Rabbimizi tanımak…

“Sözler” adlı eserinde Bediüzzaman, Rabbimizi bize tanıtan üç büyük, umumî tanıtıcının bu  kâinatın büyük kitabı, bu büyük kitabın en büyük âyeti olan Peygamberlerin En Son Gelmiş Olanı Aleyhissalat-ü Vesselâm ve Kur’ân-ı Azîmüşşan olduğunu bildiriyor.

O eserdeki bu bahsediliş sırasına bakıldığında, Allah’ın bize sözleri ve şânı büyük olan Kur’ân’dan, Peygamberlerin En Büyüğü ve En Son (Âlemlere rahmet olarak) gönderilmiş Aleyhissalat-ü Vesselâm’dan önce niçin “bu kâinatın büyük kitabı”ndan bahsedilmiş olduğunu bazıları merak edebilirler.

Fakat dikkat edilirse, bazılarının sebebini merak ettiği o bahsediliş sıralaması “Gerçek Değerler bakımından kıymet ve ehemmiyet sıralaması” değil; “İnsanlara Rabbimizi Tanıtma Özelliği bakımından sıralama”dır.

Ekseriya “Balta girmemiş ormanlarda yaşayanlar” ifadesiyle kastedilen, medenî insan cemiyetlerinden, gelişmiş beşerî eğitimlerden ve bilgi alışverişlerinden çok uzak bir yerde yaşayan fakat mükellefliklerinin başlangıç yaşını aşmış ve normal bir akıl sahibi olan insanlar da bu dünyada “Allah’a kulluk” imtihanındadırlar ve “insan” oldukları için onların da “Rabbini tanımak” mükellefiyetleri vardır.

Onlar, bu dünyaya gelip içinde bulundukları hayat şartlarında belki Allah’ın ve O’nun Resulü’nün (asm)  sözlerinden haberdar olmak ve bu şekilde O’na karşı tüm vazifelerini öğrenip yapabilmek imkânını bulamayabilirler. Fakat, “bu kâinatın büyük kitabını okuyarak” o hallerinde de –imkânlarının müsaadesi nisbetinde- “Rabbini tanımak” mükellefiyetindedirler. Bu yazının ilk cümlesindeki o sıralamada, belki bazıları tarafından ilk anda fark edilmeyen bu manâ inceliği vardır.

Meselâ: “Balta girmemiş ormanlarda yaşayanlar” ifadesiyle ekseriya kastedilen insanlar da “selim bir akılla” düşünseler, bir şeyin kendi kendine mevcudiyetinin, yapanı-çalıştıranı veya işleteni olmaksızın varlığının ve devamının imkânsızlığına;  her şeyin “yapan”ının” ve çalışan her şeyin de “çalıştıran”ının  olması gerektiğine hükmedebilirler. 

Onların “kâinatın büyük kitabı” hakkında, içinde bulundukları şartlar içerisindeki bu düşünceleri ve kabulleri de her insan için en mühim şey olan Allah’ın varlığına, birliğine ve en büyüklüğüne (Tevhid hakikatine)  inanmaları manâsına gelir.   

Meselâ onlar, Kur’ân-ı Azîmüşşan’da Enbiyâ Sûresi 22. âyetini

لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُون

 

 “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.”

ve onun benzeri diğer Kur’ân âyetlerini, meallerini ve tefsirlerini yazılı metinler halinde hiç okumamış ve hiç kimseden de ders almamış oldukları halde, medeniyetten çok uzak şekilde yaşadıkları o yerde kabilelerinin bir  reisi varsa, bir kabilede birden fazla kabile reisin  bulunması bile mümkün olamazken, bu büyük kâinatın da birden fazla reisi bulunmasının mümkün olamayacağına; bu varlık âlemini yaratanın varlığından başka, onu büyük bir intizam içinde çalıştıranın da bir olması gerektiğine (“Tevhid”) inanabilirler.  

Meselâ onlar, Âl-i İmrân Sûresi’nin 189-190. âyetlerini

وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاللّهُ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ  إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لِّأُوْلِي الألْبَابِ

“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Allah’ın her şeye gücü yeter. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır”

ve benzeri diğer Kur’ân âyetlerini, o âyetlerin meallerini, tefsirlerini yazılı metinler halinde hiç okumamış ve hiç kimseden de ders almamış oldukları halde gene de Rabbimizi tarif eden üç büyük, umumî tanıtıcının derslerinden bazılarını daha alabilirler ve hâkezâ..

