“Quo vadis” (Nereye gidiyorsun?)

Yakınlarının vefatında bazıları, onların tabutuna sarılıp yüksek sesle ve ağlayarak;

“-Nereye gidiyorsun?” derler. Bu hal, bazı kişilerin vefatında medyaya da yansır. Dinî kaynaklarımıza göre; tabutun içindeki vefat etmiş kişinin ruhu bunu duyar, yüksek sesle ağlamalardan da rahatsız olur, ancak orada bulunanların duyabileceği şekilde bir cevap veremez. Fakat, eğer iyi bir yere gidiyorsa, bir an önce oraya gidebilmeyi ister.

Quo vadis”, Latince bir soru cümlesidir ve Türkçedeki “-Nereye gidiyorsun?” soru cümlesinin karşılığıdır.

İncil’de, Yuhanna 16:5’de bulunur: “16: 5 – At nunc vado ad eum, qui me misit, et nemo ex vobis interrogat me: ‘Quo vadis?”.

( Türkçesi: “16: 5 -Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki, içinizden hiçbiri bana, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sormuyor.”)

“Quo vadis” Latince cümlesi, tarihte ve modern kültürde çeşitli dilleri konuşan halklar tarafından da çeşitli maksatlarla, çok farklı şekillerde ve yerlerde kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Bu cümlenin meşhur oluşunun ve dünyada yaygın şekilde kullanılmasının bir sebebi de, 1905 Nobel Edebiyat Ödülü’nün verildiği bir romanın ve senaryosu bu romandan alınmış 1950’li yıllarda yapılmış uzun metrajlı bir sinema filminin bu adı taşımasıdır. Fakat, aslında bu cümlenin çok meşhur oluşunun en başta gelen sebebi; insanın selim akılla bu dünyada sorabileceği en mühim sorulardan biri oluşudur. Bunun mukabili, insanların selim akılla sorabileceği diğer çok mühim bir soru da: “-Nereden geliyorsun?” sorusudur. Bunlar, insanın bu dünyadaki varlığı ve vazifeleri ile alâkalı anahtar hükmündeki sorulardandır ve ancak selim akıl sahipleri bu soruların cevabını ciddî olarak araştırır.

Selim akılla düşünenlerin cevabını aradıkları en mühim sorular şunlardır:

Ben neyim? Ben nereden geldim? Ben nereye gidiyorum? Bu dünyaya kendi isteğimle gelmediğime göre beni kim gönderdi? Ve niçin gönderdi? Bu dünyada nasıl yaşamalıyım?”

İnsanlık tarihi boyunca, selim akıl sahiplerinden başka, felsefecilerin de üzerinde asırlarca durduğu üç temel soru olmuştur:

1 – Kâinattaki mutlak hakikat nedir?

2 – Varlıkların hikmeti ve gayesi nedir?

3 – İnsan nedir ve onun vazifesi nedir?

Felsefeciler, bu üç temel soru üzerinde durarak, mükemmel bir hayatın nasıl yaşanabileceğinin yollarını asırlardır araştırmışlardır. Önce, maddî gelişme ile dünyada saadetin elde edilebileceği zannedilmiş; malda, parada, eşte, evladda, zînette, mevki ve makamda, saltanatta, şöhrette saadet aranmış; fakat hakikî saadet bunlarda bulunamamıştır. Bu soruların doğru cevapları, ancak asliyetini muhafaza eden semavî din (O din, zamanımızda İslâmiyet’tir) tarafından verilebilir.

Sabah ve akşam namazından sonra tekrarı, pek çok fazileti bulunan ve sahih bir hadiste İsm-i Â’zam mertebesini taşıdığı bildirilmiş, tevhid hakikatiyle alâkalı bir cümlenin on birinci kelimesinin manâsına dair Risale-i Nur Külliyâtı’ndan aynen iktibasla nakledilecek cümleler, “-Nereye gidiyorsun?” sorusunun en güzel cevaplarından birine misaldir:

“ON BİRİNCİ KELİME:

Yâni: Ticâret ve me’muriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîm’lerine kavuşacaklar. Yâni, bu dâr-ı fânîden gidip dâr-ı bâkîde huzur-u kibriyâya müşerref olacaklar. Yâni, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-ı Rahîmlerine makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar. İşte şu kelime bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder. Ve der ki:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun? Ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’ûdane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl’in dâire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbûblarda ve bütün mevcûdât-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, O’nun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi.. ve bütün Cennet, bütün letâifiyle bir cilve-i rahmeti.. ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezel’in, bir Mahbûb-u Lâyezâl’in dâire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz. Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücûd-u dâimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sâhib ve Mâlik-i Hakîki’nin tarafına gidiyorsunuz ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dâiresinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Yirminci Mektubun Birinci Makamı)

Prof.Dr. Mustafa NUTKU

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: