Risale-i Nur müellifinin iman taliminden ve hayat tecrübesinden mülhem olarak, bir ortamın ‘bereket’ini orada yeni ve hayırlı bir meyvenin hâsıl olabilmesi veya olamamasıyla açıklarım. Sadece verici olduğum ama birşey alamadığım, sadece alıcı olduğum birşey veremediğimi hissettiğim ortamlar, ‘müzakere’ mânâsının da, ‘iktiran’ sırrının da tahakkuk etmediği ortamlardır buna göre.
Risale-i Nur müellifinin “Onyedinci Lem’a”nın onüçüncü notasında dile getirdiği ‘iktiran’ bahsi, bir hayat tecrübesinin de tercümanı niteliğindedir benim için. Onun Şualar’da yer alan bir mektubunda Nur talebesini tarif ederken dile getirdiği iki vasıftan ikincisi olarak ‘ders müzakeresinde birer zeki muhatab’ ifadesini de bu ‘iktiran’ bahsinin ışığında anlamışımdır hep.
Önce, iktiran bahsine kısaca değinelim. Bir hayra, bir hizmete medar olan insanlara yönelik teveccüh, genelde tek taraflı olur. Ortada bir hizmet, bir eser ve bir netice vardır; ve kişiler bu eseri, bu neticeyi onun ‘müsebbibi’ olarak gözüken kişiye atfetme temayülündedir. O yüzden “Sizin sayenizde…” diye başlayan kelimeler de, “Siz olmasaydınız…” diye getirilen açıklamalar da eksilmez dillerden ve zihinlerden. İpin ucu iyice kaçırılacak olsa, sonuç kendisine atfedileni benlik şirkine, sonucu ona atfedenleri ise esbab şirkine düşürecek kadar riskli bir açıklama biçimidir bu.
Bediüzzaman ilgili notada tabloyu aynadan bilmemek ama aynayı da kırmamak dengesini içeren bir tevhid ve adalet dersi verir. “Üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lazımdır” der. Yani, bir mürşidin veya üstadın mazhar ve ma’kes olarak hizmetini takdir ve tahsine bizi çağırırken, onu neticenin kendisinden sudur ettiği ‘masdar’ ve sonucu vücuda getiren ‘menba’ olarak görme riskine karşı da uyarır.
İşin bu kısmı, meselenin dikey veçhesine bakıyor. Müsebbibü’l-Esbab’a ait olan neticeyi sebeplerden bilmeme veçhesine yani.
İktirandaki bereket
İktiran bahsi ise, bu ‘dikey’ veçheyle de irtibatlı biçimde, yatay düzlemdeki bir yanlışı düzeltmeyi hedefliyor. Bu iktiran açıklaması ile Bediüzzaman’ın söylediği şey, çok açık: Eğer ortada Allah’ın lutfuyla gerçekleşmiş hayırlı bir netice varsa, bu sebepler düzleminde çift taraflı bir fiilî duanın, çabanın, arayışın meyvesidir. Aynen bir iletişim işleminin gerçekleşmesi için sadece ‘alıcı’nın ve sadece ‘verici’nin açık olmasının yetmeyişi; bilakis ikisinin birden açık olmasının gerekmesi gibi bir durumdur bu. Verici ne kadar açık olursa olsun, alıcılar kapalıysa, mesaj yerine ulaşmaz ve netice hasıl olmaz. Aynı şekilde, alıcılar istediği kadar açık olsun, vericiler çalışmıyorsa yine ortada bir iletişimden söz edilemez.
İşte bu tarafın aynı gaye ve aynı çaba için beraberce varlığına; bu iki mecranın rahmeti celbeden ortak bir fiilî duada buluşmasına ‘iktiran’ adını verir Bediüzzaman. Ve hayatlarının iman ile hayatlanmasına vesile olan Risale-i Nur’un müellifi olarak kendisine teşekkür eden talebelerine, samimi duaları, arayışları, çabaları ve ihlasları ile onların da Allah’ın izniyle bu neticenin hâsıl olmasında bir hisseleri bulunduğunu; Risale-i Nur’un telifinin sadece müellifinin çabasından hâsıl olmadığını, muhatapların arayış ve dualarının da bunda bir hissesi olduğunu bildirir.
Bu sözler, göstermelik bir tevazunun değil, hakikatin derûnuna nüfuz etmiş bir hakikat adamının hakikî tevazusunun ifadeleridir elbet.
Ve yine bu sözler, en başta sözünü ettiğim mektupla birlikte düşündüğümde, bana ‘bereket’in bir sırrını da fısıldar.
İlgili mektupta, bir hikmet-rahmet dengesinin ifadesi olarak, Nur talebesinin vasfı olarak önce ‘teselli ve taltifte birer şefkatli kardeş’liği zikreden Bediüzzaman, ardından ikinci bir vasıf olarak ‘ders müzakeresinde birer zeki muhatap’ ifadesini kullanır. Kimilerince, birinci vasıf gözardı edilerek sadece ikincisine nazar edildiğinde, sevgisiz, kuru, akılcı bir cedelcilik, dahası seçkinci bir tutum üretmenin mazereti olabilmiş hakikatli bir ifadedir bu. Ve bir müzakere mecraında gerçek bir istifadenin, bir manevî bereketin hâsıl olabilmesi için ‘iktiran’ sırrının tahakkuku gereğine dikkat çekmektedir. Vericiler ile alıcıların beraberce açık olduğu; sadece alma veya sadece verme yerine, bir alışverişin gerçekleştiği; konuşmanın da, dinlemenin de aynı açık zihin ve yürekle gerçekleştiği; ve en önemlisi, niyetlerin müşterek olduğu bir zemine yani.
Nitekim, nice öğretmen dostumdan işitmişimdir: Dersi en iyi anlattıkları sınıflar, öğrenmeye müştak, meraklı, ışıltılı gözler gördükleri sınıflardır. Nice konuşmacı dostumdan işitmişimdir: Demek istediklerini en güzel şekilde diyebildikleri ortamlar, hâzirûnun sadece bedeniyle değil, aklıyla ve kalbiyle orada olduğunu hissedebildikleri ortamlardır. Bediüzzaman’ın iktiran bahsinde Risale-i Nur için zikrettiği üzere, yazılanlar açısından da durum farklı değil.
Risale-i Nur müellifinin iman taliminden ve hayat tecrübesinden mülhem bütün bu tahlillerin ışığında, bir ortamın ‘bereket’ini orada yeni ve hayırlı bir meyvenin hâsıl olabilmesi veya olamamasıyla açıklarım. Sadece verici olduğum ama birşey alamadığım, sadece alıcı olduğum birşey veremediğimi hissettiğim ortamlar, ‘müzakere’ mânâsının da, ‘iktiran’ sırrının da tahakkuk etmediği ortamlardır buna göre.
Yani, ortam vardır, düşündürür; ortam vardır, düşündürmez. Ortam vardır, konuşturur; ortam vardır, konuşturmaz. Ortam vardır, hissettirir; ortam vardır, hissettirmez. Ortam vardır, yazdırır; ortam vardır, yazdırmaz.
Yoksa Bediüzzaman, o harikulade otobiyografik risalesi İhtiyarlar Risalesi’nin sekizinci yaşadığı büyük manevî dönüşümün en önemli kilometre taşlarından birini anlatırken, niye ‘ihlaslı hâfızlar’ kaydını düşsün?
Okunan kadar, okuyana da bakmak gerek. Hem, dinleyene de…
‘Bereket’in sırrı ‘iktiran’da gizli.
Metin Karabaşoğlu
Moral Dünyası Dergisi / http://www.moraldunyasi.com