Peygamberin bir günü (1)

O bir kul ve peygamber idi. Ben de bir kulum. O kul olduğunu biliyordu. Benim nefsim kabullenmiyor. O bir güldü; şebnemlerinde, bize rahmetle gülen bir kâinat sundu, ve ardında güller bırakıp Rabbine döndü. Biliyor, ama hâlâ zakkumlar peşinde koşuyorum. Onun dünyama getirdiği güzelliğin de, tüm bu güzelliğin onun elçiliği ile geldiğinin de farkındayım. Zaten bu yüzden onu anlatmak istiyorum. Fakat sürekli gel-gitler ve kaç-göçler yaşanan; kâh onunla minare başına çıkan, kâh onsuz kuyu dibine inen bulanık hayatımla, anlatamamaktan korkuyorum. Bu istek ve bu korkudur ki, hem onu yazma çabamı, hem de hâlâ hiçbir şey yazamayışım sonucunu getiriyor. Senelerdir düşlüyor, aylardır düşünüyor, dokuz haftadır yazmaya çalışıyorum. Artık ümitsizim. Ne onu yazabileceğimden umutluyum; ne de, yazmış bile olsam, anlatmış olabileceğimden. İçin için “Onu ben nasıl anlatabilirim?”i soruyorum. İçimden çoğu kez “Anlatamazsın” cevabı yükseliyor. Ama yine de onu anlatmak istiyorum. Ona ayna olmak istiyorum; gölge olmaktan korkuyorum. Pencere olmak istiyorum; perde haline gelmekten korkuyorum.

Onunla aramdaki engelleri görür gibiyim.

Aramızda, sözgelimi, sıra sıra dizilmiş asırlar var. Akıl gözümü, onun uzağındaki on dört asrın dünyama getirdiği tozlar, tortular, sisler ve karanlıklar perdeliyor. Gerçi, o asırlar üstü bir haberin elçisiydi; ama benim her frekansa açık kulağım, bu haberi pek iyi seçemiyor. Onun nuru tüm âlemi aydınlığa bürümüştü; ne var ki, perdelenmiş gözümle, ben alacakaranlık kuşağını yaşıyorum.

O çok yakınımdayken, ben uzağındayım onun. Çalıştığım şu masayı dahi ışık elleriyle kucaklayan güneşe ne denli uzak isem, o kadar uzağındayım. Oysa, o bana güneşten bile yakın. İçimi ışıtıyor. Karanlıkta kalmış duygularım, onun getirdiği hakikatın nuruyla nurlanıyor. Biliyorum ki, “nurlu akıl”ların, “münevver kalb”lerin, “nurlanmış acz”lerin sırrı onun nurunda gizli. Ama “sebepler gecesi”ndeyim. “Celb-i rızk” için, “geçim” için, “kendini kanıtlamak” için, şunun-bunun için toprağa eğilmiş nefsimin gözü, o semavî kandili göremiyor. Bir gece adamıyım. Nefsim karanlığın getirdiği evham ve hayaller ile beslenirken, gecede daralan ruhum sabah hasreti duyuyor. Gece gurbetinden çıkıp, arasıra, sabah buluşmaları yaşamıyor değilim. Zaman zaman onun nuru şöyle bir dünyama uğruyor. Ne ki, karanlığa alışmış gözüm, gündüz güneşiyle kamaşıp yumuluyor. Gözlüksüzüm de. Gecenin bir vaktinde, narin bir dalın yahut bir çiçeğin taçyaprağının ucuna tutunan; güneş doğar doğmaz “nâr-ı aşk” ile yanıp ışık merdiveniyle sevgili güneşine koşan bir reşha-misal değilim. Onun getirdiği nurun önüne çöküp latif, şeffaf ve nuranî olmak vardı. Ama hâlâ karanlık dehlizlerde iz sürüyorum. Sönük kafa fenerim önümü görmeye yetmiyor lâkin. Sağa-sola yalpalayıp, aklî ve kalbî yaralar alıyorum.

