Said Nursi Ne ile Geçindi?

Ehl-i dünya bana der: “Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sa’yiyle geçinenleri istemiyoruz.”

Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz.

Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:

Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum, o parayı da mânen millete iade ettik). Hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul etmedim. “Öyle ise nasıl idare edersin?” denilse, derim:

Bereket ve ikram-ı İlâhî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kur’ân hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda, ikram-ı İlâhî olan berekete mazhar oluyorum. Cenâb-ı Hakkın bana ettiği ihsânâtı yad edip, bir şükr-ü mânevî nev’inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mânevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum.

İşte birisi: Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet edecek, bilmiyorum.

İkincisi: Şu mübarek Ramazan’da, yalnız iki haneden bana yemek geldi; ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnûum. Mütebâkisi, bütün Ramazan’da benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuş’un ihbarı ve şehadetiyle, üç ekmek, bir kıyye pirinç bana kâfi gelmiştir. Hattâ o pirinç, on beş gün Ramazan’dan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartıyla, kâfi geldi. Hattâ, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: “Git, ekmek getir.” İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. “Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum” dedi.

Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şekerle çayımız vardı. Dedim: “Kardeşim, bir parça çay yap.”

O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifâne şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: “Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak bize rızık verdi.”

O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvânât-ı vahşiye, hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kâfi geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir sıddîkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi.

İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; veya hizmet-i Kur’âniyeye bir ikramdır; veya iktisadın bereketli bir menfaatidir; veyahut “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” çektiklerini anlarsın.

Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta yumurta makinesi gibi, pek az fasılayla hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem birgün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum, “Böyle olur mu?” dedim. Dediler: “Belki bir ihsan-ı İlâhîdir.” Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan’da bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbânî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.

Risale-i Nur, Mektubat, On Altıncı Mektup

www.NurNet.org

Kutlu Doğum Haftası

“Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
(Enbiya Suresi, 107)

Yapılan hiçbir icraat, okunan hiçbir metin, anlatılan hiçbir kıssa O’nu tam manasıyla anlamaya elbette yeterli değildir.

Ancak bugün insanlığın içinde bulunduğu buhranlı ortamın en büyük nedeninin, O’nun tarif ettiği ve yaşadığı gibi yaşamamaktan kaynaklandığı en büyük bir gerçektir.

Bugün insanlar faiz bataklıklarında boğuluyorsa, aile binasında çatırdamalar varsa, ebedi yaşama arzusunun tatmini için eğlencelerle kendilerini uyutmaya çalışıyor ve bunlar gibi daha nice kaoslarla hayatlar karartılıyorsa bunların tek kurtuluşu O’nu tanımakla ve yaşadığı gibi yaşamakla mümkün olacaktır.

O yüzden bizler bugünleri fırsat bilmeli, O’nu tanımalı, anlamalı, O’nun gibi yaşamalı ve yaşatmalıyız.

Bugün bir fırsat, O’nu tanımaya bugün başlayabilirsin:

1. O’nun güzelliğinin kaynağı olan Kur’anı oku. Oku, çünkü tüm maddi ve manevi dertlerin dermanı O’nda. O’nu anlamadan, O’nunla yaşamadan hayat hayat değil.

2. O’nun hayatını oku. İnsanlara örnek olan hayatından bazı kesitleri ailenle ve yakınlarınla paylaş, Oku ve paylaş ki, O’nu örnek alan insanlar ancak bu dünyayı yaşanabilir yapabilirler.

3. O’nun hakkında bilmediklerini öğren. Öğren ki, O’nun hakkında hem kendi yanlışlarını, hem de başkalarının yanlış bildiklerini düzelt.

Özetle; oturacağız, bugün Peygamberimizin doğum günü, “Allah’ım! Bu mübârek günün yüzü suyu hürmetine ben söz veriyorum ki İslâmiyet’i öğreneceğim ve yaşayacağım.” diyeceğiz. Peygamberimizin hayatının gayesi olan Kur’an’ı anlama gayretine gireceğiz. Sonra da Peygamber Efendimiz, ne yapmış, nasıl yaşamış, namazını nasıl kılmış, orucunu nasıl tutmuş, sıkıntılara nasıl katlanmış, nasıl duâ etmiş, Allah’tan neler istemiş, ümmetine neleri tavsiye etmiş, bütün bunları düşüneceğiz. O’nun hayatına dair yazılmış bir kitabı okuyacağız. Sonra da yaptıklarını kendimize örnek alıp hayatımıza katacağız; yâni sünnetine uyacağız…

Kaynak: Sorularla İslamiyet

Risale-i Nur’daki Orijinal Tabirler-2

Hakiki İrtica:
Menşe’leri iki kanun-u esasîye istinad eden iki irtica var:
Biri: siyasi ve içtimai ki, hakiki irticadır. Onun kanun-u esasisi (anayasası) çok suiistimale ve zulme medar olmuştur.
İkincisi: İrtica namı verilen hakiki bir terakki ve adaletin esasıdır.” (yani Kur’an hükümleri).
Emirdağ Lahikası’nın 2. cildinde bu ifadeleri kullanan Bediüzzaman Hazretleri “Hakiki irtica” ismiyle nitelendirdiği bu ‘eskiye dönüş’ meselesini şöyle açıklar:
“Beşerin vahşet ve Bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasisine, medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve Bedeviliğe dönüyorlar.”(*)

Yazısının devamında “vahşet ve bedeviliğe” açıklık getiren Üstad Hazretleri, tarihin ortaçağ dönemlerindeki çok katı, çok sadistçe uygulanmış olan Engizisyon mahkeme ve zulümlerini örnek vermektedir. Yine ifadelerinin devamında ‘hakiki irtica’ya “vahşi irtica” adını vermektedir…
Müslümanları “irtica” ile suçlayan dinden uzak kesimler, bilhassa 1930-50 arasında Üstad ve Nur Talebeleri’ne görülmemiş zulüm ve işkenceler yaptılar. Üstelik bu zulümlerini Kanun namına, o kılıfla yaptılar… Fakat Bediüzzaman mahkemelerde onların kanunsuzluklarını yüzlerine vurmaktan, ‘irtica’ bahanesiyle vahşi ve çağdışı icraatlarını cesaretle haykırmaktan çekinmedi, korkmadı!..

Heme Ost Değil, Heme Ezost Deyiniz :
Hiçbir şey kendinin sahibi ve hâlikı değildir. Cenâb-ı Hak’kın varlığının tecellilerinden ibarettir. Aziz Üstad bu veciz ifadesini,Madem O var, her şey var” sözü ile destekler. Yani Allah olmasaydı, hiçbir şey olamazdı. Yani varlıklar (kadim) kendisinden değil, Allah’tandırlar…

“Yok” yok olsa “var” olur; yok yok ise o vardır :
Var ile yok, zıt kavramlar olup bir arada bulunamazlar. ‘gece’ ile ‘gündüz’ gibi.
Siz ‘yok’ kavramını yok ederseniz, ‘var’lık ortaya çıkar. Üstad Hazretleri bu cümlesinin ikinci cümleciği ile birinci-muamma gibi olan cümleciği açıklamış olmaktadır.

Keçeli : Said Nursî’nin, hizmetindeki talebelerine karşı kullandığı  bir tabir.. Kanaatımca, muhataba bir şey söylemiş olmak için söylenmiş, ne faydası ve ne de zararı olmayan; belki bir parça nefsi törpüleyici bir söz olsa gerektir. Üstad açısından mahallî bir alışkanlık da olabilir.

Meselâ keçe, sıcak tutması maksadıyla ayakkabının içine yerleştiriliyor. Çobanların ‘kepenek’leri keçedendir. Üstad’ın zamanında yelek vs. gibi keçenin daha çok kullanım alanı vardı. Yani birine, “Seni iki kulaklı seni” desek darılır mı, doğru söylemiş olmaz mıyız? Büyük Mürşid belki de ufak-tefek öfkelerini bu söz ile teskin ediyordu…

(*) Emirdağ Lahikası-2, B.S.Nursi, Sözler Yayınevi, İstanbul-1993, s.340.

Mehmet Gürler

Üçüncü Hastalık “Husumet-Düşmanlık;” Çaresi “Muhabbet”

İslam dünyasının zayıf kalmasına sebep olan üçüncü sebep, husumet ve düşmanlıktır. Yirminci yüzyılda meydana gelen iki dünya savaşı ve yeryüzünde sayılamayacak kadar bölgesel savaş, ayaklanmalar vs. düşmanlığın ne kadar kötü, tahripkar ve korku veren bir durum olduğunu göstermiştir. Düşmanlığın ve nefretin menşei, insanın kendi kendine tapınmasında ve kibrinde yatmaktadır. Bu kötü hasletler, farkında olmaksızın başkalarına karşı gayriadil bir düşmanlığa sebebiyet vermektedir. Düşmanlık, inananlar arasında bile, kendisini olduğundan başka gösterme kurnazlığına kaçarak yanlışlıklara müdahele etmemek ve samimane olmayan arkadaşlıklar şeklinde kendini gösterebilir. İnsanlar genellikle kötülüklerin düşmanlığa zemin hazırladığını düşünürler. Fakat Said Nursi: “Düşmanlarımızın seyyiatı -tecavüz olmamak şartıyla-adavetinizi celp etmesin. Cehennem ve azab-ı İlahî kafidir onlara.” düsturunu öğretmektedir.

Başkalarını düşmanı görme gibi tahripkar bir hastalığa Said Nursî’nin sunduğu reçete, “sevgi”dir. “Muhabbete en layık şey muhabbettir ve husumete en layık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete layıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zirüzeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.

Prof. Dr. Thomas Michel

Sebep’lere Takılma!

Yüce Allah şu dünyada meydana gelen olayları sebeplere bağlamış. Bu sebeplerin yerine getirilmesi sonucunda ise ne isteniyorsa o meydana getirir. Fakat şunu asla unutmamalıyız ki, asıl iş gören sebepler değil yüce Allah’tır. Sebeplerin bir iş yapma gücü yoktur. Yüce Allah onları bir merdiven gibi yaratmış ve bunu da öyle bilmemizi emretmektedir. Eğer biz bunu gerçeği ile anlamazsak büyük hatalara girmiş oluruz. Evet, birçok şey sebeplerin eliyle bizlere ulaşıyor ama onları yapan sebepler değil kâinatın ve her şeyin yaratıcısı ve ilahı olan yüce Allah’tır. Sebepler göz önüne serilen bir perde gibidir. Asıl olan o perdenin arkasına geçebilmek ve gerçekten o işleri yapan yüce Allah’ın gücünü ve büyüklüğünü görmektir.

Mesela, sebepler perdesini aşamamış çoğu insan sütü inekten, meyveyi ağaçtan, ısı ve sıcaklığı Güneşten, oksijeni ağaçtan, sebzeleri topraktan, çocuğu anneden, şifayı ilaçlardan, vücudu ayakta tutmayı besinlerden bilmektedir. Hâlbuki işin doğrusu ve gerçeği bu değildir. Çünkü bunların hepsi yüce Allah tarafından nasip edilmiş şeylerdir. Bu varlıkların hepsini yaratan yaşatan ve bizim emrimize veren yüce Allah olduğu gibi bunların eliyle bize ikramda bulunan da yüce Allah’tır.

Güneş o kadar uzun zamandır ısı ve ışık vermesine rağmen enerjisinde bir azalma ve eksilme meydana gelmemiştir. Demek ki, Güneşin enerjisi sonsuz bir hazineden gelmektedir. O sonsuz hazine ise her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan yüce Allah’ın hazinesidir. Yüce Allah sonsuz merhamet ve şefkat sahibidir. Eğer Güneş’in bir günlük enerjisini karşılamak insanlara bırakılsa idi, bütün insanlar bir günde donup öleceklerdi. Çünkü Güneş’in bir günlük enerjisi için dünyanın denizleri kadar benzin ve karalarının bin katı kadar odun gerekmektedir. Bu karşılamak ise mümkün değildir. O zaman aklımızı başımıza alalım ve yüce Allah’ın sonsuz gücü ve kuvvetine boyun eğelim. Onun emirlerini yerine getirelim. Bizi ve bütün varlıkları yaratan odur. Bütün varlıkları bizim emrimize veren odur. Sebepler perdesini aşıp, işin aslını anlayıp Allah’a şükür edelim.

Ne koyun, sütü kendisi yapmaktadır, ne de ağaçlar, meyveleri kendileri vermektedir ve bunlar gibi bütün varlıklar kendi başlarına iş yapacak güce sahip değillerdir. Fakat bunları yaratan, yapan ve bizlere sunan ancak ve ancak kâinatın ve her şeyin tek sahibi ve yaratıcısı olan yüce Allah’tır.

Evet, ey insan ve ey Müslüman kardeşim, sana gelen her türlü güzelliği yüce Allah’tan bilmen gerekmektedir. Bu şekilde işin gerçeği ortaya çıkar. Sebeplerden kurtulmak ise bir erdem ve yüceliktir. Yüce Allah’ın sevdiği kulu olmak istiyorsan sebepler perdesini aş ve işin hakikatini anla ve her zaman Allah şükürde bulun. İbadetlerini hiçbir zaman aksatma ki, perde hep açık kalsın.

Bahattin

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version