Konuya bu “Giriş”ten sonra şimdi de, “balta girmemiş ormanlarda” değil de, medenî insan cemiyetleri içinde, bilgiye erişmenin büyük imkânları ve kolaylıkları içerisindeyken, Rabbimizi bize tanıtan üç büyük, umumî tanıtıcının birincisi olan “bu  kâinatın büyük kitabı”nın bazı sayfalarına göz gezdirelim:

***

Devredip giden, devrini tamamlayan zamanın akışı içindeyiz…

Bize verilmiş olan ömür müddetini geçirirken, kâinattaki sayısız devridaimlerden bazılarının bazı muayyen noktalarına, muntazam zaman aralıklarıyla tekrar geldiğimizi fark ediyoruz…

Okullarda Coğrafya derslerinde de öğretildiği gibi, üzerinde yaşadığımız, ortalama çapı 12740 km. olan yerküremiz 13,5 milyar seneden beri yolunu, yörüngesini ve hızını hiç şaşırmadan, muhayyel bir ekseninin 23 derece 27 dakikalık eğimini muhafaza ederek hem kendi etrafında ve hem de güneşin etrafında dönmeye devam ederken, kendi etrafındaki bir devrinde sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinin; güneşin etrafındaki bir devrinde de İlkbahar, Yaz, Sonbahar ve Kış mevsimlerinin, ard arda ve çok muntazam bir şekilde tekrar geldiğini görüyoruz…

Dünya, Batıdan Doğuya doğru dönmektedir. Bu dönüş istikameti, güneşin, ayın ve yıldızların ne taraftan görünüp tekrar ne taraftan görüş sahamızın dışına çıktığı meselesi ile alâkalı olduğu gibi, okyanus akıntılarının ve rüzgarların yönlerinin üzerinde de tesirler icra eder.

Dünya güneş etrafında dönerken, elips şeklindeki bir yörünge üzerinde ve güneşten ortalama 150 milyon km mesafede hareket etmektedir. Güneş etrafındaki bir devrini tamamlayıncaya kadar, kendi etrafında da 365 1/4 defa döner. Bu sayı, bir “Güneş Senesi”ndeki günleri ifade eder.

Dünyanın muhayyel ekseni etrafında takriben 24 saat (aslında 23 saat 56 dakika 4 saniye) süren bu devri esnasında dünya sathındaki muhtelif yerler, bazen aydınlık bazen de karanlık içinde kalmaktaşafakta ve fecirde olmak üzere günde iki defa da, karanlık ve aydınlık bölgeler arası hududu teşkil eden “aydınlanma dairesi” tarafından katedilmektedir.

Güneşten ve dünyanın güneş etrafındaki yörünge hattından geçen düzleme “Ekliptik düzlem” denir. Dünyanın kendi etrafındaki muhayyel dönüş ekseni bu ekliptik düzleme ne paraleldir ne de diktir; bu ekliptik düzleme dik muhayyel bir hatla takriben 23 derece 27 dakikalık bir açı yapar. Dünyanın bu eğimi daima sabittir, bu sebeple senelik devridaiminin muhtelif mevkilerinde dünyanın bu ekseni, daha evvel bulunduğu her hangi bir mevkideki muhayyel eksenine paralellik arz eder. Buna da “eksenin paralelliği” denir.

Dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin eğiklik derecesi, bu muhayyel eksenin paralelliği, dünyanın basık küreye benzeyen özel şekli, kendi muhayyel ekseni etrafında devretmesi, yeryüzünde insan için çok önemli bazı hadiselerin sebebini teşkil ederler. Bunların en başta gelenlerinden bazıları, güneş enerjisinin yeryüzünde dağılma miktarının ve mevsimlerin değişmesidir.

Dünyanın güneş etrafındaki dönüş yörüngesinde iki inkilab noktası vardır: 22 Haziran ve 22 Aralık. Her “Güneş Yılı” içindeki bu iki tarihte, gündüz ve gecenin uzunluk farkları azamîye ulaşır. Bunlara “Yaz inkilab noktası” ve “Kış inkilab noktası” adları verilir. “Yaz inkilab noktası”nda en uzun gündüz ve en kısa gece, “Kış inkilab noktası”nda ise en uzun gece ve en kısa gündüz hali, her yıl büyük bir intizamla tekrar gelir. 22 Aralık, dünyanın güneş etrafındaki bir yıllık devrinde “Kış inkilab noktası” olarak mühim bir tarihtir.

İlkbahar ekinoksu” denilen 21 Mart’ta ve “Sonbahar ekinoksu” denilen 23 Eylül’de; yani bir “Güneş Yılı” içindeki sadece iki günde ise, gece ile gündüz müddetleri dünyanın her yerinde birbirine eşit olur (“Ekinoks”, Latince –gündüze- eşit gece manasındaki “equi nox” kelimelerinden meydana gelmiştir).

Dünyanın, kendi muhayyel ekseni etrafındaki ve güneş etrafındaki devri, zaman ölçüsü olarak gün ve senenin mahiyeti, kaynağı, gece ile gündüzün, şafağın, fecrin ve mevsimlerin meydana gelmeleri, güneşin, ayın ve yıldızların göründükleri ve kayboldukları istikametlerle ilgili olarak, okullarda takip edilen ders kitaplarında da bulunan bu fennî bilgilerden böylece özet olarak bahsettikten sonra, teferruatı o kitaplara havale edelim.

***

Fen ve tabiat bilimleri asrımızda çok fazla inkişaf etmiş, mevcut birçok ilim dalı, kendi içinde de birçok dallara bölünmüştür. Bunu Müslümanlar olarak büyük bir memnuniyet, şevk ve heyecanla karşılamamız icap eder. Çünkü, fen ve tabiat bilimleri olarak şimdiye kadar elde edilmiş bilgiler ve dünyanın her tarafında yapılan ilmî araştırmalar neticesi bu bilgilere yapılan yeni ilaveler, aslında Allah’ın kâinattaki nizamının inceliklerini, mükemmeliyetini insanlara gösteren “Vahdaniyet delilleri”dir; Allah’ın varlığının, birliğinin, kudret ve azametinin birer ispat vasıtasıdırlar. Bunları, “ilimlerin başı ve en kıymetlisi olan Marifetullah”ta terakkinin vasıtaları olarak değerlendirebilmeliyizBu bilimleri böyle değerlendirmemek ise, bir nevi “gaflet hali”dir.

İnsanlardaki “gaflet”, çeşitli şekillerde tezahür ediyor. Onun bir tezahür şekli de, kâinatta tekrarlanan tabiat hadiselerine ülfet, ünsiyet, alışkanlık nazarıyla ve lâkayt olarak bakmaktır.

İnsanlar, senelerin birbirini takibi, güneşin doğması ve batması, günün tam ortasında gölgelerin çekilmesi gibi değişikliklerin büyük bir intizamla meydana geldiğini ve tekrarlandığını eski devirlerden beri fark etmişler; fakat onların ekserisi, bu gibi değişiklikleri “tabiî ve olağan” (!) görerek, üzerinde gereği gibi durup düşünmemişlerdir!..

İnsana ömrü boyunca kâinattaki bazı hadiselerin muntazam fasılalarla tekrarının gösterilmesi, aslında o hadiselerin çok mânidar olması, üzerinde ehemmiyetle, ibretle ve hikmet nazarıyla bakılarak düşünülmesi için olabilir…

İnsan ise, ekseriya aksini yapar; tekrar eden hadiselere karşı lâkayt bir tavır alır!.

Bu hadiselerin büyük bir nizam ve intizam içerisinde, muntazam fasılalarla tekerrür etmesi, “daha evvel de benzerini görmüştüm”(!) diye düşünerek, ona alışkanlık nazarıyla bakıp ehemmiyet verilmemesinin haklı bir sebebi olabilir mi?

Bir öğretmen, talebelerine bir ders mevzuunu, muntazam fasılalarla birçok defa tekrar etse, o ders konusunun bu şekilde tekrarlanarak verilmesi, ehemmiyetine mi, yoksa ehemmiyetsizliğine mi atfedilebilir? Talebeler, o ders mevzuunun tekrarlarındaki sebeplerin neler olabileceğini hiç düşünmeyip “Bu benim daha evvel de dinlemiş olduğum bir ders..” diyerek, daha evvel dinlemiş olmalarını o dersin tekrarlarına kulaklarını tıkamanın gerekçesi yapsalar, neticede zarar görmeleri çok muhtemel değil midir?

Bakmak; daima görmek, her şeyi her şeyiyle görebilmek olmadığı gibi, dinlemek de her işitileni tamamen anlayabilmek manâsına gelmez! Muhtelif hayvanların ve insanların birbirlerine nispeten görüş, duyuş gibi kabiliyetlerinde farklılıklar vardır. Bundan başka, aynı insanın hayatının muhtelif anlarında bu gibi kabiliyetleri vasıtası ile kazanabildiği alışkanlıkları da farklı olabilir.

Buna göre, daha evvel bakıp da görülmesinde bize faydalı cihetlerini yakalayamadığımız; fakat aslında nice ibretleri ihtiva eden varlıkları ve hadiseleri, bize yeniden şanslar ve imkanlar verilerek tekrar nazarlarımıza arz edildiklerinde, hakikatleriyle görmeğe ve anlamağa çalışmalıyız!..

Gündüzlerin gecelere, gecelerin gündüzlere değişmesi, mevsimlerin değişmeleri, güneşin ve ayın hareketleri, insanların ömürleri boyunca en fazla tekrarlandığını gördükleri hadiseler olduğundan, onların en fazla “ülfet ve alışkanlık” nazarıyla baktıkları hadiseler de olabilir.

İnsanlar, aslında çok mühim olan bu gibi hadiselere bakarlarken, “gerçekten görebilmelerini” engelleyen “gaflet perdelerini” gözlerinin ve akıllarının önünden sıyırıp atmaları icap eder!

Okullarımızdaki eğitim çok büyük ekseriyetle maalesef, “Allah hesabına onlara bakmak ve baktırmaya çalışmak” olan “manâ-yı harfî”den çok uzak ve “Allah hesabına değil de, kendi hesabına bakmak ve baktırmaya çalışmak” olan “manâ-yı ismî” ağırlıklı olarak verilmektedir!..

Newton tarafından keşfedilmiş Gravitasyon Kanunundan bahsedilirken, ekseriya yalnız Newton’a dikkatler çekilmeğe çalışılmaktadır(!). Halbuki, Newton, “var olan bir kanunu” keşfetmiştir! Bu kanunu kim koymuştur ve bu kanunun kâinattaki hükmünü icra ettiren kimdir? Okullarımızda bunun üzerinde maalesef çok büyük ekseriyetle hiç durulmamaktadır!

Halen üzerinde yaşadığımız dünya küresinin kütlesi, 597 sayısı yanına ondokuz sıfır konulmakla elde edilen sayı kadar “ton“dur. Güneşin kütlesi ise, dünyanınkinin takriben 332000 mislidir. Fezada bizim güneşimizden çok büyük yüz milyarlarca başka güneşler daha vardır. Bütün mevcut güneşleri temsilen bir tanesi bize hem her gün tekrar gösterilmekte; hem de Kur’ân-ı Azîmüşşân’daki ilahî hitapla, bunun gibi varlıklara ve hadiselere ibret nazarıyla bakıp düşünmeğe davet edilmekteyiz!..

Her şeye kıymeti nispetinde bir makam vermek lâzımdır. Bu büyük kâinatı her şeyi ile birlikte yaratarak büyük bir nizam ve intizam içerisinde idare eden Allah’ın, okullarımızda çok büyük ekseriyetle “Tabiat Kanunları” olarak bahsedilen “Âdetullah Kanunları”nın perdesi ardındaki kudret mucizelerini hakikat gözüyle görmeyerek; dağ gibi hakikatleri zerre kadar basit sebeplere dayandıranlar ve nazarlarını bu sebepleri hiç yoktan icad eden ve devam ettirenden çekerek, Allah’ın verdiği akıl nimetiyle sadece bu sebepleri keşfedebilenlere tevcihe çalışanlar ve bu şekilde “Kadîr-i Mutlak’ın her şeydeki marifet yolunu” kapayanlar, hem Allah’ın ve hem de bütün kâinatın hukukuna tecavüz etmiş olmaktadırlar!..

Her gün doğudan doğarak batıdan battığını görmeye alışmış olduğumuz güneşin batıdan doğup doğudan batması, fevkalâdeden bir hadise olarak kıyamete çok yakın görülecektir. Fakat o zaman, artık “tövbe kapısı” da kapanmış olacak ve iman etmek için vakit geçmiş olacaktır!.  Halen dünyada yaşayan neslin ömrü, dünyanın bu son haline yetişemeyebilir. O “büyük kıyamete” rastlamasa da, her insanın “küçük kıyameti” olan ölümleri bir gün onlara mutlaka rastlayacak ve onları bu dünya imtihanından mutlaka terhis edecektir!.

Büyüğü de küçüğü de o “kıyamet günü” gelmeden insanlar, sadece güneşin kıyamete yakın, batıdan doğup doğudan batmasının değil; güneşin her gün doğudan doğup batıdan batmasının da Allah’ın kudretinin bir mucizesi olduğunu idrak edip o idrak ile yapmaları gerekenler ne ise onları yapmalılar; ömür imtihanlarının baki kalan müddetlerini “Allah’a kulluk imtihanının müddetleri” olarak değerlendirebilmek için tüm gayretlerini sarf etmelidirler.

Aksi halde, dünya imtihanlarının sonunda, âhiretteki “son pişmanlıkları” onlara fayda vermeyecektir!..

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: