Bediüzzaman Said Nursi’de Rabıta-yı Mevt

Râbıta, kişinin hakikat ile arasında bağ kurmasıdır. Mevt ise, hayatî faaliyetin sona ermesi ve ölümdür. Bu manada rabıta-yı mevt, kişinin ölüm hakikati üzerine ve kendi kişisel ölümü hakkında tefekkür edip odaklanmasıdır. Ölüm rabıtası, Said Nursi’nin Eski Said’den Yeni Said’e yolculuğunda anahtar rolü oynayan, Âhiret’e tahkiki imanı elde etmesine vesile, tam manasıyla halktan mütecerrid uhrevi bir hayat yaşama kararını vermesinin ana sâikidir. Kendisi şöyle der: “ Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim. ” 4 kelamı izah ederken şöyle der: “ İkinci kelâm: Ölüm haktır. ”Said Nursi’nin bahsettiği bu öğrenmenin, ölümün hakikatini keşfetme manasında olduğu bedihîdir.

Said Nursi, rabıta-yı mevt ile ihlas arasındaki kopmaz ilişkiden dolayı rabıta-yı mevtin tarih boyunca hep yapıldığını ve bunun 2 usulle gerçekleştirildiğini şöyle ifade eder:

“ Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, “Râbıta-i Mevt”tir. Evet ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tûl-i emel ( uzun süreli arzular ) olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yâni: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desîselerinden                    ( aldatmalarından ) kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarîkat ve ehl-i hakîkat, Kur’ân-ı Hakîm’in ” Küllü nefsin zâkatü’l-mevt “, ” İnneke meyyitün ve innahum meyyitûn”[1] gibi âyetlerinden aldığı dersle, râbıta-i mevti sülûklarında ( fikrî yolculuklarında ) esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti ( dünyada ebedilik kuruntusunu ) o râbıta ile izâle etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir sûrette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevâidi     ( faydaları ) pek çoktur. Hadîste ” Eksiru zikra hâdimü’l-lezzât “[2] -ev kemâ kal Yâni: “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu rabıtayı ders veriyor.

Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakîkat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî sûretinde yapmağa mecbûr değiliz. Hem meslek-i hakîkata uygun gelmiyor. Belki âkibeti düşünmek sûretinde, müstakbeli zamân-ı hazıra getirmek değil, belki hakîkat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbâle fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet hiç hayâle, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini ( ölümünü ) gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşâhede eder, ihlâs-ı etemme yol açar. ”[3]

Bediüzzaman ruh terbiyesine ayırdığı Lem’alar kitabında birçok bölümde rabıta-yı mevti işler. Özellikle İhtiyarlar Risalesi olarak bilinen 26. Lem’a tamamı farklı yönlerle yapılmış bir rabıta-yı mevt şaheseridir. En ümitsiz bir yaşlıya dahi ümit ve teselli verecek pencereler açar. Sünnet-i Seniyyeye dair yazdığı 11. Lem’ada rabıta-yı mevt ile psikoloji bilimi noktasında “ İlerleme ” ismiyle anılmaya seza psikoterapik bir yol keşfeder. Batı felsefesi ile Kur’an hikmetinin mukayesesine ayrılan 17. Lem’ada birçok notada ölüm üzerine tefekkür, tahkik ve tedkikler yapar. Bunlardan 1. ve 3. Nota’lar çok kritik tespitlerde bulunuyor. Bunları Risale-i Nur Külliyatı’ndaki diğer ilgili bahislerin ışığı ve yönlendirmesi altında kısaca şerh ve izah etmeye çalışacağım:

Bediüzzaman 1. Nota’da dünya hayatı ve bizi çevreleyen şeylerle bizim temaslarımızın, alakamızın ne derece olması gerektiğini; onların mahiyetlerini göstererek açıyor.

Said Nursi önce en geniş daireyi ele alıyor: Bütün kâinat… Başlangıcı olan her şeyde olduğu gibi kâinatın da bir sonu var. Onun ölümü, kıyamet vaktindedir. Kıyamet esnasında dünya hayatında bizim sevdiğimiz, değer verdiğimiz ve bağlandığımız her şey, dağlardan bağlara kadar, çiçeklerden yıldızlara kadar, görkemli saraylardan en ince sanatlara kadar parça parça olacak… Yani fânidir. Daha sonrasında süren yolculukta bize arkadaşlık etmeyecek…

Bediüzzaman daha sonra asrımızı gösteriyor. Her insanın yaşadığı asırdakilerle öyle veya böyle gönül bağı, ihtiyaç ve saire bağları kurulduğunu, bütün bu bağların 100 yıl tamamlanana kadar günden güne koptuğunu ifade ediyor. Bu bağların çoğunun bize arka çevirip terk ettiğini, berzah seferinde arkadaşlık etmediğini izah ediyor. Bu bölüm asrımızın kıyameti…

Asrımız içinden de Said Nursi halkayı daraltıyor. Bizim ömrümüzün sonuna işi getiriyor. Yani bizim kişisel kıyametimize… Sevdiğin ve bağlandığın mal, mülk, diploma, makam, mevkinin hiç biri, değil kabre seninle girmek, kabir kapısına kadar seni uğurlamaz, diyor.

Sonra işi daha da daraltıp ömrümüzün bir safhası olup kadınlar için güzellik ve erkekler için kuvvetin zamanı olan gençliğe sözü getiriyor. Her bir insan gençliği seviyor. Gençlik hayatın baharıdır. Potansiyel yetenekler, gençlik baharında çiçek açarlar. Bununla beraber gençlik ömrün en tehlikeli dönemidir. Bediüzzaman da bu kısma değinerek gençliği tarif ediyor: “ Bir-iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan… ” İnsanların günahları genelde gençliğe aittir veya gençlikte başlıyor.

Sonra Said Nursi işi tekrar daraltıp ömür boyunca tadılan, çoğu insan açısından hayatın varlık gayesi sayılan zevk ve lezzetlere konuyu getiriyor. Meşru ve gayr-ı meşru olsun maddi hayatın zevk ve lezzetleri, madde sadece an içinde var olduğu, geçmiş ve gelecekte bulunamadığı için, maddi zevk ve lezzetler de anlık oluyor; kısa süre içinde bitiyor. Eğer tadılan lezzetler meşru ise hayıflanmalara, “ Keşke bitmeseydi ” diye acılı şikâyetlere ve yaralı ruh hallerine yol açıyor. Eğer gayr-ı meşru ise zehirli bir bal gibi oluyor. Anlık zevk verse de sürekli bir acıya yol açıyor…

İnsanın dünya ve maddi hayat ile halka halka şeklinde, farklı süre ve periyodlara dayanan ilişki ve irtibatlarını bu silsilede görebiliyoruz. Burada Bediüzzaman bir nokta koyuyor: Ölüm sonrası bir yolculuğun var. Dünya hayatında inkılablar yaşıyorsun; bebeklikten çocukluğa, oradan gençliğe, oradan olgunluğa, ondan sonra yaşlılığa… İşte bu yolculukta birçok şey ezilip, dağılıp gidiyor. O şey istemese dahi, insan istemese dahi… Fakat insandaki bir yön gitmemelerini istiyor. Berzah âleminde de anne karnındaki bir bebeğin büyüyüp doğması gibi insanın manevi halleri, şekilleri ve oraya has suretleri var. O esnada da birçok şey insandan ayrılıyor. Ayrıca Âhiret hayatında da çok inkılablar olacak. Buradaki birliktelikler orada birbirinden kopacak… Aklını düzgün kullanan ve risklerden çekinen bir kişi için, onu ebediyet Cennetine götürmeyen, bir süre sona ondan ayrılmaya mahkum şeylere gönül bağlaması hakikat noktasında kendine bir zulümdür.

İşte burada Bediüzzaman insanın içinde bulunan bir latifeden yani manevi özellik ve cihazdan bahsediyor ve bize sesleniyor: “ Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve Ebedî Zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivâsına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez.[4]

Buradaki latife, insan ruhudur. Ruh, ebediyet ister. Her yöneldiği şeyde ebediyeti arar. Ebediyet cilvesi taşıyan işlere odaklanır, onda kendini kaybeder. İlim, hikmet, muhabbet gibi… Fânilere tenezzül etmez, edemez…

İnsan ruhu, diğer insanların rızasını, teveccühünü, takdirini ister görünür. Tâ ki bu sayede kendini sevdirsin, onlardan ona zarar gelmesin… Yani ruh esasında emniyet arar. Dünyevi tazyikler ve korkular ruhu ezer, hayatı ona bir zindana dönüştürür. Bu manada ruhun nefes alacağı nokta her şeyin bir elden idare edilmesi, her şeyin tek bir iradenin kontrolü altında olmasıdır. Bu ise Rene Guenon’un tespit ettiği üzere “ Ebediyet denilen Huzur-u Mutlak ” hakikatiyle mümkündür.[5] Mutlak Huzur ise, Allah’a mahsus bir realitedir. Ruhun ferahı, nefes alması ve memnuniyeti Ebedî Zât olan Allah’a odaklanmasında, Onun rızasını, teveccühünü, takdirini kazanmasındadır.

Evet ruhun muhtaç olduğu “ mutlak emniyet ” i ona verebilmek, her şeyi bizzat ilmiyle yaratan ve idare eden Allah’a mahsustur. Bu noktada ruhun kendini her an Allah’ın huzurunda Onun tarafından kuşatılmış olarak hissetmesi, her şey gibi kendisinin de Onun idaresi ve tedbiri altında olduğunu fark etmesi, her şeyin ipi elinde olan Allah dilemedikçe hiç kimse hiç kimseye zarar veremediğini Tevhid ile görmesi ruha nefes aldıracak tek penceredir.. Bu seviyeyi Muhyiddin-i Arabi “ tevhid-i ehadiyet ” olarak isimlendirir.[6]

Ruhun bu arzusu, arayışı ve tatmini onun fıtratının gereğidir. Ruhun vatanı, Nur âlemidir. Allah’ın nurunu görmeyen bir ruh için dünya karanlık bir gurbettir. Fakat ne zaman bu âlem içinde Allah’ın nurunu görmeye başlar o vakit dünya onun vatanı olur. O zaman herkes ona gurbette görünür.

3.Nota’yı Said Nursi dünyanın fâniliği ve insanın dış dünya ile bağına ayırır. Kıyamet, dünyanın ölümüdür. İnsanın ölümü ise, küçük kıyamettir. Her bir insanın, Bediüzzaman’ın “ hususi âlem ” dediği kişiye özel bir dünyası bulunuyor. İnsan öldüğünde bu hususi âlem yıkılıyor ve çöküyor. Bu da hususi kâinat olduğundan onun ölümü de bir çeşit kıyamettir.

Fakat başka bir açıdan dünyanın ölümü küçük kıyamet sayılabilir. Çünkü dünyanın ölümü veya diriliği insanın Âhireti hakkında kesin bir hüküm vermiyor. Fakat insanın ölümü insanın Âhireti hakkında bir mühür oluyor. Ömür defteri ecel mührüyle damgalanıyor; hayat mektubu mevt ile hâtimeye eriyor. Bu açıdan insanı bire bir ilgilendirdiği için psikolojik manada insanın ölümü asıl ve büyük kıyamettir. Dünya, insan doğmadan da vardı; insanla da var; insan öldükten sonra da var… Biz gelip gidiyoruz… Geniş plandan bakılınca, üstünde yaşadığımız gezegen de bir gün geldi, o da yaşıyor ve bir gün oda gidecek ve bitecek… Daha geniş planda içinde bulunduğumuz kâinat da varlık âlemine geldi; şimdi varlığı devam ediyor; fakat o da her varlığı başlayan gibi bir gün bitecek… Fânilik mührünü ölümü olan kıyametle gösterecek. Bu açılardan “ kıyamet-i Kübra ”, mevtimiz; “ kıyamet-i suğra ” ise, dünya ve kâinatın mevtidir.

Bediüzzaman bu Nota’da insanın ölümünün kolaylığını ve her an gerçekleşebileceğini, insanın hususi âlemi ve kâinatla ilişkilerini ayna misaliyle çok net olarak gösteriyor. Ayna, camdan yapılır. Cam ise, en kırılgan cisimlerden biridir. Kemik kırılsa da kaynar; et, yırtılsa da iyileşir. Fakat cam kırıldı mı bir daha eski ayarına dönmez. İnsanın hâli, elde tutulan aynaya benziyor. Her bir insan İlâhî Kudret Eli’nde tutulan bir ayna gibi… Öyle bir ayna ki, karşısında kâinat var. Kişiler kâinatı evi gibi görür. Bu manada hâne gibi ona yansır. Kendini güvende hisseder. İnsan evinde kendini güvende ve sükunet içinde hissediyor. Bu yönüyle eve, Arapça’da mesken ( sükunet bulma yeri ) denilir. İnsanın dış dünyaya bu şekilde bakışı dinin “ iman boyutu ” yla ilgili…

Daha ileri seviyede kişinin algısına göre kâinat muntazam bir şehir olarak görünür. Kişi o intizama uymakla şehrin düzenine tabi olur; o düzenin nimetlerinden istifade eder. Kişi bencilliği terk ederek kudsiyet elde eder. Kudsiyetin verdiği selamet ile iklimi ile, kavgasız bir hayata tabi olduğunda İslamiyet ona kâinatı bir şehir gibi istifade sahası olarak sunar. Kılınan namazlar, âlemin nizamını ona gösterir. Bu manada kendini kâinat şehrinde bir vatandaş gibi hisseder; ufku büyür. İnsanın dış dünyaya bu ufuktan bakışı dinin “ İslam boyutu ” yla ilgili…

Daha ileri seviyede ise, insan kâinatı bir güzellik bahçesi olarak görür. Kendini o güzellik bahçesinin nadide bir gülü, hakikati şakıyan bülbülü gibi hisseder. Kainatın güzelliğini tamamlayan, onu aşk ile süsleyen bir figür halini alır. İnsanın dış dünyaya bu şekilde bakışı dinin “ ihsan boyutu ” yla ilgili… Bu seviyeye gelen kişiye her şey güzel olarak görünür veya ondaki gizli güzellikler görünür hale gelir.

Kâinat insana bu 3 seviye ve şekilde yansır. İnsanın iç dünyası öfkeliyse vicdan aynasının rengi değişir ve kâinatı öyle görür ve hisseder. Eğer karamsarsa, algıda seçicilikle kâinattaki hüzünlü ve geçici şeyleri görür hale gelir. Eğer tefekkür ehli olarak berrak bir vicdan aynası ile kâinata yönelirse her şeyi olduğu gibi görür ve hisseder. Bu seviyeyi Hz. Peygamber (ASM) “ hakkı hak olarak görme, ona tabi olup rızıklanma; bâtılı batıl olarak görme ve ondan uzak durmakla rızıklanma ”[7] olarak ifade eder ve Rabbinden talep eder. Mal ve mülk, evlat ve eş işin esasında insanın dışındadır; onlar insana yansır. Biz, onların bize yansıyan görüntüsünü ve göreceli sorumluluğunu taşımaktan âciziz, yoruluyoruz. Onları yaratma, yaşatma, bedenlerini idare etme, ihtiyaçlarını giderme, onları koruma ve saklama vazifeleri hakikatiyle bize kalsaydı mahvolurduk. Endişeleri insanın ruhunu ezmeye yetiyor. İnsan âciz ve zayıf beline dünyaları yük yapıyor. Ölümle hayat aynamız kırılınca, her şey geride kalıyor ve onlar dünya hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Mesela bir mahkum kendisi içerideyken ailesi hayatlarına güzelce devam ediyorlar. Aynı durum herhangi bir insan öldüğünde de olacak. Mühim olan nasıl ömür geçirildiği; dış dünyayla irtibatın hakkını verip tehlikelerinden kurtulup kurtulunmadığı, ebediyetin mutlak huzur ve mutluluğuna erişilip erişilmediğidir.

Dış dünya, bir imtihandır. Bu imtihanı verip dış dünyayı kendisi için Allah’a ayna, Allah’tan gelen bir mektup ve bir hediye, Allah’a götüren bir yol ve vesile; Allah’a varan bir araç ve vasıta kılan kişi; Âhirette Cennet’ten o nispette istifade eder. Cennet, Onun için birçok kişiye göre daha farklı görünecektir. İmtihan hakikatinin sırrı, kalite kanununa tabi olarak, kalitenin sonsuz mertebelerinde yol almak ve tekemmül etmektir. Elbetteki dünya hayatında bütün ruhuyla Allah’a odaklanıp kemale eren bir kişi ile madde-mana dengesini tutturamayıp Cennet’e kendini zor atan bir kişinin ebedî hayatlarının standartları aynı olmayacak… Vakıa suresinde anlatıldığı üzere…

Yukarıda izah ve şerhini yapmaya çalıştığım 1. ve 3. Nota’nın asıl metinlerini aşağıya aktarmak istiyorum. Çünkü herkesin istifade ve idrak çapı seviyesine göre ve farklı farklıdır. Bunun için okuyucunun müellifle doğrudan muhataplığı açısından bu aktarım önem arz ediyor:

BİRİNCİ NOTA: 

Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki: Şu âlemin fenasından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabiyle senden müfarakat eden ( ayrılan ) bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Husûsan senin asrının inkırâziyle ( çöküp dağılmasıyla ) seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve husûsan seni kabir kapısına kadar teşyi’ etmeyen ( uğurlamayan )… husûsan bir iki sene zarfında ebedî bir firak ile senden ayrılıp günahını senin boynuna takan… husûsan senin rağmına olarak husûlü ( elde edilmesi ) anında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak, kâr-ı akıl değildir. Eğer aklın varsa; uhrevî inkılâbâtında, berzahî etvarında ( formlarında ) ve dünyevî inkılâbâtının müsâdematı ( darbeleri ) altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevalinden kederlenme. Sen kendi mâhiyetine bak ki:

Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtîfe var ki, ebedden ve ebedî Zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivasına ( Ondan başkasına ) tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm’in emrine mutî ( itaatkar ) olan o sultanına itaat et, kurtul!..

ÜÇÜNCÜ NOTA: 

Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ı his ( his yanılgısı ) nev’inden gâyet muvakkat dünyayı lâyemut ( ölümsüz ) ve dâimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sâbit ve müstemir ( devamlı ) gördüğünden, fani nefsini de o nazar ile sâbit telâkki ettiğinden, yalnız Kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve husûsi dünyan, dâimî zeval ve fena darbesine ma’rûzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan ( yanılgın ) şu misale benzer ki:

Bir adam elinde olan âyinesini bir hâne veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misalî ( görüntü tarzı ) bir hâne, bir şehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna ( en hafif ) bir hareket ve küçük bir tegayyür ( başkalaşma ) âyinenin başına gelse, o misalî hâne ve şehir ve bahçede herc ü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakîki hâne, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana fâide vermez. Çünkü senin elindeki âyinedeki hâne ve sana âid şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ( ölçü ) ve mîzan ( tartı ) iledir.

Senin hayatın ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hâne ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harab olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Mâdem öyledir; sen, bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme!..

[1]Her nefis ölümü tadıcıdır.” ( Âl-i İmrân Sûresi, 3:185 ) Ve “Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” ( Zümer Sûresi, 39:30.)

[2] Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:321.

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 21. Lem’a, 4. Düstur.

[4] Lem’alar, 17. Lem’a, 1. Nota.

[5] Bakınız, Varlığın Mertebeleri…

[6] Bakınız, Tedbirat-ı İlahiye, Ahmed Avni Konuk şerhi…

[7] İmam-ı Gazali, İhya-yı Ulumu’d-Dîn.