Şu büyük inkılâbın temel taşları sağlam gerek

İstanbul’daki çok ehemmiyetli ve muvaffakıyetli hizmetinden, Türk Milletine pek ziyade menfaatler husûle geldiğini müşahede eden Ankara hükûmeti, Bediüzzaman’ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek, Ankara’ya dâvet ederler.

M. Kemal Paşa, şifre ile dâvet etmiş ise de, cevaben, “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” demiştir. Üç defa şifre ile dâvet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu mebus Tahsin Bey vasıtasıyla dâvet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir.

Ankara’da alkışlarla karşılanır; fakat, ümit ettiği muhiti bulamaz. Kendisi, Hacı Bayram civarında ikamet eder. Meclis-i Mebusan’da dîne karşı gördüğü lâkaydlık ve Garblılaşmak bahanesi altında Türk milletinin kudsî mefahir-i tarihiyesi olan şeair-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için, mebusların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzûm ve ehemmiyetine dair bir beyannâme neşreder ve mebuslara dağıtır; Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal’e okur.
O beyannâme şudur:

Ey mücahidîn-i İslâm, ey ehl-i hâl ve akd!
Bu fakirin bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.

1. Şu muzafferiyetteki harikulâde nîmet-i lâhiye bir şükran ister ki, devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet böyle şükür görmezse, gider. Madem ki Kur’ân’ı Allah’ın tevfîkıyla düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur’ân’ın en sarih ve en kat’î emri olan salât gibi ferâizi imtisâl etmeniz lâzımdır, ta onun feyzi, böyle harika sûretinde üstünüzde tevâlî ve devam etsin.

2. Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız; lâkin, o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeâir-i İslâmiyeyi iltizam ile olur: Zira, Müslümanlar İslâmiyet hasebiyle sizi severler.

3. Bu âlemde, evliyâullah hükmünde olan gazi ve şühedâlara kumandanlık ettiniz; Kur’ân’ın evâmir-i kat’iyesine imtisâl etmekle öteki âlemde de o nurânî güruha refik olmaya çalışmak, âl-i himmetlilerin şe’nidir: Yoksa, burada kumandan iken, orada bir neferden istimdâd-ı nur etmeye muztar kalacaksınız. Bu dünya-i deniye, şan ve şerefiyle öyle bir meta değil ki, aklı başındaki insanları işbâ etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun.

4. Bu millet-i İslâmın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hatta, umum Şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyorlar mı?” derler. Namaz kılarsa, mutlak emniyet ederler, kılmazsa, ne kadar muktedir olsa, nazarlarında müttehemdir.
Bir zaman, Beytüşşebap aşâirinde isyan vardı. Ben gittim, sordum:
“Sebep nedir?”
Dediler ki:
“Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Halbuki, bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler.

5. Enbiyânın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi Kader-i Ezelî’nin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz ya hebaen mensura gider veya sathî kalır.

6. Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıtsızlığ’ınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hatta diyebilirim ki, Yunan kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’mâle tebdil etmeniz gerektir. Görülüyor ki, İttihatçıların o kadar azim sebatı ve fedakârlıklarıyla, hatta İslâmın şu intibahına da sebep oldukları halde, bir kısmı dinde laubalilik tavrını gösterdikleri için, dahildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar, dindeki ihmallerini görmedikleri için, onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.

7. Âlem-i küfür, bütün vesâitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünûnuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, âlem-i İslâma dinen galebe edemedi. Ve dahilî bütün firâk-ı dâlle-i İslâmiye de, birer kemmiye-i kalîle-i muzırra sûretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet, metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, laubaliyâne Avrupa medeniyet-i habîsesinden süzülen bir cereyan-ı bid’akârâne, sînesinde yer tutamaz. Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvârî bir iş görmek, İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise, çabuk ölüp, sönmüş.

8. Zaaf-ı dîne sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’ân’ın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârâne müsbet bir iş görülmez. Menfice, tahripkârâne iş ise; bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm, zaten muhtaç değildir.

9. Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven, cumhur-u mü’minîndir ve bilhassa tabaka-i avâmdır ki, sağlam Müslümanlardır; sizi ciddî sever ve tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş en cesim ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evâmir-i Kur’âniyeyi imtisâl ile onlara ittisâl ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm nâmına zarurîdir. Yoksa, İslâmiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu frenk mukallitlerini avam-ı Müslimîne tercih etmek maslahat-ı İslâma münafi olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdat edecektir.

10. Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa, hayatından vazgeçmiş mecnun bir cesur lâzım ki; o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgal eden namaz gibi zaruriyat-ı diniyenin imtisalinde yüzde doksan dokuz ihtimâl-i necat var; yalnız gaflet, tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir: Halbuki, ferâizin terkinde, doksan dokuz ihtimâl-i zarar var. Yalnız, gaflete, dalâlete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir.

Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus, bu mücahidîn kumandanlar ve büyük meclis taklit edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek ikisi de zarardır. Demek, onlarda hukûkullah, hukûk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden ve hadsiz ihbârâtı ve delâili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakikî ve ciddî iş görülmez.

Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclisin şahsiyet-i maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle, mana-i saltanatı deruhte etmiştir. Eğer, şeâir-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mânâ-i hilâfeti dahi vekâleten deruhte etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde laakal beş defa dîne muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hâcât-ı dîniyesini meclis tatmin etmezse, bilmecburiye, mânâ-i hilâfeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lâfza verecek ve o mânâyı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki, meclis elinde bulunmayan ve meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asaya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asa ise, “Allah’ın dînine ve Kur’ân’a hep birlikte sımsıkı sarılın.” (Âl-i İmran Sûresi: 103.) âyetine zıttır.

Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir ve tenfîz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezâifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pekçok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur; cemaatin ise gayr-i mahduttur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyle ise, zarurî vazifeniz, şeâiri ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehavün, zaaf-ı milliyeti gösterir; zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşcî eder.

“Hasbünallah ve ni’me’l-vekil. / Allah bize yeter O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmran Sûresi: 173.)
“Ni’me’l-mevlâ ve ni’me’n-nasîr. / O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır.” (Enfal Sûresi: 40.) ***

Bu mebusana hitap, namaz kılanlara altmış mebus daha ilâve eder. Namazgâh olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil ettirir. Bu parça, mebuslara ve umum kumandanlara ve ulemalara okutturulmakla, reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet verir.

Birgün divân-ı riyasette, elli-altmış mebus içinde, karşılıklı fikir teâtisinde, M. Kemal Paşa, “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fıkirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz” der. Bu söz üzerine, Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak, “Paşa, Paşa! İslâmiyette, îmandan sonra en yüksek hakîkat namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduddur” der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.

(Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-Mart 2006)

LÜGATÇE

ağleb: Çoğunluğu, galibi.
a’mâl: Ameller.
an’ane-i müstemirre: Devam ede gelen örf, âdet ve gelenekler.
cereyan-ı bid’atkârâne: Dinin aslında olmayan, sonradan ihdas edilen adetleri dine sokuşturmaya çalışarak, dine zarar verme hareketi.
cumhur-u mü’minîn: Mü’minlerin umumu.
delâil: Deliller.
desâtir: Düsturlar.
dünya-yı deniyye: Adi, kıymetsiz dünya.
ef’âl: Fiiller.
ehl-i hâl ü akd: Zor meseleleri halledip sonuca bağlayanlar.
evâmir-i kat’iye: Kesin emirler.
evâmir-i Kur’âniye: Kur’ân’ın emirleri.
ferâiz: Farzlar.
fırak-ı dâlle-i İslâmiye: İslâmdan sapmış gruplar.
fıtrat: Yaratılış.
frenk: Avrupalı.
fünun: Fenler.
gürûh-u mücâhidin: Mücahidler grubu.
hâcât-ı diniye: Dinî ihtiyaçlar.
hebâen: Boşu boşuna.
hukuk-u ibâd: Kul hakları.
hukukullah: Allah’ın hukuku.
hükema: Filozoflar
icmâ’: Fikir birliği.
idame: Devam etme, ettirme.
ihtimal-i helâket: Helâk olma ihtimali.
ihtimal-i necat: Kurtuluş ihtimali.
iltizam: Lüzumlu görme, kabul etme.
inkılâb-ı azîm: Büyük değişim.
inkılâbvâri: İnkılâba benzer değişim, inkilâb gibi.
inkıyad: Boyun eğme.
inşikak-ı âsâ: Birliğin bozulması, bölünme.
intibah: Uyanma.
istimdad-ı nur: Nur ve aydınlık için yardım isteme.
işbâ: Doyurma.
ittisal: Ulaşma, bitişme, birleşme.
kemmiye-i kalile-i muzırra: Az miktarda zarar veren.
lâakal: En azından.
lehviyat-ı medeniye: Medeniyetin gayrimeşrû eğlenceleri.
maslahat-ı İslâmiye: İslâmın faydası, menfaati.
meclis-i âli: Yüce meclis.
medeniyet-i habise: Pis medeniyet.
medeniyet-i sefihane: Sefahate düşkün medeniyet.
mücâhidîn-i İslâm: İslâm mücahidleri, İslâm için çalışanlar.
rahne: Gedik, yarık, yıkık ve bozuk yer.
sa’y: Çalışma, çaba.
safsata-i nefis: Nefsin saçmalaması, yalan ve uydurması.
salâbet: Sağlamlık, kuvvetli bağlılık.
salât: Namaz.
sırr-ı tevatür: Bir sözün nesilden nesile sözüne güvenilir büyük bir kalabalık tarafından nakledilmesi sırrı.
sülûk: Yol alma.
şahsiyet-i mâneviye: Manevî şahsiyet.
şeâir-i İslâmiye: İslâma ait semboller, simgeler.
tazammun: İçine alma.
tehâvün: Ehemmiyet vermemek, önemsememek.
tenfiz-i ahkâm-ı şer’iye: Dini hükümlerin yerine getirilmesi.
teşcî: Cesaretlendirme.
tevâlî: Sürüp gitme.
tevkif: Tutma, durdurma.
vesait: Vasıtalar.
vesvese-i şeytan: Şeytanın vesvesesi.
zaaf-ı din: Dinî zayıflık.

Haber Kaynağı: YeniAsya

Su Ve Dua

Dua öyle bir güçlü bir vesiledir ki, hastalıkları iyileştirir, suyu dahi halden hale sokabilir.

Su insan hayatının en önemli vazgeçilmezi… Susuz edemiyoruz. Susuz hayat mümkün görünmüyor. İnsan vücudunun ve yeryüzünün dörtte üçü, meyvelerin ise yüzde 90’a yakını sudan oluşuyor. Aslında her birimiz ‘su içinde’ yaşıyoruz. Hücrelerimiz ince bir zarla çevrelenmiş birer su küpüne benziyor. Bu küçücük küpler içindeki herşey su içinde oluyor. Su hayatımızın bu kadar merkezinde olduğu halde, suyu hep varmış varsayıp üzerinde düşünmeye bile değer görmüyor olabiliriz.

‘Sudan ucuz’ pek az şey var gündelik hayatımızda. Sözümona, su basit bir madde. Sıradan bir molekül. Önümüz sıra akıp giden, cansız, duygusuz birşey. Öyle mi? Japon araştırmacı Dr. Masaru Emoto’nun on yılı aşkın bir süredir gördükleri, suyun hiç de duyarsız, cansız, sıradan bir şey olmadığını düşündürüyor. Su sesi dinliyor, söze kulak veriyor, çevredeki duygu atmosferini yüzüne yansıtıyor. Deyim yerindeyse üzülüyor, ağlıyor, küsüyor, seviniyor, gülüyor, neşeleniyor, barışıyor.

Emoto’nun yaptığı çalışmalar su moleküllerinin ve atomlarının bir insan duyarlılığına sahip olduğunu ‘resm’en ortaya koyuyor. Emoto’nun bugünlerde dünyanın çeşitli şehirlerinde heyecanla sergilediği çarpıcı görüntüler herşeyi anlatıyor. Dr. Emoto her bir maddenin kendine özgü bir manyetik alanı olduğu gerçeğinden yola çıkmış ve ilk olarak suyun manyetik alanını incelemeye başlamış. Emoto, herşey gibi, su moleküllerinin de manyetik alanının elektronların atom çekirdeği etrafındaki dönüşlerinden kaynaklandığını hatırlatıyor. Elektronların dönüşü ve dolayısıyla da suyun manyetik alanı, çevredeki ses dalgalarından etkilenebilir miydi? Konuşulan sözlerin içeriğinin olumlu ya da olumsuz olması suyun manyetik alanını ve dolayısıyla moleküler ve atomik yapısını etkileyebilir miydi?

Emoto mikroskopla fotoğrafını çektiği su kristallerine bakarak, bu sorulara kesin bir “Evet” cevabı veriyor. Emoto ve ekibi ilk olarak suya müzik dinletmiş. Bir miktar arıtılmış suyu birkaç saat farklı müzikler yayınlayan iki hoparlörün önünde bekletmişler, sonra bu suları dondurarak su kristallerinin fotoğrafını çekmişler. Emoto’nun ekibi su moleküllerinin insan sözünün içeriğinden nasıl etkilendiğini görmek için Fujiwara Barajından topladıkları suya dua okumuşlar. Su kristalinin duadan önceki biçimi ile duadan sonraki biçimi arasında belirgin bir farklılık gözlemlemişler. Suyun tüm bir hayatı yakından ve derinden etkilediğine dikkat çeken Dr. Emoto, negatif duygularla içilmiş suyun ya da negatif duygular yüklenmiş suyun canlı bedeni içindekilere adı konmamış zararlar verebileceğini belirtiyor. Canlı bedenleri büyük oranda su içerdiğine göre, negatif duyguların, sözlerin ve müziklerin kanser oluşumuna zemin hazırlayacak derin moleküler değişikliklere de yol açabileceğine dikkat çekiyor.

Su, insan hayatındaki belkide en önemli gereksinim, ayrıca Vücudumuzun %70 inin sudan ibaret olduğunu da biliyoruz. Güzel sözler söyleyip güzel sözler dinlemek insanda eminim başka açılımlar oluşturuyor. Kelimelerin insanın biyolojik bedenine  tesirleri var. Bana öyle laflar etti ki “vücut kimyam değişti”  diyoruz ya  bazen, işte bu konuda bununla ne kadar ilişkili değil mi? Bu bakımdan, siz siz olun, sevdiklerinizin ‘huyuna suyuna gidin.’ Tek bir sözünüzün ve hatta bakışınızın bile vücut kimyasını etkileyebileceğini aklınızdan çıkarmayın.

İslamiyet inancımızda da güzel söz söylemek çok önemli.

Yunus demiş ya hani,

Söz ola “Kese savaşı”, Söz ola “Kestire başı”,
Söz ola “Agulu aşı”, “Yağ ile Bal” ide bir Söz

Hz.Musa’ ya Allah (cc), Firavuna hitabında yumuşak sözle hitap etmesini öğütlüyor. Biz müslümanlar elimize aldığımız her Nimete şükür ile bakarız, suyu içerken güzelliğini düşünürüz, önümüze gelen yemeğe ne olursa olsun nimet gözü ile bakar ALLAH’a şükrederiz. Sabah elimizi yüzümüzü yıkarken suyun güzelliğine ve varlığına şükrederiz. Her işimizde Besmele okuruz. “Bu işi ALLAH adı ile ve “O ‘ nun adına” yapıyorum”, deriz. İşlerimize güzel hislerle başlarız.


Zafer Dergisi/ Senai Demirci


Zarar ve menfaat, O’nun elindedir.

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

Fakat gerçek onların keyiflerine tâbi olsaydı göklerin de, yerin de, oralarda yaşayanların da düzenleri bozulur, yıkılıp giderlerdi.

Halbuki Biz onlara şan ve şeref getiren, öğüt veren kitap verdik ama, ne var ki onlar bu dersten yüz çeviriyorlar.

[Mu’minun Suresi 23,71]

…….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Bismillahirrahmanirrahim

Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem buyurdular ki:

Hasedçi, söz taşıyıcı ve gaybtan haber verici (falcı) benden değildir.

(Taberani, Kebir)

…….

Risale-i Nur’dan;

Yani, “Hâlık(yaratan) ve Rezzâk(rızık veren), Ondan başka yoktur.

Zarar ve menfaat, O’nun elindedir.

Hem her şeyi kendi Rabbinin emrine musahhar(sözünü dinler) görür.

Rabbine ilticâ eder; tevekkül ile istinad edip(ona dayanıp), her musîbete karşı tahassun eder(sığınır).

İmânı ona bir emniyet-i tâmme(tam bir güven) verir.

(Sözler’den)

…….

Cevşen’den ;

3-
1-Ey Bağışlayanların en hayırlısı
2-Ey yardım edenlerin en hayırlısı
3-Ey hükmedenlerin en hayırlısı
4-Ey herşeyi hikmetle açanların en hayırlısı
5-Ey kendisini zikredenlerin en hayırlısı
6-Ey varislerin en hayırlısı
7-Ey övenlerin en hayırlısı
8-Ey rızk verenlerin en hayırlısı
9-Ey müşkil meseleleri hal ve fasl edenlerin en hayırlısı
10-Ey ihsan edenlerin en hayırlısı

Düşmana cesaret vermek

“Havf ve zaaf, te’sirat-ı hâriciyeyi teşci’ eder.” Mektubât

Bu cümleyi okurken aklımıza gelen ilk mânâ, “Korkmak ve zaaf göstermek düşmanlarımızı yahut rakiplerimizi daha da cesaretlendirir” şeklinde olur. Bu mânâ doğrudur. Şu var ki, bu vecizede insanlar yerine “tesirat-ı hariciye” denilmekle bunun küllî bir kaide olduğu ders verilmektedir. Bu ifade, düşüncemizi sadece insanlarla sınırlamaz, bu gerçeğin bütün dış tesirler için geçerli olduğunu hatırlatır.

Haricî tesirlerden birisi de bize zarar vermek isteyen insanlardır. Bu düstur gereğince kendimizi zayıf göstermekten ve onlardan korkmaktan, çekinmekten uzak durmamız gerekir. Aksi halde şecaatleri artar, cesaretleri kuvvet bulur ve bizi ezme hususunda daha bir yiğitleşirler. Nitekim, Allah Resulü (asm.) sahabelerine, ellerini yüzlerine koyarak üzüntülü, mahzun bir halde durmalarını yasaklamış ve bunun düşman tarafından yanlış değerlendirilip onları cesaretlendireceği hususunda kendilerini ikaz etmiştir. Günlük hayatımızda bunun çok misallerini yaşarız. Size haksızlık yapmak isteyen birisi sizi vakur ve metin gördüğünde kararını infazda acele etmez. “Acaba bir bildiği mi var?” diye en azından bir tereddüt geçirir, biraz düşünür ve çoğu zaman da vazgeçer.

Nur Külliyatında iki dünya saadeti şu dört esasa bağlanır: İman, tevhit, teslim ve tevekkül. Bütün varlık aleminin tek yaratıcısı, tek sahibi ve mâliki olan Allah’a inanan bir insan, hiçbir şeyden korkmaz ve çekinmez. Kendisine düşen tedbir görevini yerine getirdikten sonra O’nun kudretine ve rahmetine teslim olur; tevekkül ile sonucu bekler. “Her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir.” Sözler

Tıp ilminde bir koruyucu hekimlik dalı vardır. Bu dalda, insanın hastalıktan korunmasının yolları üzerinde durulur; bünyenin hastalıklara karşı dayanıklı olmasının çareleri aranır. Doktorlarımızın bildirdiğine göre nezle mikrobu bünyede daima mevcuttur. Bünye kuvvetli olduğunda mikrop hiçbir şey yapamaz; tesirsiz kalır. Bünye, zayıf düştüğünde mikrop hükmünü icra eder ve insanı yatağa düşürür. Vesvese hastalığı da bunun gibidir. İnsan, şeytanın vesveselerine karşı imanından emin oldu mu, o vesveseler, o şüpheler kalbe tesir edemezler. Şeytan o kalbi şüpheye düşüremez. Ama bu konuda biraz zaaf gösterse ve vesveseden korksa kalbini şeytanın hücumlarına açmış demektir. Demek oluyor ki, tesirat-ı hariciye denilince iklim şartlarından şeytan vesvesesine kadar uzanan bir silsile hatıra gelir. Bunların tamamına karşı dayanmanın iki esası vardır: Korkmamak ve zaaf göstermemek.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Terbiyede Anne Önceliği

İslâmî anlayışta, çocuk terbiyesinde annenin önceliği vardır. Bu düstûru, çocuğun sevgi ve şefkate olan şiddetli ihtiyâcının bir sonucu ve gereği olarak da ifâde edebiliriz. Çünkü, Allah kadınları, erkeklerde bulunmayan üstün bir şefkat ve merhametle mücehhez ve dolu olarak yaratmıştır. Bu sebeple, çocuğun istiğnâ yaşı denen –yeme, içme, giyinme ve hattâ istincâ işlerinde- başkasına muhtaç olmayacağı yaşa kadarki terbiyesi anneye âittir. Boşanma, ölüm gibi durumlarda istiğnâ yaşına gelmeyen çocuklar, -evlenmediği müddetçe- anneye verilir. Evlenme veya terbiye velâyetine ehliyetsizliği gibi durumlarda çocuk, belli esaslar çerçevesinde öncelik anne tarafında olan kadınlara verilir. İslâm hukuku bu noktada, öncelikle de anne olmak üzere bir kadın tarafından bakılmayı, “çocuğun haklarından biri” olarak tesbît etmiş ve annenin çalışması gibi bir mazeretle çocuğun bu haktan mahrûm edilmeyeceğini hükme bağlamıştır. (1)

Günümüzde Batıda gelişen ve benimsenen kadının çalışma hakkı ile, çocuğun anne tarafından bakılma hakkı, çocuk terbiyesinde ciddî bir problem olmuştur. Normalde annenin yerini hiçbir kadın veya en konforlu imkânlarla teçhîz edilmiş çocuk bakım müesseselerinin de tutmayacağı kabul edilmiştir. Öyle ki ilk iki yıl içinde, çalışma sebebiyle çocuğunu emzirmeyen kadınların da –suçluluk duygusuna düşerek- psikolojik rahatsızlıklara düştükleri tespît edilmiş, rapora bağlanmıştır. (2) (3)

Bugünkü uygulamada, çalışan anneler, küçük çocuklarına hizmet ve nezaret etmek üzere, mürebbîlik formasyonu hiç olmayan, ucuz ücretle ya çok genç, ya da çok yaşlı kadınları istihdâm etmektedir. Bu sûretle yaşanan sıkıntı az değildir. Çocukları, ilk yaşlarında eğitimsiz insanların nezâretine terk etme mâcerâsının, ileriki yaşlarda, çocukların suçluluk durumlarına te’sîr edecek bir kısım terbiyevî kirlenmelere mârûz kalabileceklerini göstermek için bir vak’a ile anlatacağım:

Bu vak’ayı bir vesîle ile anlattığım dâhiliyeci doktorlardan Prof. Dr. Mehmet Gündoğdu Bey, terbiye târihine geçecek kadar enteresan bir vak’ayı, o sıralarda üniversiteden ayrılmış bulunan bayan bir profesörün –ismini de vererek- başından geçen bir hâdiseyi anlattı. Bu profesör hanım, evdeki küçük çocuğuna nezâret etmek üzere yaşlıca bir kadınla anlaşır. Bir gün, ânî bir işi çıkar ve beklenmeyen bir saatte evine uğramak zorunda kalır. Çocuk uykuda olabilir, uyandırmayayım diye zile basmadan kapıyı anahtarıyla usulca açarak içeri girer. Bir de ne görsün: mürebbiye hanım koltuğa kurulmuş, ayak parmağını bebeğin ağzına vermiş, uyuyor, bebekte şapır şapır emiyor. M. Gündoğdu bey, doktor hanımın, çocuğu olan kadının çalışmasının bir cinâyet ve hıyânet olduğu kanâatini her yerde pervâsızca söylediğini ilâve etmişti.

Kaynaklar:
1-Ebu Zehra, Muhammed, el-Ahvâlu’ş-Şahsiyye, Mısır, 1957, s. 439. Geniş bilgi için bkz. Çocuk Hakları Beyannamesi Işığında İslâm’da Çocuk Hakları adlı kitabımız, s. 78-79
2-Bu sadedde Fransa’da Meclis’e verilen bir rapordan ilgili pasaj için bkz. Çocuk Hakları Beyannamesi Işığında İslâm’da Çocuk Hakları, s. 80-81
3-el-Haddâdî, Ebubekir İbnu Ali (v. 800 h.), el-Cevheretü’n-Neyyire, 2, 116

Prof.Dr. İbrahim Canan, Sorularla İslamiyet

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version