“Saadet asrı”nı yaşıyor değilim kısacası. Yaralıyım. Onu yanıbaşında hissedenler; her daim onun sohbetiyle yaşayanlar, “saadet”i yudumlamışlardı her keresinde. Ben elemi de yudumladım. Onu yanıbaşında hissedenlerin asrıydı Asr-ı Saadet. Oysa ben, o saadet güneşine perde çeken asırların en karanlığının ucundayım. “Helaket-felaket asrı” dedikleri çağın çocuğuyum. Ruhum yine de onu arıyor. Kafa fenerim ruhumu çelmeliyor. Hazır zamanın gözden ırak olanı gönülden de ırak kılan medeni engizisyonu, kıskacını aklımdan bırakmıyor. Tüm anlayışım ustaca gizlenmiş bir engizisyonla şekilleniyor. O yüzden, onunla aynı kelimeleri konuşsam bile, çok farklı şeyler kavrıyorum.

O bir dünyadan söz açmıştı; benim dünyam galiba o dünya değil. Dünyası dünya-ötesini de içine alıyordu; ben ötesizim. Hayatı ölümden sonrasını da kapsıyordu; ben sonrasızım. Gördüğü tüm zahirî şeylerin bir de iç yüzü vardı; ben yüzsüzüm. Duyguları yedi kat semada kanat çırpmıştı; ben dünyaya mıhlanmışım. O “ayağa can Veren”i konuşmuştu; ben “ayak”ı konuşuyorum. O güzelim hilali Yaratanı anlatmıştı; ben hilale takılı yaşıyorum. Ne de olsa, helâket-felâket asrının çocuğuyum. Benim asrımın adı, “Asr-ı Saadet” değil.

Asrımın parıltılı ve karanlık, yoğun ve boş, süslü ve kof sahilinde, mimsiz medeniyetin ruhuma biçtiği elbiseyle dolaşıyorum. Elbise ruhuma dar geliyor. Sahil içimi daraltıyor. Çünkü ben sonsuzu özlüyorum; o ölümü ve elemi öğretiyor. Aklım öteleri arıyor; o “zaman” ve “tarih”e hapsediyor. Ya da rakamlar peşinde koşturuyor —ama “bir”den başlayıp, “sonsuz”a ulaşmadan.

Çokluk içinde dağılmış bir zihnin sahibiyim. Kalbim bölük-pörçük. Nefsim geniş, ruhum dar. Çünkü bu asrın çocuğuyum. Seneler boyu onun dersini aldım. O dersle gerçeğin tersini aldım.

Öyleyken, ben o sevgili Resul’ü anlatamam. İstesem de anlatamam. Olsa olsa, onu anlayamadığımı anlatırım. Yahut, tüm perdelere ve engellere, tüm yetersizliğime ve sığlığıma rağmen, ne kadar anlayabildiğimi anlatırım. Hepsi bu.

Biliyorum, o da insandı. Onun içtiği su, bizim içtiğimiz H2O’ydu. Kokladığı gül, soluduğu hava, seyrettiği güneş, yediği hurma, okşadığı kuzu, içtiği süt, bindiği deve, avuçladığı kum, seyre daldığı yıldızlı ve yaldızlı gökyüzü bizimkinin aynıydı. Ona, bize verilmeyen birşey verilmiş değildi. Şeffaftı zaten, kendisine verilen semavî hediyeyi aynıyla bize aktarmıştı. Ona verilen bizden alınmış değildi yani. Ona gelen vahiy hediyesi aynıyla duruyordu; dünyamıza girmiyorsa, bizim meselemizdi bu. Hem, ona da kalb, ruh, akıl, binlerce duygu, el, göz, kulak ve dudak verilmişti. O da bizim gibi âciz, zayıf, muhtaç, ümmî, fakir ve çaresiz idi. Onu farklı kılan ne başka bir kâinatta yaşamış oluşuydu; ne de verilmiş imkânların farklılığı.

O da bizim içtiğimiz suyu içmişti. Ama bizim boğulduğumuz sulara asla dalmaksızın. Bizim baktığımız manzaraları seyretmişti. Ama bizim gördüğümüzün ötesine ulaşarak. Bizim sorduğumuz soruları sordu. Ama ona bizim erişemediğimiz cevaplar geldi. Onun da “gelecek” meselesi vardı; ne ki, onun için gelecek ölüm anında bitmiyordu. O da çalışıp yorulmuştu; ama ne için, ne adına ve nereye doğru olduğu bilinen bir çalışmaydı bu. Ona da hayat verilmişti; ama onun için hayat “ölü olmanın tersi”nden ibaret değildi. Keza, ölümün de onun için ap ayrı bir anlamı vardı.

Sözün kısası, onun yaşadığı dünyadayız. Ona verilmiş kabiliyetlerle yaşıyoruz. Yine de, “dünya”mız onunki ile örtüşmüyor. O üç yüzlü bir dünyadan haber vermişken, biz kuru, sığ ve kof tek yüzlü tanımlara takılıp kalıyoruz. O dünyada bir yolcu veya bir misafir gibi olmanın yolunu öğretmişken, biz “dünyanın oluşumu”na dair, “kozmik fırtına”lı, “merkezkaç kuvvet”li, “magma”lı tanımlarla oynaşıyoruz. O güneşi Rabbimizin semavî bir kandili olarak bildirirken, biz “Çekim alanında dokuz mu, on mu gezegen var?” sorusunda dolanıp duruyoruz.

O yağmuru “Rahmet”ten bekliyordu, biz buluttan. Onun ekmeği Rezzak’tan gelen bir “rızık” idi, bize göre “besin maddesi”. Nice şey onun için “nimet”ti, bizim için “mal”.

Onunla aramda, gizlisiyle ve açığıyla, işte böylesi engeller bulunuyor.

Gerçi Muhammed ismini duymadım değil. Hem de çok duydum. Ama, her bir mevcuda yamadığımız “mânâ-yı ismî” elbisesini ona da biçerek duydum. Kim miydi? “571’de doğmuş, 632’de ölmüş.” Sonra? “Darmadağınık haldeki Arapları, getirdiği dinle bir bayrak altında toplayıp, büyük bir uygarlığın kurucusu yapmış.” Sonra? “Dünya tarihinde önemli bir yeri olan çok büyük bir lider?” Sonra?

Asrımın dimağı, çoğu kez “sonrasız” kalıyor. Çünkü, zamanı düz bir çizgi halinde görünce, her yeni asrı bir öncekinden ileride sanıyorum. O yüzden, onu, ne kadar büyük de görsem, 1400 sene öncesinde görüyorum. Yanısıra, kendimi ve yaşadığım çağı ondan 1400 sene ileride görüyorum. O semadan haber getirmiş olsa dahi, kendi dünyevî nazarımla, onu da bir “dünyalı” gibi görüyorum.

Oysa, zaman düz bir çizgiden ibaret değilse eğer; bu âleme diğer bir âlemden göçerek geliyor ve buradan göçünce diğer bir âleme gidiyor isek, o bizim hayli önümüzde. Bizim henüz gidemediğimiz yere, o 1400 yıl önce gitti. Orada, on dört asırdır bizi bekliyor. Günler geçtikçe ondan daha bir kopmuyoruz, biraz daha ona yaklaşıyoruz.

Ne var ki, aklım kavrasa bile, nefsim bunu kavramıyor. O hep ardımdaymış gibi yaşıyorum. Neticede, çoğu kez dünyama girmiyor bile. Girse de, bin yıllık sislerin ardında, belli-belirsiz görünüyor. Kendi dar zihnimin ve dünyalı asrımın şablonuyla yorumladığım birisi olarak beliriyor.

Galiba, birçok çağdaşım da bu hali paylaşıyor.

Bu hali yaşadığım için, seneler boyu, deyim yerindeyse, biraz şaşakalmış durumdayım. Bilhassa o güzelim “risale”yi okuduğum zamanlar, yoğun bir şaşırma süreci yaşıyorum. Çünkü, çağdaşım olan “bir insan,” sevgili Resul’ü bana beklemediğim bir tasvirle anlatıyor. Yazdığı her bir güzel risaleyi, “Kur’ân’ın nuru ve Resul-i Ekrem’in dersi”nin meyvesi olarak sunarken, bana kendi uzaklığım içinde ona yakın olmanın sırrını da veriyor. Onu okurken, bu çağda yaşıyor olmanın bir mazeret olmadığını anlıyorum. Dilerse, bu asırda bile olsa, insanın onun yolunu yol edinebileceğini kavrıyorum.

Ama bir şartı da var: asrının mahkumu olmamak. Nitekim, “risalet-i Ahmediye”yi anlatırken, “İstersen gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Araba gideriz” diye söze giriyor Said Nursî. Neden? “Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.” Vazife başında. Yani, doğrudan doğruya. Perdesiz. Bunun için ise, bazı hazırlıklar gerekiyor: “Mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyun.” “Zamanın denizine gir.” “Tarih ve siyer sefinesine bin.”

Senelerdir, böylesi yolculukları özlüyorum. Gerçi ne mimsiz medeniyetin giydirdiği dar ve boğucu elbiseden tam olarak sıyrıldım; ne de tam anlamıyla tarih ve siyer gemisine bindim. Yine de, “risale” kılavuzluğunda yapılan kısa kısa yolculuklar dahi, “onunla kâinat” ile “onsuz kâinat” arasındaki farkı anlamama yetiyor. Böylesi yolculuklarla anlıyorum: sevgili Peygamber, kâinatın gözbebeği sanki. Herşey onun bakışıyla anlam kazanıyor. Geçmiş ve gelecek onun getirdiği nur ile aydınlığa kavuşuyor. Onsuz âlem ise, tam bir karanlık; gri değil, alaca değil, zifirî bir karanlık.

Delili mi?

İslâmdan önce Ömer, İslâmdan sonra Ömer… Ebu Bekir ile Ebu Cehil… Cahiliyye ile Asr-ı Saadet…

Benim asrım ise alacakaranlığı temsil ediyor. O yüzden, bu fark, kendi asrımda o denli belirmiyor. Gece ile gündüz arasındayım. İşime geldiği zaman gecenin karasına sığınıyor, işime geldiği zaman “Henüz gündüz” diye avunuyorum. Zira “ülfet”im var. Resul-i Ekrem gelmiş. Tüm kâinata Rabbi adına bakmış. Tüm kâinata Rabbinin nurunu yaymış. Bize her fiilden Ona giden bir yol bırakmış. Binlerce sahabinin, milyonlarca evliyanın ve asfiyanın önderi, imamı olmuş. Onlar, getirdiği nuru, herşeye rağmen bugünlere taşımışlar. Bu halin rahatlığı içinde, bu nurun kıymeti nazarımda tam belirmiyor.

Tıpkı, güneşin doğuşuna ülfet edip alışmam gibi. Güneş her gün doğuyor, gün boyu bana konuşuyor, ve gidiyor. Sonra tekrar doğuyor. Her bir doğuşu ayrı bir haber, her bir dolanışı ayrı bir harika, her bir batışı ayrı bir güzellik sunduğu halde, ülfetim çoğu kez güneşe hiç baktırmıyor. “Güneş zaten doğar ve batar” diyorum. Sanki hiçbir hikmet, hiçbir harika, hiçbir rahmet yokmuş gibi, sanki sıradan birşeymiş gibi muhatap oluyorum. Ona muhtaç yaratılmamışım, o olmasa da yaşarmışım gibi geliyor.

Herhalde, Resul-i Ekrem’e ve getirdiği vahye de öyle nazar ediyorum. Örülen tüm duvarlara, çekilen tüm perdelere, taşınan tüm sis bulutlarına rağmen büs bütün karanlığı yaşamıyorsam; belli-belirsiz de olsa hâlâ birşeylerin farkına varabiliyorsam, bunun, onun getirdiği hediye sayesinde olduğunu görmezden geliyorum. Sanki, o olmasa da ben Rabbime inanırdım gibime geliyor. O olmasa da, çiçeğe “Ne güzel yapılmış” diye bakardım gibime geliyor. Oysa, bugün bir hakikati görüyorsam, aslında onun elçiliğiyle görüyorum. Bir sırrı anlıyorsam, risaleti sayesinde anlıyorum. “Lâilaheillallah”ı, o “Muhammedün resulullah” olduğu için diyebiliyorum. Yoksa, onun ubudiyeti ve risaleti olmasaydı, hiçbiri olamazdı. Kendi hayatım da, kâinatın vücudu da anlamsız ve abes kalırdı.

Çünkü Rabbimiz kâinatı yaratmış, sonra, şu kâinata bakan her akıl mutlaka onun Rabbimizin eseri olduğuna hükmetmiş değil. Her bir akıl sahibi, kâinatta görünen nakışlarla bir Nakkaş’ı, güzelliklerle bir Cemîl’i, sanatlı yapılışlarla bir Sânii, intizam ve düzenle bir Munazzım’ı görmüş; kendiliğinden, kâinatı Rabbi’nin isim ve sıfatlarının aynası bilmiş değil. Öyle olsaydı, bu sırrı en ziyade, her biri birer deha olan filozoflar bulurdu. Ne ki, onların maddede boğulmuş, her biri diğerini çürüten, yine her biri kendi içinde çelişen tabloları, gerçeğin öyle olmadığını gösteriyor. Ben, herşeye rağmen, kâinata bakıp “ne güzel yapılmış” diyebiliyorsam, kâinata muhatap olmanın usulünü bildiren bir muallim sayesinde diyorum. Bir Resul-i Ekrem —ve diğer tüm peygamberler— sayesinde diyorum. Onun irşadı, rehberliği, tarifi, talimi, teşrifi, elçi ve dellal ve gösterici oluşu sayesinde diyorum. Kâinata bakan; ve içindeki en küçük sineğin bile çok hikmetler ve vazifeler kanadına takılarak, ince bir nakışla işgördüğünü gören aklım, “Bunda büyük bir iş var. Bu boşuna böyle olamaz” demekle kalmıyorsa; ardından ondaki büyük sırrı görebiliyorsa, o öğretici ve gösterici sayesinde görebiliyor.

Sözgelimi, onunla gelen “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih ederler” mealindeki âyetle birlikte olduğu gibi. Bu âyetten, şu halimle, ne habersizim, ne de haberdar. Habersiz değilim; çünkü böyle bir âyeti biliyor ve mânâsına itiraz etmiyorum. Haberli de değilim; çünkü kendi kafamdaki “yer,” “gökler,” “uluhiyet” ve “tesbih” anlayışını tartmadan, üstünkörü kabullenip geçiyorum. Halbuki, onun getirdiği böylesi manidar haberlerin gerçek kıymetini anlamak için, Said Nursî beni 1400 yılı aşan bir yolculuğa çağırıyor. Gidiyorum. Kendimi Cahiliyet asrında tasavvur ediyorum. Gökte güneş yok. Hattâ ay bile yok. Çok uzaklarda belli-belirsiz bir-iki yıldız var sadece. Herkes şu dünyadan gelip gittiğini ap açık görüyor; ama nereden gelip nereye gittiğini göremiyor. Her bir çiçeğin nakşını görüyor; o nakışların ne anlama geldiğini göremiyor. Dahası, üç günde solan birşeyin bu denli güzel oluşuna bir anlam veremiyor. Herşey cehalet ve gaflet perdesi altında. Herşey kör tabiata ve serseri tesadüfe emanet edilmiş. Hiçbir şey bize konuşmuyor. Veya konuşuyor da, işitilmiyor. Hiçbir şey imdadımıza yetişmiyor. Geliyor, ve istemeye istemeye gidiyoruz. Sanki karanlıktan gelip, karanlıkta kalmış sırlarıyla, yine karanlığa dönüyor herşey.

İşte öylesi bir karanlığın ortasına, aydınlık yüzlü bir elçi, bir haber getiriyor: “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih eder.”

O haberlerle birlikte, sanki düğmeye basılmış gibi, herşey aydınlanıyor. Geçmiş ve geleceği, aydınlık kuşatıyor. Ölmüş veya yatmış mevcutlar “Tüsebbihu” yahut “Sebbeha” sadasıyla, işitenlerin zihninde diriliyor. Ayağa kalkıp zikre başlıyor. Küçücük çiçekler Onun adını fısıldar, koca küreler Onun adını haykırır bir hal alıyorlar. Kuşlar dilleniyor, ağaçlar dilleniyor, zerreler ve yıldızlar dilleniyor. “Tüsebbihu” sadasıyla, âdeta, işitenin nazarında, gökyüzü bir ağız ve bütün yıldızlar birer hikmetli kelime, birer hakikatli nur sûretini bürünüyor. Yeryüzü bir baş, denizler ve karalar birer dil, bütün hayvanlar ve bitkiler birer tesbih kelimesi sûretini alıyor.

Kur’ân’a muhatap olduğumda, Resulullah’a bildirilen böylesi nice hakikatin farkına varıyorum. Onun getirdiği Kur’ân’ın nuruyla bakarak “varlık” diyegeldiğim şeyleri birer mevcut ve mahluk ve de masnu olarak görür hale geliyorum. Herşey Onu bildiriyor: güneş ve doğuşu, ay ve güneşin ışığını yansıtışı, gece ve üstümüze yorgan oluşu, gündüz ve hayatımıza beşik oluşu, gökyüzü ve üstümüzde duruşu, dağlar ve hazineli direkler gibi dikilişi… Yahut yerde biten ekinler, gökte uçuşan kuşlar, denizde yüzen balıklar… Yahut deve, inek, örümcek, sivrisinek, arı, karınca… Yahut düşen bir yaprak, çatlayan bir taş… Yahut incir ve zeytin… Hepsi de, onun getirdiği nur ile, benim için karanlığını ve katılığını yitiriyor. Her biri süslü, hikmetli, doğrudan Onu bildiren birer mektuba dönüşüyor. Dünyamın o nurla ne denli aydınlandığını , o nurun olmadığı bir dünyanın ise ne denli karanlıklı olduğunu böylece daha bir anlıyorum. Said Nursî, “…getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor” diye boşuna demiyormuş meğer.

Çünkü, o sevgili Resul, getirdiği vahiy nuruyla, aksi halde asla kavrayamayacağım bir âlemden işaretler sunuyor. Kendisine vücud verilmiş âciz, zayıf, fani biriyim ben. Yaratılmışım. Neyim varsa verilmiş; hiçbiri mutlak değil. İradem cüz’î. İktidarım kısıtlı. Gözümün görmesi, kulağımın duyması, aklımın kavraması, bir yere kadar. Öteleri, şu kâinatın dışını kavrayamıyor. Şu kâinatı bile tamı tamına kavrayamıyor. Ama Kur’ân, beni ve kâinatı yaratan Rabbimin kelamı olarak, bana kâinatın ardında, işgören bir Fail’i bildiriyor. Mülk âlemine nazar eden akıl gözüme, melekûtu bildiriyor. Şehadet âleminden, gayb âlemini haber veren şahitler getiriyor. Gölgeden asıla, perdeden pencereye sevkediyor. Çünkü, kâinatı yorumlayışı o kadar açık, o kadar net ve tutarlı ki… Âdeta “Kur’an’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi, elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor.”

Ve ben, Resul-i Ekrem’le gelen ve bana benden ve kâinatımdan haber veren Rabbimin kelamının rehberliğinde baktığımda, kâinatın rengi değişiyor. Lekeler temizleniyor. Karanlık görünen yerlerde bile aydınlık izler buluyorum. Kesif şeyler saydamlaşıyor. Mikroptan kuyrukluyıldıza, sanki beni altetmeye hazır halde bekliyor gördüğüm tüm mevcutlar birer kardeş, birer dost halini alıyor. Onlarla enis oluyorum. Her biri, kendi zikir ve tesbihini bana dinlettiriyor. İç dünyalarını bana açıyorlar. Süslü zarflarını açıp, birer mektup olarak dünyama geliyorlar. Tüm âlemlerin Rabbi olan Rabbimin rahmetine, hikmetine, kudretine.. elçi oluyorlar.

Sanırım, herşey, onun nuru ile bu yüzden alâkadar. Çünkü o, Rabbinin nurunu görüyor ve gösteriyor. Anlıyor ve anlatıyor. Tanıyor ve tanıtıyor. Seviyor ve sevdiriyor. Rabbinin gönderdiği nura ayna olduğu gibi, mahlukların ettiği zikir, dua ve tesbihlerin de aynası oluyor. Tüm kâinatı barındıran kalb gözbebeği ile, bütün yaratılmışların ibadetlerini, kendi namına, celâl ve cemal sahibi Mabud-u Zülcelâle takdim ediyor. Rabbinin vekili olup, bütün mevcutları kendi hesabına söylettiriyor.

Duasında ve tesbihatında, bunu açıkça görüyorum. Bütün hayatında, ve hayatının bütün anlarında buna dair deliller görüyorum. Meselâ, bir günün bitiminde “gözü uyur, kalbi uyumaz” halde yatağa uzanırken, “Allah’ım” diye sesleniyor: “Gökleri ve yeri idare eden, Arş-ı Azîme malik olan, bizi ve herşeyi kumanda eden, daneyi ve çekirdeği yarıp patlatan, Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’ân’ı indiren Sensin. Evvel Sensin, Âhir Sensin, Zahir Sensin, Bâtın Sensin.” Bir süre sonra uyanıyor. Her uyanışı küçük bir haşir örneği olarak sunarcasına, “Öldükten sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun” diyor. Yatağından kalkıyor. Kuddüs olan Rabbine ibadet etmek üzere, abdest alıp temizleniyor. Âlemlerin Rabbinin huzuruna pâk bir yüzle çıkmanın zeminini hazırlıyor. Ardından, dışarı çıkıyor. Gecenin ıssızlığında, göğün kandilli yüzünü seyrediyor. O seyr ile mest iken, tefekkür halinde, Kur’ân’ı terennüm ediyor. “Gerçekten göklerin ve yerin yaratılmasında ve günün ve gecenin ard arda gelişinde akıl sahipleri için âyetler vardır” mealindeki âyetleri okuyor. “Onlar ayakta iken, otururken ve yan uzanıyorken, Allah’ı zikredip göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünerek, ’Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın’ derler.” Teheccüde duruyor. Ağlıyor. Hz. Bilal sabah namazına çağırmak üzere geliyor. Görünce, “Ya Rasulallah, niçin ağlıyorsun?” diyor. O cevaplıyor: “Allah bana şu âyeti indirdikten sonra, artık nasıl ağlamam?”

-devam edecek

Metin KARABAŞOĞLU – Karakalem – 2004

Risale Haber