Nur Talebelerinin İmtihanı 

“Din bir imtihan bir tecrübedir.” ve bu imtihan herkes için geçerli olup çeşit çeşittir.. Yani, şu dünya hayatında herkes derecesine göre bir imtihana tâbidir. İstisnası kimse yoktur imtihanın.
İnsana birtakım sorumluluklar yükleyen Allah, her insanın mesuliyetinin kendisini bağladığını, kendisine ancak salih amellerinin yarar sağlayacağını, hesap gününde hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini veya insanın bir başkasının affına yetkisi olmadığını aff sadece Allah’a mahsus olduğunu belirtmiştir.

Bir tesbitimi burada bir kez daha nazara vermek istiyorum ki: Herkes gibi, şüphesiz Nur Risâlelerini okuyanların da kendilerine çetin imtihanları var diğer insanlardan farklı olarak. Çünkü, imtihan insanın kabiliyeti nisbetindedir. Bu cihetten bakınca ehl-i ilim olan nur talebelerinin imtihanları elbette çetin olacaktır. Mufassalan Tarihçe-i Hayata bakıldığında nice nice imtihanlar, badireler, çemberlerden geçtiklerini görüyoruz nurculuğu n ve nur talebelerinin. Bu cihetle de mufassalan nurculuğun mazisini bilmek elmezdir ki, dava şuurunun tesisi için bir vesile olsun. Mazisini bilmeyen kimsenin elindekilerin kadr u kıymetini bilmesi de pek mümkün değildir. Bu sebeple miras genellikle çar çur edilir insanlar tarafından çünkü emeksiz sahip olunmuştur.
Bu nokta-i nazarlardan sonra, aynı risâleleri okuyan kimselerin de geçmişte ve günümüzde hem mesleki hem de meşrebi hem de içtimai olarak keşmekeşleri elbette ki olacaktır. Çünkü insan sadece bir şey oluşan basit bir mahluk değildir. Sahabe efendilerimiz, sütliman bir hayat yaşamamış ki nur talebeleri sütliman bir hayat yaşansın. Zaten ahirete mahsus olan sütliman bir hayatı dünyada talep etmek “âhiret meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.”[5]
İnsanlık elbette imtihana tabidir. Risaleleri okuyanlar talib-i hakikat oldukları için onların da imtihanı elbette iddiasıyla sınamak olacaktır. Sırr–ı teklif ve imtihanın çetrefilli hali işte burada devreye girecektir. Zira, bir kimsenin iman ve hidayet dairesine girmesiyle, o kimse için imtihan bitmiyor. Söz konusu imtihan, şüphesiz herkes için âhir ömre kadar devam edip gider. İnsanın derecesine ve iddiasına göre…

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI BİR BÜTÜNDÜR, BUR KISMINI KABUL BİR KISMINI REDDETMEK MÜMKUN DEĞİLDİR!
Kafa patlatırcasına düşünmek ve tefekkür etmek, bütün benliğimizle okumak, kitaba ve manaya teveccüh etmek, her üç Said devresini mütalâa etmek, sadece bir devri alıp ötekilerini reddetmemek, Külliyat’ın tamamını bir bu nazarla okuyup müzakere, istişare, münazara, muhakemelerde bulunmak, dava içinde hem hal olmuş kimselerle kaliteli zaman geçirmek, nihayetinde müdellel ve muhakkik olmak ve tekemmülatımızı tamamlamaya gayret etmek elzemdir son nefese kadar.

İÇTİMAİ MESELELERDE HİS DEĞİL AKIL VE MUHAKEME ESASTIR!
İçtimai hayatın öznesi de nesnesi de insandır. Bu sebeple içtimaî bir meselede ferdî nazar ile değil, belki meşveretin getirdiği külli bir aklın semeresiyle basiret, feraset ve isabet yönüne itimat etmek sûretiyle ancak manevî mesuliyetten kurtulmak mümkün olabiliyor. Aksi halde, isabet kaydetmek zor olacağı gibi, zekâveti yüksek, nura sadâkati zayıf şahısların tesirinde kalmak, yahut nüfuzu ve cerbezeli kuvvetli şahısların boyunduruğu altına girmek ve hatt-ı müstakim olan “siyasetteki muktesid meslek”ten ayrı düşmek, yahut inhiraf etmek tehlikesi ile karşı karşıya kalınabilir ki, buna çok defa şahit oluyoruz.
Ahirzamanın getirdiği bir şey ki zekâveti önde maneviyatı midesi kadar geride olan çok insan var içimizde. Okudukları belli ama bunları kendince, indi ve şahsi yorumlamalarıyla hem kendini hem de çok insanları peşine takıp helakete sebep oluyorlar.
Nev’-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikata nüfuz etsin ve hakikatı hakikat tanıyıp kabul etsin.
Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler.
Hattâ kuvvetli bir hakikatı, zaîf bir adamın elinde zaîf görür ve kıymetsiz bir mes’eleyi, kıymetdar bir adamın elinde görse, kıymetdar telakki eder.” [6]

Yani bir nevi şahsi anlayışını, felsefesini ilahlaştırıp kendini lâyüs’el görüp her şeyi enaniyetinin artmasına gafletinin kalınlaşmasına basamaklar yapıyor. Allah muhafaza…
Bu sebeple kim olursa olsun duyulan bir şeyi direk tasdik etmemesi gerekiyor insanın. Ve his ve hevesle değil sağduyuyla hareket etmesi elzemdir. Hassaten bir nur talebesi içtimai meselelerde Risale-i Nur külliyatının lahikalarını esas tutarak hareket etmesi lazımdır. Bu lahikalar ihtiyaca binaen kaleme alınmıştır. Keyfi kalem oynatmak için değil.
Nurlarla alakası yok denecek kadar az veya zayıf kimselerin hevai fikir ve sözlerine itina ile yaklaşmak ve kâle almamak  elzemdir. Çünkü bunların bu iğvaları yarardan çok zarar ve vesvese vermektedir.
Bazen hizmetteki bazı sorunlar, meslek veya meşrep olarak Risale-i Nur hizmetiyle alakadar olmayan kimselerin cerbezeli, hevaya, hisse hitap eden sözlerine aldanmak ve o sözleri Nurculuğa aşılamaya çalışmaktan kaynaklanmaktadır. Unutulmamalı ki, cerbezeli sözler caziptir insanın his ve hevesine hitap eder.

BOYKOTA DEVAM!
Evet, boykot İslami bir vecibe değildir. Çünkü insana yapılan zulüm ve işkenceler, soykırımlar, eziyetler bir insanlık suçudur. Buna ses çıkartmak da insanlık borcudur.
İsrail mallarını ve onlara destek veren yerli işçilikçi firmaların mallarını boykota devam…

Selam ve dua ile..
Muhammed Numan özel

 

 

Muhabbete, muhabbet edelim

Evvelâ muhabbeti, muhabetullah olarak görmemiz lâzım. Çünkü muhabbetullah, Allah’ın kemâl ve cemâlini idrak, takdir ve takdis edebileceğimiz ölçüde kalp, ruh ve aklımızda yerleşen bir esastır. Cenab-ı Allah (cc) insanın kalbine muhabbet kabiliyeti lütfetmiştir ki bu muhabbetin de esası Allah’ı ve sıfatlarıyla birlikte tanımak ve O’na kulluk görevi yapmaktır. Aslında ne kadar güzellikler varsa O’nun zatının güzelliğindendir. Bunun için “muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücudu…” 1 olmuştur.

Bundandır ki, insanoğlu her hoşuna giden şeye bir şekilde muhabbet besler. Meselâ aile hayatının esası ve devamı muhabbete bağlıdır; muhabbet kalktığında aile hayatı bozulur. Cemaatlerin rabıtası, ittihad ve tesanüdünü sağlayan muhabbettir. Cemaatlerin şirket-i manevîyesini teşkil eden gene muhabbettir. Hatta bir devletin devamı ve bekası da yöneticiler ile yönetilenler arasındaki bağı kuran gene muhabbettir. 

Aralarında muhabbet bağı koptuğu an, memleketin huzuru da bozulur.

Demek ki, “insan-ı mü’minde, hayatına ve bekasına ve vücuduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcudata karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedid alâkaları, o istidad-ı muhabbet-i İlâhiyenin tereşşuhatıdır.” 2

Keza, “Bütün kâinâtın mâyesi muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbettir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve câzibe kanunları muhabbettendir.” 3

Said Nursî Hazretleri hayatı boyunca gerek tefekkür sahasında, gerek ameli hayatında muhabbet düsturuna önem vermiştir. Kendine düstur edinen muhabbeti talebelerine de Kur’ân’ın hizmet metodunda muhabbeti öncelikli düstur edinmiştir.

Risale-i Nur’un dört esasından şefkat ve tefekkür düsturu muhabbete dayanıyor. Bediüzzaman Hazretleri sadece insanlara değil, kâinatta bulunan on sekiz bin âleme canlısı-cansızı her şeye muhabbet göstermiştir.

Kara sineklerin istirahatını bozmamak için elbisesini ipe astırmamış, yediği çorbanın tanelerini karıncalara ikram etmiştir. 

Konumuzu Bediüzzamanın şu ifadeleriyle özetlemek isterim: “semavat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen lillah sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar; kendi Sâni’-i Zülcelâl’inin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü eser-i san’atını birbirine göstererek Sâni’lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.”  4

Haydi, zikir ve tefekkür için, ittihad ve tesanüd için, hâlisen lillâh için muhabbette buluşalım.

Rüstem Garzanlı

28.03.2024

Dipnotlar:

1- Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal, s. 574.

2- Lemâ’lar, On Birinci Lem’â, s. 187.

3- Sözler, s. 624.

4- Barla Lâhikası, s. 260.

Şark’ın Alimleri Bediüzzaman’ı anlatıyorlar!

“Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.”

23 Mart deyince çağımızın İslam âlimi ve mütefekkir, Risale-i Nurların müellifi Said Nursi hazretlerinin vefat yıl dönümü akla gelir. Hadis-i Şerifte Efendimiz (asm) şöyle buyurmuş: “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.” 1,

Keza, Enes (ra) anlatıyor: “ Resulullah (asm) buyurdular ki: “Bir mü’min için mutlaka  (semadan)  iki kapı vardır: Birinde ameli yükselir, diğerinden de rızkı iner. Bu mü’min ölünce her iki kapı da ağlarlar.” 2, Allah dostlarının vefatından dolayı, yerler, gökler, sema, dağlar, denizdeki balıklar bütün mahlûkat ağlar.

Ehl-i küfrün ölümünü ifade eden Kur’an-ı Kerim‘de mealen şöyle buyurmuş: “Ne gök ne yer onların üstünde ağlamadı”3- Bu ayetin mefhum-u muhalifinden (karşıt) şöyle anlaşılıyor: Ehl-ı imanın dünyadan gitmesiyle “semavat ve zemin, onların üstünde ağlıyor.”

Şarkın âlimleri Bediüzzamanı anlatıyorlar!

Seyyit Muhammed el- Arapkendi anlatıyor:

Said Nursi hazretleri 23 Mart 1960’te Urfa’da vefat ettiği gün semavat ve zemin ağladığını tarikat şeyhlerinden Seyyit Muhammed Arapkendi hatıralarında şöyle ifade buyurmuş:

Diyarbakır’ın Bismil ilçesine bağlı Arapkend Köyü’nde ikindiye yakın bir vakitte hava aniden kararmıştı. Şimdiye kadar hiç görülmeyen boğuk bir hava ortalığı kaplamıştı.

Gökyüzü akşam ile yatsı arası gibi bir havaya bürünmüştü. Ardından yağmur yağmaya başladı. Yağmur, normal bir yağmura benzemiyordu. Yağmur değil sanki bulutlardan kan yağıyordu. Sabah olup gün aydınlanınca gözün gördüğü her şey; taş, toprak, ağaçlar kana bulanmış gibi kıpkırmızı olmuştu.

Seyit Muhammed Arapkendi Hazretleri, havadaki bu durumu görünce cemaatiyle birlikte cami balkonuna çıktı ve havaya bakarak:  “Allah muhafaza buyursun. Böyle bir hava Hz. Hüseyin’in (ra) şehit edildiği günde de görüldüğü rivayet edilmişti. Bu hava büyük bir musîbetin habercisi ve büyük bir zat vefat edince olur.” dedi.

Seyyit Muhammed Arapkendi Hazretleri ertesi gün öğle saatlerinde Bediüzzaman Said Nursî’nin (ks) vefat haberini alınca çok üzülür. Bediüzzaman Hazretleri’nin mübarek ruhuna Fatiha okuyarak duâ eder ve şöyle der: “Bediüzzaman’ın bu kadar büyük bir zat olduğunu bilseydim mutlaka ona ulaşır; onu ziyaret ederdim.” Şeklinde ifade etmişlerdir.

Şeyh Seyda el- Cezerî, Bediüzzamanı anlatıyor:

Şeyh Muhammed Said, bölgede “Şeyh seyda” sıfatıyla tanınan bir Nakşibendi tarikatı şeyhidir,1890’da Cizre’de doğdu, 1968 yılında Cizre’de vefat etti. Binlerce müridi olmuştur. Türkiye’de olduğu gibi Suriye, Irak ve İran’da da bağlıları vardır. Bediüzzaman hazretiyle manevi âlemde müşküllerini halleden, Bediüzzaman “yalnız benim değil, bütün âlem-ı İslam’ın üstadıdır. Ben o zata talebe olmanın şerefiyle huzur- u İlâhiye’ye çıkmak istiyorum,” diyen bir zattır.

Cizre’den Şeyh Seyda bir grup halifesi, seveni ve müritleriyle beraber Urfa’da Bediüzzaman hazretlerini ziyaret etmek istemişlerdir. Ancak Mardin’ne bağlı Midyat ilçesine vardıklarında Bediüzzamanın vefat haberi ulaşır, orada gıyabı cenaze namazını kılarlar.

Molla Ramazan Kurt Bediüzzaman’ı anlatıyor:

Molla Ramazan Kurt 1932 Siirt’tin Kurtalan kazasına bağlı Uşiyê köyünde doğdu, küçük yaşta medrese tahsiline başlamış, medrese usulü sıradaki kitapları ilerleyince, Kurtalan’a bağlı Zokat köyünde Şeyh Muhammed Cüneydi el- Zokaydi’nin yanında okumaya başlamış. Medrese tahsilinden sonra imamlık, müderrislik ve Kur’ân kursunda hocalık yapmıştır. 93 yaşında El’an Erzincan’da ikamet etmektedir. 1958’lerde Risale-i Nurlarla tanıştığı günden bu güne kadar Risale-i Nur’ları okuma ve mütalaası ile meşguliyeti devam ediyor.

Molla Ramazan ile bir sohbetimizde, hasta olmasına rağmen, konu Bediüzzaman Said Nursî olunca rahatsızlık emaresi onda kalmadı, konuştukça adeta rahatlıyor, rahatladıkça üstadı Said Nursî’den bahsediyordu. Sorduğum suallerime Risale-i Nur penceresinden ezbere anlatıyordu.

Ramazan hocanın unutulmaz sohbeti ve hatıraları ile çok mesrur oldum. Sohbeti hepsi de yazmaya, anlatmaya değer, ancak bir hatırasını siz değerli okuyucularımla paylaşmak istedim, şöyle.

Molla Ramazan anlatıyor: Kurtalan’dan iki talebe arkadaşımla 1951 veya 52 yılında yayan Cizre’ye şeyh Seyda’nın ziyaretine gittik. O zaman Şeyh hazretleri Cizre’den 6-7 Kilometre uzaklıkta Serdâhlê yaylasında olduğunu söylediler. Biz de yaylaya gittik. O gece caminin damında yattık.

Sabah namazı ezanı birisi okudu, böyle ezan okuyan memleketimizde yoktur dedim. Acaba, Bilal-i Habeşi mi manen buraya geldi. Sesi, sedâsı ve kıraati mükemmeldi. Cami misafirlerle doluydu, her kesimde insanı görebilirsin. Kamet getirildi, namazı kıldık, şeyh hazretleri namazdan sonra evine gitti.

Şeyhin halifeleri, imamları, talebe ve misafirleriyle kuşluk vaktinde sabah kahvaltısını caminin avlusunda yaptık. O arada ezanı okuyan esmer adama biri dedi ki: Nereden gelmişsin? O da Irak’tan geldim, Irak’ta muhabirim matbaam var. Gazetemin bir sayfasına Risale-i Nur’ları yazıyorum. O zaman şeyhi ziyaretine hem de tarikatına girmek için mı buraya geldiniz.

Irak’lı genç : Hayır, ben Isparta’ya Bediüzzaman’ı ziyarete gideceğim, dedi. Bediüzzaman hazretleri Said-i Meşhur lakabıyla biliniyordu. İnsanlar, Medine’den gelip şeyhin tarikatına giriyorlar. Sen şeyhin tarikatına girmeyip Said-i Meşhurun yanına, Isparta’ya kadar gideceksin, dedi.

Irak’lı dedi ki: Eğer Bediüzzaman beni beş dakika kabul ederse burada ki şeyhin kırk sene sohbetine tercih ederim. O asrın Mehdi-i a’zamıdır, dedi. Böyle söyleyince sanki kıyamet koptu, orada bulunan Molla Halil, Irak’lı kardeşimiz doğru söylüyor. Bediüzzaman ahir zamanın Mehdi-i a’zamıdır, dedi. Ortalık daha da kızıştı, durumu Seyda’ya intikal etmek üzere biri Şeyh Seyda’nın evine gitti.

Kurba,(saygı ifadesi) halk bir birine girmiş, deyince, Şeyh Seyda hemen camiye geldi, halifeler imamlarıyla, ağalar hizmetçileriyle velhasıl tüm kesimden şeyhi ziyarete gelenler vardı, ayağa kalktık. Seyda “Hele oturun… Oturun,” dedi. Aranızda ne var diye sordu? Halifelerinden biri, kurba, Molla Halil, Said-ı meşhur için Mehdi diyor. Bunun için itirazımız var.

Şeyh Seyda: Molla Halil doğru söylüyor, Bediüzzaman hazretlerine hangi fistan giydirseniz giydiriniz onun kametine az gelir. Mehdilik bile ona azdır. Ona peygamber demeyin, ne derseniz deyin. Şeyhin bu ifadelerinden sonra ortalık sakinleşti. Irak’lı muhabir de Isparta’ya gitmek üzere yayladan ayrıldı.

Bu arada, Molla Ramazan ağabeye, Bediüzzaman hazretleri için kısaca duygularınızı alabilir miyim? Dedim.

Molla Ramazan: Bediüzzaman hazretleri bütün Nur talebelerinin imamıdır. Bütün Müslümanların imamıdır. Bütün muvahhidinin imamıdır. Bediüzzaman hazretleri ahir zamanın Mehdi-i muntazırıdır.

Bediüzzamanı bihakkın tanımak için, ancak onun eserleri olan Risale-i Nur külliyatını hakkıyla, düşüncesiyle, tefekkürüyle ve büyük bir itina ile okunursa Bediüzzamanın büyüklüğü o zaman eserleriyle bilinir.

Son sözüm: Lahikaları günde beş sahife de olsa okuyalım, Lahikalar Risale-i Nur’ların adeta tekerliğidir, nasıl bir tren tekerleksiz yürüyemezse, bu hizmette Lahikasız yürümez. Üstat, talebelerinden gelen mektupların önemine binaen Risale-i Nur külliyatına koymuştur. Lahikaları mutlaka okuyalım, okuyalım ki, bu cadde-i Kübra’da istikrarlı yürüyebilelim… Her kesi muhabbetle kucaklar, fiemanelillâh….

23 Mart 2024 Bediüzzaman hazretlerinin vefatının 64. Yıl dönemi münasebetiyle bir kez daha rahmetle yad eder, ruhu şadolsun…

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar: 1- Derimi, mukaddime  32.1/ 351. 2- Kütüb-ü sitte, Tercüme ve Şerhi.3- Duhan sure 44/Ayet,29

SIKINTILARIN TEMEL SEBEBİ NEDİR?

SIKINTILARIN TEMEL SEBEBİ NEDİR?

“Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcud bilir.”[1]

Hayatın içerisinde insan, bazı kıyaslarla hayatına ve başka insanların hayatlarına şekil vermektedir. İnsanın bilgisi, tecrübesi bu cihetle çok ehemmiyetlidir. Çünkü doğru bilgi olmazsa insan kıyas yapabilecek bir konuma gelemez sadece geldiği zanneder. Şu anda toplumsal sıkıntıların, içtimai keşmekeşlerin birçok sebebi budur.

“Bu zamanda enâniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enâniyetini eritmeyip, bozmuyor; kendini mazur biliyor, ondan niza çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalâlet istifade ediyor.”[2]

Fakat, enâniyetin ifrâdıyla narsizme adım adım giden insan ve insanlık uçuruma da aynı adımlarla gitmektedir. Tabii, uçuruma giden yol bazen süslü bazen de helâketin habercisidir. Ama seküler dünyanın getirileri sebebiyle insan hadsiz hudutsuz bir gaflet sarhoşluğuna ve iptâl-i hisin kollarına atılmıştır. Bu sebeple ibadetlerde ihmâller, noksanlar, terkler, şefkât, merhamet, adâlet, haram helal mefhumlarını yok saymak gibi nice hâller karşımıza çıkmaktadır.

Okuduğumuz menâkib, asr-ı saadet ve zevât-ı muhteremenindir. Lâkin, İnsanın mânevi kişilik ve makamları da birbirinden ayrı değerlendirmesi gerekir. Yoksa hayâlindeki tasvirlerin esiri olursa hakikati görmek yerine hayâlleri dalâlet ve helâketine sebep olacaktır.

Bu sebeple insan her şeyden önce nefsini ıslah edecek ve nefs-i emmârenin elinden kurtarmaya çalışmalıdır. Nefs-i emmârenin yoluna giden insan akla hayâle zarar işlere imza atabilir. “Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatâsıyla bir köye bomba atar.[3] İnsanları diri diri toprağa koyar. Demek ki, nefis ıslah olmazsa “yandı gülüm keten helva..”

 

Nefislerin ıslahıyla, toplumsal sorunların önüne geçilmiş olacaktır. Ahlâk ve mâneviyatın ön plana çıkartılması, mânevi hizmetlerin çok sağlam bir şekilde yapılması ve bu hizmetlerin önünün açılmasıyla nefisler ıslah olacaktır. Yoksa insanın olduğu her ortamda açmazlar, sıkıntılar olacaktır.

  • “Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…”[4]
  • “Cenab-ı Hak bizi ve sizi tarîk-ı Hak’ta hizmet-i Kur’aniyede sebat ve metaneti versin, âmîn.”[5]
  • “Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…”[6]
  • “Seksen sene ibadetli bir ömrü bahtiyarlara kazandıran Ramazan-ı mübarekte inşâallah Nur’un şirket-i manevîsi o kazanca mazhar olacak. Bayrama kadar elden geldiği kadar Nurcular ihlas ile birbirinin dualarına manevî âmîn demeli ki, birisi o sekseni kazansa herbiri derecesine göre hissedar olur. En zaîf ve en ağır yükü bulunan bu hasta kardeşinize elbette manevî yardım edersiniz.”[7]

 

طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ Yani: “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.”[8]

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL


[1] Sözler (478)

[2] Tarihçe-i Hayat (309)

[3] Tarihçe-i Hayat (477)

[4] Sözler (147)

[5] Barla Lahikası (330)

[6] Kastamonu Lahikası (159)

[7] Hizmet Rehberi (150)

[8] Mesnevi-i Nuriye (172)

Gıybet neden çirkindir?

Hazreti Muhammed (asm) “Mü’minlerin îman bakımından en güzeli ahlaken güzel olanıdır.” Buyurmuş. Yaşadığımız bu dar-ı dünyada güzel ahlakın yanında çirkin ve alçak tabir edilen huylar da vardır. Mesela bunlardan biri de “gıybettir.”

Cenab-ı Allah, (cc) Kur’ân’ı Kerim’de  “Ey iman edenler! Sakın sakın, birbirinizin gıybetini yapmayın” 1,buyurmuş. Gıybet, öyle bir şey ki, toplumun düzeni ve huzurunu kaçırır. Birlik ve beraberliği bozar, insanlar arasına kin ve nefrete sebebiyet verir.

Beddiüzzaman hazretleri, “Gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyetten mezmumdur.”2, diye ayıplamıştır. Gıybet, akıl terazisinde tartıp mihenge vurulursa çok değersiz olduğu görülecektir.  Dolayısıyla aklın kabul etmediği bir şeyi; sevginin ve hoş görünün mahalli olan kalp de kabul etmez.

Gıybet öyle bir şeydir ki, sadece bireyler arasını zedelemekle kalmıyor, toplumsal ilişkilere kadar sirayet ediyor. Bunun için Bediüzzaman hazretleri, “milliyet ve fıtrat” açısında da çirkin ve zararlı olduğunu ifade ile;  önce kişileri birbirinden koparır, sonra toplumu birbirine düşürür tespitine yer verir.

 “Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silah….”3, olduğunu vurgular.

Adavet, haset ve inat taraftarları olanlar daima gıybet silahını kullanırlar. Hatta gıybet etmekten hoşlanırlar. Bunun için gıybet aklen, kalben, insaniyetten fıtraten ve milliyetten ayıplanmış ve çirkin olarak görülmüş. Gıybet belâsına müptelâ olan insanlar tövbe etmedikleri müddetçe duâları bile kabul olmaz. Vesselam …

09.03.2024

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar: 1- Hucurat, 49, 12. 2-3 Mektubat, 22. Mektup, Hatime s. 276  

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version