Risale-i Nur ile tarikatlar arasında irşâd yönünden ne gibi fark vardır?

Cenab-ı Hakk’a vasıl olan yollar ikidir: Birinci yol, risalet ve nübüvvet yoludur. Bu yol ile Hakk’a ulaşanlar, başta peygamberler, sahabeler ve peygamberimizin (A.S.V.) nübüvvet cenahına vâris olan evliyadan, ariflerden, asfiyadan bazı büyük zatlardır.

Kısadır, fakat sağlamdır. Maksada ulaşmada en selametli, en yakın yoldur.

İkinci yol ise velayet yoludur. Bu yolda gidenler Peygamberimizin ubudiyet cenahına vâristirler. Bu yol, seyrü sülûk yoludur. Burada tasavvut vardır. Hail ve maniler bulunabilir.

Birinci yolda, feyiz ve bereketler vasıtasız, doğrudan doğruya nübüvvet nurundan iktibas edilir.

Bu hakikati Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadelerinde müşahade ediyoruz:

Zahirden hakikata geçmek iki suretledir.Biri: Tarikat berzahına girip, seyr-ü sülük ile kat-ı meratib ederek hakikata geçmektir.”

“İkinci Suret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, lütf-u ilahi ile hakikata geçmektir ki, sahabeye vetabiîne has ve yüksek ve kısa tarik şudur. Demek hakaik-i Kur’ânîyeden teraşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hassaya malik olabilirler ve maliktirler.”(Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup)

Bediüzzaman Hazretleri, Beşinci Mektupta, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bu mânâyı teyid eden şu ifadelerini naklediyor:

Silsile-i Nakşi’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmâmı Rabbani (R.A.) Mektûbâtında demiş ki: ‘Hakaik-ı îmâniyeden bir mes’elenin inkişâfını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.’”

“Hem demiş ki: ‘Velayet üç kısımdır: Biri velâyet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velâyet-i vusta, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise; verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.'”

“Hem demiş ki: ‘Tarik-ı Nakşide iki kanad ile sülük edilir.’ Yâni: ‘Hakaik-ı îmaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i dîniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.’(Mektubat, Beşinci Mektup)

Üstad Hazretleri, İmam-ı Rabbani’nin (R.A.) bu ifadelerini nakletikten sonra ehemmiyetine binaen şu açıklamada bulunuyor:

Öyle ise tarîki Nakşînin üç perdesi var:

“Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya Hakaik-ı îmaniyeye hizmettir ki, îmam-ı Rabbanide (R.A.) âhir zamanında ona sülük etmiştir.”

“İkincisi: Feraiz-i dîniyeye ve Sünnetî Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir.”

“Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrazı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülük etmektir. Birincisi Farz, ikincisi Vâcib, bu üçüncüsü ise, Sünnet hükmündedir.”(Mektubat)

Bediüzzaman Hazretleri bu zamanda imân kurtarma hizmetinin, insanları veli yapmayı esas alan tasavvuf mesleğine müreccah olduğunu bir başka mektubunda şöyle ifade ediyor:

Risalet’ün-Nur’a hizmet eden, imanını kurtarıyor. Tarikat ve şeyhlik ise velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve sevaplıdır. Çünki imân, saadeti ebediyeyi kazandırdığı için, bir mü’mine küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velayet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise; bir adamın imanını kurtarmak,on adamı veli yapmaktan daha sevaptır.”(Sikke-i Tastik-i Gaybi)

İnkârı mümkün olmayan bir hakikattir ki, tarikatlar vesilesiyle, pek çok fertler tefeyyüz ederek, hidayete ermişler, tekâmül etmişlerdir. Bu müesseselerde nihayetsiz kutuplar, gavslar yetişerek asırlarını, faziletleriyle, güneş gibi ziyalandırmışlar, her biri birer ferd-i ferid olarak, bu milletin necatına, saadetine, selametine vesile olmuşlardır.

Fakat Bediüzzaman’ın irşâd hareketi tarikatlarınkiyle mukayese edilirken şu noktalar asla nazarı dikkatten uzak tutulmamalıdır. O zamanlarda teslimiyet kavi idi. İnsanlar, bir arifin, bir âlimin sözüne kemaliyle teslim olabilirlerdi. Bir mü’minin bir zikirden, bir teşbihten, bir kelimeden aldığı feyz ve faziletle, kalbinde bir şeffafiyet husule gelirdi. Ona bir saadet hazinesi olur, onu ilahî feyze mazhar ederdi. O zamanlarda, Kur’an-ı Azimüşşan’ın hükümleri, ferdî ve içtimaî hayatta, bütün şubeleriyle hâkim idi. Bir taraftan medreseler, diğer taraftan tekkeler ve zaviyeler, milleti daima murakabe altında tutuyorlar, sefahet ve dalâletten muhafaza ediyorlardı. Hariçten gelebilecek her türlü tahripkâr cereyanlara karşı, millette bir gönül birliği, bir cephe birliği teşekkül etmişti. İmân, fazilet ahlâk herkesin maşuku; küfür, dalâlet ve sefahat herkesin menfuru idi.

O zamanda hayat-ı içtimaiyye çarşısında en ziyade merğub olan, Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmak ve sünnet-i seniyyeyi bütün mertebeleriyle yaşamaktı. Mü’minler, âdeta bir fazilet yarışı içindeydiler.

