Peygamberimiz, dindarlığımız ve ahlakımız

Yüzünde namaz izi gözüken bir insanın dünyalık işindeki üç kuruşluk bir menfaat için yalan söylemesi, dindarlığıyla tanınan bir insanın israfın bin türlüsüyle yüklü şatafatlı düğünlere yeltenmesi, başörtülü bir hanımın otobüsün ortasında çocuğunu eşek sudan gelircesine dövmesi, dindarâne bir görüntü içindeki bir âilenin fertlerinin yol ortasında birbirlerine kaba kelimelerle hitap edip kavgaya girişmesi.. bunlar ve benzerleri, dindar insanların hepsine teşmil edilmesi mümkün olmayan tablolardı elbette. Dahası, çoğuna, hatta birazına teşmil edilmesi bile mümkün olmayan, ancak azın da azının sergilediği tablolardı. Ne var ki, böylesi tabloların ‘algının seçiciliği’ne kötü niyet bulayanların barış dinini savaş, aydınlık bir medeniyeti karanlık, incelikler Peygamberini a.s.m.kabalık ile anmaları için birer malzeme teşkil ettiği de aşikârdı.
                                * * *
Peygamber Aleyhisselamdan alınmış nice incelik dersine sırtını dönüp yalnızca böylesi malzemeleri devşirenler de masum değildiler elbette. Değildiler ve olamazlardı. Çünkü, iki müthiş haksızlığı ihtiyar ediyorlardı. Haksızlığın ilk veçhesi, yalnızca ‘kötü örnekler’ üzerinde durup, iyi örnekleri gözardı etme alışkanlıklarıyla ilgiliydi. Fakülte yıllarında, ‘para politikası’ dersinde iş ‘faizler’e geldiğinde yüzümdeki tebessümden bir anlam çıkarıp benim şahsımda sınıfa ‘bizim sokakta bir market var, sahibi hacı ama, bir görseniz adamı…” faslına başlayan, sonra hepimizin belki bin milyon kez duyduğu sözleri bir kez daha tekrarlayan bir hocama o vesileyle söylediğim bir sözü, hayatım boyu hatırlamama sebep olan bir durumdu bu. “Bu özellikte hacıların var olabildiğini ben de biliyorum hocam” demiştim kendisine. “Fakat merak ediyorum: Neden size hep böyle hacılar rast geliyor?”

Elbette, yalnızca böylesi örnekler rast gelmiyordu. Hatta, böylesi örnekler, çoğunlukta değil, azınlıktaydı. Öteki türlüsünü, daha fazlasını görmeyenler, bu bakımdan, masum değillerdi. Ama, sergiledikleri birtakım davranışlar yüzünden temsil ettikleri bu güzelim dinin güzelliğine ve safiyetine leke getiren insanların da bu sonuçta ciddi katkıları vardı.

Bu durumdaki kişilerin yanlışlarını, temsil ettikleri dinin doğrularına saldırı için bahane edinenler, bir haksızlığı da işte bu şekilde gerçekleştirmiş oluyorlardı. Kötü örneklerden hareketle iyi örnekleri lekelemek bir büyük haksızlık olduğu gibi, iyi örneklerin iyiliğinde pay sahibi olduğu halde kötü örneklerin kötülüğünde payı olmayan bir dini suçlu makamına oturtmak feci bir haksızlık, dehşetli bir vicdansızlık, yürek sızlatan bir insafsızlıktı.
                                        * * *
Öyle ya da böyle, tablo ortadaydı: bir yanda o güzelim dinin güzel Peygamberi a.s.m. ve o Peygamberi a.s.m. örnek alıp işini ve hayatını güzel eyleyen güzel insanlar, beri yanda o Peygamberi a.s.m. güzelce örnek alamayıp kabalık ve yanlışlıklar sergileyen insanlar, karşı tarafta ise o insanların kabalığını güzel insanlara güzellikler öğreten güzel Peygamberin a.s.m tebliğ ettiği güzelim dine sırtını çevirme, hatta bu dine hücum etme gerekçesi kılanlar…

Bu tablo içerisinde, herşeye rağmen, bir çıkış yolu vardı. Üstelik öyle kolay bir yoldu ki bu, iyi niyet taşıyan hiçbir kimse uygulamakta asla zorlanmazdı.

Bu yolda, bir kere, İslâm adına yapılan ama asla İslâm’ın malı olmayan kabalıkları İslâm’a yakıştıranlar, dindar insanların İslâm adına yaptıkları ama İslâm’ın malı olmayan yanlışlar üzerinden İslâm’a küsmek veya hatta saldırmak yerine, onlara İslâm’ın doğrularını hatırlatma durumundaydı. Meselâ, yalan söyleyen bir dindarın bu yanlışından dolayı yalanı yasaklayan İslâm’a küsmek veya saldırmak yerine, “Yalan söylemeyi yasaklayan bir dine mensup olduğun halde yalan söylüyor olman sana yakışmıyor” diyebilmeli; dindar bir kişiden kaba bir davranış gördüklerinde, o insana mensup olduğu dinin Peygamberinin a.s.m. inceliğini hatırlatabilmeliydiler.

Böyle yapmaya daha ehil ve daha mecbur olanlar ise, bu dini güzelce yaşamaya çalışan kişiler idi. Onlar da, İslâm adına İslâm’ın malı olmayan kabalıklar sergileyen iman kardeşlerine İslâm’ın malı olan incelikleri bildirmeli; hem, bu inceliklerden yalnızca onları değil, kendisini İslâm’ın dışında gören kişileri de haberdar etmeliydiler.

İslâm adına İslâm’ın malı olmayan kabalıkları sergileyenlerin ise, ciddi bir özeleştiriye; “Dindar bir kişi olarak yaptığım bu hareket gerçekten dinimin özüne uyuyor mu?” sorusunun izini sürmeye ihtiyaçları vardı. Bunun da yanısıra, dini yorumlama ve uygulama biçimlerini sünnetin ve hikmetin ışığında bir daha tartıp değerlendirmeleri şarttı.

Bütün bunların her kesimden insan tarafından başarılması için ise, öncelikle, bir bilgilenme hamlesi ve gayreti gerekiyordu. İslâm’ın malı olan ile olmayanı, keza İslâm’a ait doğru bir ölçü ile o ölçünün yanlış yorumunu, dahası doğru bir ölçünün doğru yorumu ile o yorumun yanlış uygulamasını ayırma, ve bunun da beraberinde, hangi doğrunun hangi yerde hangi şekilde uygulanacağını bilme imkânı veren bir bilgilenme…

Bu bilgilenmenin merkezinde ise, görebildiğim kadarıyla, Kur’ân’ın ‘en güzel örnek’ diye gösterdiği; yine Kur’ân’ın tarifiyle, ‘kendi hevasından konuşmayan,’ ‘âlemler için rahmet,’ ‘insanları Allah yoluna çağırıcı,’ ‘ışık saçan bir kandil’ olarak Hz. Peygamberin a.s.m. hayatı ve şahsiyeti vardı. O ki, onun için, “Allah’ın sizi sevmesini istiyorsanız, O’nun Habibine uyun ki, Allah da sizi sevsin” ölçüsünü getiriyordu Kur’ân.

                                        * *

Bu bilgilenme sürecinde benim dikkatimi en ziyade çeken husus, Hz. Peygamberin a.s.m. şahsında insaniyet-İslâmiyet denkliğini keşfetmem idi. Yakın zamanda yaşamış bir büyük düşünürün, İslâmiyeti neden ‘insaniyet-i kübra’ olarak tarif ettiğini, Hz. Peygamberin a.s.m. şahsında, net bir biçimde kavrama imkânı buluyordunuz. O, kelimenin tam anlamıyla ‘insan’dı. Bir insan nasıl olur, insan insanlığını nasıl gerçekleştirir, insan insan olarak ona verilmiş yetenek ve özellikleri nerede nasıl kullanır ve ne şekilde geliştirir gibi soruların cevabı onun hayatında, özünde, sözünde apaçık vardı.

Onun hayatını ve sözlerini okurken, kişinin islâmiyeti onun insaniyetinin gelişmişliği nisbetinde gelişir dersini almıştım açıkçası… Kaba bir insan ama mükemmel bir müslüman olmak; insaniyeti geri, İslâmiyeti ileri olmak, anladığım kadarıyla, mümkün değildi. Bizatihî Peygamberin a.s.m. “Sizin Cahiliye döneminde en hayırlılarınız, hakkı kabul ve teslim ettikten sonra, İslâm döneminde de en hayırlılarınızdır” derken dikkat çektiği üzere, ‘islâm’ olarak en hayırlı olabilme potansiyeli, ‘insan’ olarak en hayırlı olana aitti.

Onun “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez” hadisi de, kişinin insaniyetinin gelişmişliği nisbetinin islâmiyetinin gelişme kaydedeceğine dair bir hatırlatma hükmündeydi. “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler” hadisi, bir başka örneğiydi bunun. “Allah yumuşaklıkla muamele edendir, yumuşak huyluluğu sever ve yumuşak huyluluğa karşılık olarak verdiğini başka hiçbir şeyle vermez” hadisi de…

Aynı şekilde, “Allahu Teâlâ güzeldir, güzel olanı sever; temizdir, temizliği sever; kerîmdir, keremi sever; cömerttir, cömertliği sever” gibi, “İnsanlara merhamet etmeyene Allah rahmette bulunmaz” gibi hadisler de, insaniyet-İslâmiyet denkliğine dikkat çekmekteydi. Hem, zamane insanların asla yetişemediği bir diş temizliğini hayatı boyu sergilemiş Hz. Peygamberin a.s.m. bu iş için kullandığı misvağı herkesin gözü önünde dişlerimizi göstere göstere ağzımızda gezdirirken, ‘diş temizliği’ gibi bir Peygamber a.s.m. inceliğini milletin önünde dişini gösterme kabalığıyla birleştirmiş olmuyor muyduk? Hz. Peygamberin a.s.m. yolunu yol edindiğimizi gösterir bir alâmeti, bir izi, bir şeâiri üzerimizde taşır halde dolaşıp, aynı zamanda o kudsî Peygamberin a.s.m. zıddına gerine gerine yürümek, sümkürüp yere tükürmek, yüksek sesle ve kaba kelimelerle konuşmak, olmaması gerektiği halde olagelen şeyler değil miydi?

Metin Karabaşoğlu’nun yazısı

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: