Kur’an-ı Kerim de bunların az sayıda olduğuna dikkati çeker: ‘..Zaten beraberinde iman eden pek az insan vardı.’ (15)

Tevrat’ta ve Yahudiliğin ikinci derecede kutsal kitabı Telmud’un haberlerinde, Hz. İbrahim’in büyük dedesinin Nuh Aleyhisselâm olduğu, ve O’nun ölümüne kadar yanında Ur şehrinde kaldığı belirtilir.(16)  Hikmet cihetiyle bakıldığı zaman Nuh Tufanının, sadece Nuh kavminin yaşadığı bölgeleri içine alacak şekilde meydana gelmiş olması beklenir. Nitekim, bu kavimden sonraki Lut, Âd ve Semud kavimlerine gelen musibetler de, sadece o kavimlerin yaşadığı bölgelerde görülmüştür. Eldeki veriler, getirilen yorumlar ve genel kanaat, Nuh kavminin Lut Gölü çevresi ile Mezopotamya arasında olduğu yönündedir. Dolayısıyla Nuh Tufanın da bu bölgeyi içine alacak tarzda meydana gelmesi muhtemeldir. Bu Tufanının bütün yer yüzünü kaplamış olmasının hiçbir mantıklı açıklaması yoktur. Hz. Nuh (A.S.) yaşadığı devirle ilgili açık bir belge olmamakla beraber, Tevrat haberlerine dayanarak, bunun Milâttan Önce 22. veya 21. yüzyıllarda olabileceği belirtilir. (17)

Tevrat’ta Hz. Nuh’un torunu Azer’in oğlu İbrahim’in Tufandan 292 yıl sonra doğduğu ve büyük dedesi Hz. Nuh’un yanında büyüdüğü ve 15 yaşına geldiğinde Hz. Nuh’un vefat ettiği bildirilir. (18)  Hz. Nuh’un gemisinin karaya çıkışıyla alâkalı olarak bazı araştırıcılar Milâttan Önce 2347 yılını19, bazıları da 2650 yılını vermektedirler (20). Bunlara dayanarak Nuh Tufanının Yaklaşık olarak Milâttan 2500 yıl önce meydana gelmiş olabileceğini söylemek mümkündür.

Sonuç olarak denilebilir ki, Nuh Tufanı, günümüzden yaklaşık 4500 yıl önce, Lut Gölü’nün güneybatısında bugünkü Edom’un merkezi olan İrem şehri ve çevresinde cereyan etmiş, gemiye kendilerine ihtiyaç duyulacak evcil hayvanlardan bir erkek bir dişi olmak üzere birer çift alınmış, Tufan sonrasında gemi Mezopotamya civarında bir dağa oturmuş, gemidekiler de Nuh Aleyhisselâmla birlikte Mezopotamya’daki Ur şehrine yerleşmiş olmalılar.

Prof. Dr. Adem Tatlı / Zafer Dergisi

 

DİPNOTLAR: 1-Müminun /27 2-Bilmen, Ö.,N. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâli lisi ve Tefsir. 1971, 5.cilt,s 143 3-Kamer/11-13; 4-Hud / 44; 5-Yıldırım, S. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâli, 1997; 6-Müminun/29; 7-Sarıkçıoğlu, E. Dinler Tarihi. Isparta, 2000, s.65; 8-Tekvin, 4,8; 9-Nuh/23; 10-Höfner, M. Die Voislamische Religionen Arabiens. Stuttgart, 1970; 11-A’raf/69; 12-A’raf / 74; 13-Fecr / 7; 14-Davis, D.J.The Westminster Dictionary of The Bible. Philadelphia, 1944, s.267; 15-Hud / 40; 16-Tevrat, Tekvin, XI,26; Talmud, 31 vd.; 17-Bucaille, M. Tevrat, İnciller ve Kur’an. Terc. M.Ali Sönmez. Konya, 1979,s.61; 18-Tevrat, Tekvin,36,43; 1.Tarih l, 54; 19-Günel, A. Türkiye Süryanileri tarihi; 20-Sarıkçoğlu, E. Kur’an ve Arkeoloji Işığında Hz. Nuh ve Tufan Olayına Yeni bir Yaklaşım. İslam Araştırmaları Dergisi, Cilt 9, sayı:1-4, 1996, s.20

 

Balarısı

Balarısı, kâinat kitabının pek büyük âyetlerinden biri olduğu gibi, Kur’ân’ın da âyetleri içinde yer almış hattâ uzun bir sûresine (Nahl Sûresi) adını da vermiştir.

Bu sûre içinde, bizi balarısı üzerinde uzun uzun düşünmeye çağıran âyetlerde şöyle buyurulmaktadır:

Rabbin balarısına vahyetti: “Dağlardan, ağaçlardan, insanların kurduğu kovanlardan kendine evler edin. Sonra her türlü üründen ye de, Rabbinin sana müyesser kıldığı yollara çık.” Karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlara bir şifa bulunur. İşte bunda düşünenler için bir ibret var. (Kur’ân, 16:68-69.)

BALARISI hakkında özellikle son yüzyıl içinde elde ettiğimiz bilgilerin ışığında bu âyetin incelenmesi, bizi ilginç bir tespite götürüyor:

Tabiatta karşımıza bir mucizeler paketi olarak çıkan balarısı, kitapta da aynen böyle çıkmıştır.

Yukarıdaki iki âyeti bütün kelimelerini ve harflerini içerecek şekilde incelemek, bu sayfaların hacmini aşacağı ve daha ziyade bir tefsir çalışmasını andıracağı için, bu kadar büyük bir yükün altına girmeye teşebbüs etmeden, sadece birkaç ana nokta üzerinde durmakla yetineceğiz.

Birincisi: Âyette, “Rabbin balarısına vahyetti” ifadesinden sonra, doğrudan doğruya balarısına yönelen İlâhî ilham, muhatabın cinsiyeti hakkında bir ipucu verecek şekilde nakledilmiştir. Türkçeye “evler edin ve yollara çık” deyimleriyle çevirmeye çalıştığımız bu ifadelerde, dilimizde bulunmayan bir dişilik eki kullanılmıştır. Gerçekten de, bu emirlere muhatap olan ve onları kusursuz bir şekilde yerine getiren balarıları, kitabımızın başından bu yana görüldüğü gibi, dişi arılardır. Ancak biz bu bilgiye çok yakın zamanlarda ulaşmış bulunuyoruz. Yirminci yüzyıla gelinceye kadar, insanlar, balarılarına bu gözle bakmamışlar, hattâ topluluğun başında bir de “arı beyi” tasavvur etmişlerdir. Oysa bugün bir balarısı kovanında yürüyen bütün işlerin dişi arılar tarafından yapıldığını ve kovanın başında da arı beyinin değil, bir kraliçenin bulunduğunu biliyoruz. Erkek arılar ise, sadece oğul verme dönemlerinde veya eski kraliçenin ölümü gibi durumlarda yeni bir kraliçeye ihtiyaç duyulduğu zaman—o da sınırlı sayıda olmak şartıyla—dünyaya gelirler ve yeni kraliçeyi döllemekten başka bir işleri de yoktur.

İkincisi: Âyet, balarısına “ürünlerden yeme” emrinin vahyedildiğini bildirmiştir. Oysa böyle bir bağlamda ilk olarak akla gelecek şey, balarısının ürünleri değil, çiçekleri dolaştığıdır. Ancak âyet, her zaman herkesin ilk olarak aklına gelebilecek olan bu kelimeyi değil, “ürün” anlamına gelen “semerât” kelimesini kullanmıştır ki, böylelikle balarısı ve ürünler—hem de her türlü ürün—arasındaki bir ilişkiye bizim dikkatimiz açık bir biçimde çekilmiş olmaktadır. Yine bizim bugünkü bilgilerimiz ışığında vardığımız sonuç, bu ilişkiyi çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü balarısı, bize bal üreterek sunduğu hizmetin kat kat fazlasını, hemen hemen bütün ürünlerimizin tozlaşmasını sağlayarak sunmaktadır. Eğer arılar olmasaydı, biz, hububat ve sebzeleri de içine alan bu kadar geniş bir sofra yerine, buğday, pirinç ve mısır gibi birkaç ürün türüyle idare etmek zorunda kalacaktık.

Gerçi çiçek tozlaşmasında rol oynayan yegâne böcek cinsi balarıları değildir. Ancak bu konuda balarısının çok özel bir yeri vardır ve bu da onun çalışma tarzından ileri gelmektedir.

Balarıları, büyük pazarlar peşinde koşan holdingler gibi iş görürler. Onlar tek tük çiçekler etrafında dolaşmak yerine, gerek kalite, gerekse miktar itibarıyla değeri yüksek tarlalar bulur ve orada çalışırlar. Bu ise, aynı tür ürünün çiçekleri arasında dolaşmak ve tozları yabancı yerlere taşımamak anlamına gelmektedir.

Üçüncüsü: Âyet, balın çıkış mahalli olarak “karınlar”dan söz etmiştir. Yine oldukça yeni sayılan bilgilerimiz, bu konuda da ilginç bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü balarısının bir değil, iki midesi vardır. Ayrıca bal, tek bir arının karnında da üretilmez. Çiçeklerden topladığı özsuyunu, balarısı, “bal midesi” adı verilen midede biriktirerek kovana getirir. Burada, kovandaki genç arılardan biri, onun bal midesindeki balı hortumlayarak kendi midesine aktarır; daha sonra da, tükürüğü ve diğer özel salgılarıyla bu özsuyunu karıştırarak yarım saat boyunca çiğner ve bal yapar.

Dördüncüsü: Bal, içilecek kıvamda bir mayi olmadığı halde, âyet, onun hakkında “şerbet” deyimini kullanmıştır. Burada da, oldukça yeni sayılabilecek bilgilerimizin ışığında bir inceliği görebiliyoruz. Çünkü arının karnından çıktığı zaman, bal, gerçekten de içilecek kıvamda bir sıvıdan ibarettir. Balarıları, bu sıvıyı peteklere doldurduktan sonra, bal kıvamını alıncaya kadar kurumaya terk ederler; eğer kovandaki hava sıcaklığı buna yetmezse, kendileri peteklerin üzerinde kanat hareketleriyle baldaki su fazlasını buharlaştırırlar.

Beşincisi: Balda insanlar için şifa bulunduğu, gerçi eski çağlardan beri bilinen bir gerçektir. Ancak son yıllar, balın bu özelliği üzerinde yapılan pek çok bilimsel çalışmaya ve yaygın uygulamalara tanık olmuştur. Bugün balın antibakteriyel özelliğinden çok geniş şekilde yararlanılmakta, ameliyatlarda ve kapanmayan yaraların iyileştirilmesinde bu mucize maddeye başvurulmaktadır. Daha da ötesi, balın diş üzerinde tabaka üreten bakterilere karşı olduğu kadar, çürümeye yol açan bakterilere karşı da etkili olduğu, yani, çürümeyi önleyici özellik taşıdığı artık bilinmektedir. Yanıkların çok kısa sürede iyileştirilmesinde de balın hayret verici bir özelliğe sahip olduğu gözlenmiştir. Kalp ve damar hastalıklarından koruyucu, gastrit ve ülsere karşı iyileştirici etkisi, antioksidan özelliği gibi daha pek çok özellikler, balın şifa olarak nitelenmesini haklı çıkarmakta ve henüz keşfedemediğimiz daha pek çok sırları bulup çıkarmak üzere bizi bu mucize besini incelemeye sevk etmektedir. Tıp dünyasının en önemli referanslarından birini teşkil eden Medscape / Medline sitesine (www.medscape.com) başvuranlar, burada, sadece son birkaç yıl içinde dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerde balın şifa verici özelliğine dair yapılmış yüzlerce araştırmaya ait bilimsel tebliğlere ulaşabilirler.

Balarısını bize anlatan âyetin birkaç satırı içinde topladığı mucizeler, yukarıda saydığımız beş maddenin çok daha ötelerine taşmaktadır. Bunların arasında bizim keşfedebildiklerimizin ne kadarlık bir yekûn tuttuğu konusunda ise hiçbir fikir sahibi değiliz. Çünkü balarısı hakkında bildiğimiz ne varsa, tamamına yakın kısmını, yirminci yüzyılın yarısına doğru öğrenmeye başlamış bulunuyoruz. Bununla beraber, âyetin hemen başında, şimdiye kadar öğrendiklerimize de, bundan sonra öğreneceklerimize de anlam kazandıran ve kazandırmaya devam edecek olan bir kelime var ki, onu, balarısının söz konusu olduğu hiçbir yerde hatırdan uzak tutmamak gerekiyor:

Senin Rabbin.”

Âyet, balarısına vahyedeni, bu isimle yâd ediyor. O aynı zamanda balarısının, yerin ve göklerin, yerdekilerin ve göktekilerin de Rabbi olduğu halde, balarısını muhatap alan ilhamı “Senin Rabbin” unvanı ile bize naklediyor. Bu ise, balarısı denilen mucizeler yumağının, bütün harikulâdelikleriyle beraber, insana yönelik bir rububiyet eseri olarak yaratıldığını gösteren apaçık bir iltifat değilse nedir?

Kaldı ki, âyet, “Sizin Rabbiniz” diyerek insanlığı da bir bütün olarak muhatap almaktan da ötede, “Sen” diyerek, mucize parmağını herbirimizin alnına ve gönlüne doğrultmuş, Yer ve Gökler Rabbinin muhatabı olan herbir insan ferdine, herbir mü’mine, tek tek herbirimize hitap etmektedir.

İşte bunda düşünenler için bir ibret var!

Ümit Şimşek / Zafer Dergisi

Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin..

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

Tâ Hâ. Kur’ân’ı sana, meşakkat çekip, bedbaht olasın diye indirmedik.

Yüce gökleri ve yeri yaratan tarafından, onu, Yaratana saygı duyanı uyaran, irşad eden, buyruklar halinde tedricen indirdik.

[Tâ Hâ Suresi 20,1-4]

……….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Bismillahirrahmanirrahim

Peygamber Efendimiz (A.S.M.) şöyle buyurdu:

Kolaylaştırın, zorlaştırmayın.

Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.

Uyuşun, ihtilafa düşmeyin. İnsanlara yumuşak davranın, şiddet göstermeyin.

(Müslim, 3263)

.…….

Risale-i Nur’dan;

Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz; o, keyfinize kâfidir.

(13. Söz’den)

…….

Cevşen’den ;

41.
Ey yaratıp da her şeyi yerli yerine koyan düzelten,
Ey (her şeyi) belli ölçüler ve sınırlara tâbi kılıp, varması gereken hedefi gösteren,
Ey belayı kaldıran,
Ey gizli sırları, yakarışları işiten,
Ey (sapıklık girdabında) boğulanları kurtaran,
Ey helâk olanlara necat veren,
Ey hastalara şifa veren,
Ey güldüren ve ağlatan,
Ey öldüren ve dirilten,
Ey erkek ve dişiden oluşan çiftler yaratan!
Münezzehsin sen,

Ey kendisinden başka bir ilah olmayan…
Kurtar bizi ateşten ey Rabb’im!

www.NurNet.Org

Günlük Hayatta Uygulayabileceğimiz Sünnetler

1. Hayırlı işlerde sağı kullanmak.

2. Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak.

3. Yemeğe besmele ile başlamak, Allah’ın sonsuz ikram ve nimetlerini tefekkür ederek yemek, sonunda da hamd etmek.

4. Yemekte tabağın kendi önümüze gelen tarafından yemek.

5. Yemeğe sofradakiler ile beraber başlamak.

6. Acıkmadıkça yememek, tam doymadan yemeği bırakmak.

7. Tabağa az yemek koydurtup artık bırakmamak.

8. Selâmı yaymak. Eve girince ilk söz olarak ev halkına selâm vermek.

9. Selâmla birlikte samimiyetle, tebessüm ederek musafahada bulunmak.

10. Hediyeleşmek ve gelen hediyeye aynıyla veya daha güzeliyle karşılık vermek.

11. Az gülmek, gülünce kahkaha ile değil, tebessüm ederek gülmek. Mütebessim olmak.

12. Çoğu zaman susmak, tefekkür etmek, ihtiyaç olunca konuşmak.

13. Tane tane, orta bir ses tonuyla konuşmak. Çok mühim şeyleri üç defa tekrar etmek.

14. Nefsî ve dünyalık bir şey için öfkelenmemek; buna mukabil bir hak zâyi olduğunda ve uhrevî meselelerde yeri geldiğinde Allah ve din hakkı için öfkelenmek.

15. Doğru sözle şaka ve mizah yapmak.

16. Boş işler (malayani) ile iştigal etmemek.

17. Ayakkabı giyerken önce sağdan başlamak, çıkarırken de önce soldan çıkarmak.

18. Takke ve sarıkla başı kapatıp namazı öyle kılmak.

19. Soğan ve sarımsak kokusuyla mescid ve meclislere yaklaşmamak.

20. Misafire elinde bulunandan ikramda bulunmak. Misafir ve ziyaretçileri temiz bir kılık kıyafetle karşılamak.

21. Esnemeyi mümkün olduğu kadar gizlemek. Ağzı elle kapayarak gidermeye gayret etmek.

22. Dâvete icabet ve hediyeyi kabul etmek.

23. Kapıyı üç defa vurmak, cevap verilmezse geri dönüp gitmek.

24. Emin ve muttakî insanlarla istişare etmek, neticedeki karara tevekkülle uymak.

25. Cömertlik. “Cömert Allah’a yakın, cimri ise Allah’a uzaktır. Cömertlik kökü cennette olan bir ağacın dünyaya sarkmış dalıdır. Kim o dala tutunursa, o dal onu cennete çeker.”

26. Çok tefekkür etmek. “Tefekkür gafleti izale eder. Ölümü tefekkür etmek fani lezzetleri acılaştırır. Eşyanın üzerindeki fena damgasını gösterir.”

27. Borçlanmalarda durumu yazıyla veya bir şahitle tevsik etmek. Böyle bir tedbir asla itimatsızlık sayılmaz. Anlaşmalarda değişik tevil ve tefsirlere yol açacak boşluklar bırakılmamalıdır. Durumu net olarak tesbit etmek lâzımdır.

28. Ölmüş kimseleri hayırla yad etmek.

29. Mevtanın ardından yüksek sesle ve çırpınarak, saç baş yolarak ağlamamak. Böyle yapmak kadere itiraz ve Cenâb-ı Hakk’ın takdirini itham etmek olur.

30. Hasta akraba, dost ve arkadaşları ziyaret etmek. Onlara tesellî ve ümit vermek. Ziyareti uzun tutmamak. Hastanın hoşa gitmeyecek hallerini başka yerde anlatmamak.

31. Sıla-i rahimde bulunmak. “Akrabayla alâkayı kesen bir kimsenin bulunduğu meclise Allah’ın rahmeti inmez.”

32. Anne-babaya itaat etmek, onlara ihsanda bulunmak, kalplerini kırmamak ve hayır duâlarını almak.

İşte sünnet-i seniyyenin yaşanmasında daha bunlar gibi birçok hikmetler vardır. Bu sebeple, her Müslüman sünnet-i seniyyeyi yaşamayı ve yaşatmayı kendisi için en mühim vazife olarak görmelidir.

Risale-i Nur Enstitüsü

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version