O zamanda âlim, fazıl insanlara fevkalâde rağbet vardı. O devirlerde İslâmiyet şahs-ı mânevîsine karşı, ehl-i dalalet ve sefahat bütün kadrolarıyla,planlı ve programlı olarak imân, fazilet ve ahlâka karşı hücuma geçtiler. Ferdin imanı ve ahlâkî seviyesi üzerinde menfî tesirlerini olanca kuvvetleriyle icra ettiler. Asrı, temelinden esaslı bir surette sarsıp değiştir diler. Hakkın yerini kuvvet, faziletin yerini rezalet, adâletin yerini zulüm aldı. Bir taraftan ferdî içtimaî hayat böylece dejenere edilirken, diğer taraftan imân ve İslâmiyet sahasında dimağlara bir hayli tereddütler, şüpheler musallat edildi.

Bütün bu hücumlara, sadece tarikatla karşı koymak mümkün değildi. Artık bu zamanda öyle bir hizmet metodu gerekliydi ki, akıllardaki şüphe ve ruhları irfan ve mârifet ile doldursun. Diğer taraftan imân hakikatlarını göze gösterir derecesinde izah ve ispat etmekle, kalbleri imân ile muhabbet ile ihya etsin. Bu ise pek büyük bir himmet gerektiriyordu. Küfür ve ilhad cephesindeki bütün şahs-ı manevîlere karşı, imân cephesinde de bir şahs-ı manevînin teşekkülü lâzım geliyordu. Nefs-i emmarenin sefahattan aldığı menhus lezzete bedel, kalp ve ruha imanını,mârifetin, ibadetin zevkini tattırmak icabediyordu. Dinsiz felsefeden gelen şüphelerle ızdraba düşen insan aklının, birbirini teyid eden delil ve burhanlarla ikna edilmesi, irşâd edilmesi gerekiyordu.İşte bu dehşetli zamanda, bu büyük vazifeyi Risale-i Nur hakkıyla ve kemâliyle icra etti.

Bediüzzaman Hazretleri, telif ettiği bu harikulade külliyatla bu Küllî tamire muvaffak oldu. Aklın imdadına koşarak onu tereddütlerden kurtardı,kalbi imân nuruyla doldurdu, vicdanı huzura kavuşturdu. Nur külliyatındaki güneş gibi hakikatlarm cezb ve celbiyle bir şahs-ı manevî teşekkül etti. Artık bu şahs-ı manevînin nuru karşısında bu milletin kanını emen, imanını öldürmeye, iffet ve namusunu söndürmeye çalışan bütün menfî cereyanlar, biiznillah eriyip mahvolacaklardır.

Bediüzzaman Hazretleri, bu asırda tesis ettiği irşâd hareketinin mümeyyiz noktalarını Risaâle-i Nur’da beyan etmiştir. Bunlardan bazı parçaları takdim ediyoruz.

Kırk elli sene evvel, eski said, ziyade ulüm-u akliyye ve felsefiyyede hareket ettiği için, hakikatül hakaika karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehli tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki, aklı, fikri hikmet-i felsefiyye ile bir derece yaralı idi; tedavi lazımdı.Sonra, hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmamı Rabbani de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et! demiş; yâni:”Yalnız bir üstadın arkasından git!” O çok yaralı eski Said’in kalbine geldi ki:

Üstad-ı hakikî Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.” diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşâdıyle hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatiyle onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti.”

“Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazâlî (R.A.),Mevlânâ Celâleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbani (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünün kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş.Cenab-ı hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Kur’an’ın dersiyle,irşâdiyle hakikate bir yol bulmuş, girmiş.”(Mesnevi-i Nuriye)

• • •

Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriyye gibi afakî ve hâricî daireye bakıp mârifetullaha geniş ve her yerde yol açmış, adeta Musa aleyhisselâmın asası gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış…”(Mesnevi-i Nuriye)

• • •

“Hem Risâle-i Nur, hükemâ ve ulemânın mesleğinde gitmeyip,Kur’an’ın bir i’caz-ı mânevîsiyle, her şeyde bir pen-cere-i mârifet açmış; bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’an’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlüb olmayıp galebe etmiştir.”(Mesnevi-i Nuriye)

• • •

İmân-ı tahkiki, ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilemeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki:”

Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.” Bu nev’i iman-ı tahkiki ise yalnız akılda durmuyor; belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin îmânı zevalden mahfuz kalıyor. Bu,imân-ı tahkikin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşf ve şühûd ile hakikata yetişmektir.”

Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, imân-ı şuhûdîdir.

“İkinci yol: imân-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle,bürhanî ve Kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacı ile,hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile, zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyâkin ile hakaik-ı imâniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol, Risale-i Nur’un esası mâyesi, temeli,ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar…”(Kastamonu Lahikası)

• • •

Tevfîk-i ilâhi refiki olan adam tarikat berzahına girmeden zahirden hakikata geçebilir. Evet, Kur’an’dan, hakikat-ı tarikatı,tarikatsız feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzat olan ilimlere ulûmu âliyeyi okumaksızın îsâl edici bir yol buldum.Seri-üs seyr olan bu zamanın evlâdına kısa ve selamet bir tariki ihsan etmek, rahmeti hakimenin şanındandır.”(Mesnevi-i Nuriye)

• • •

Bu zaman imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr ü süluk-u kalbi ile tarikat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkilât bulunduğundan, nur dairesi, Hakikat mesleğinde gidip tarikatların fâidesini temin eder…”(Emirdağı Lahikası)

• • •

Nurun mesleği, hakikat ve sünnet-i seniyye ve ferâize dikkat ve büyük günahlardan çekinmek esastır, tarikata ikinci üçüncü derecede bakar…”(Emirdağı Lahikası)

Mehmed Kırkıncı

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: