Risale-i Nur Kur’an’a bağlıdır

Bir ilmin şer’î olabilmesi için Kur’ân ve Hadise dayanması gerekir. Eğer bir ilim, Kur’ân ve Hadis’in anlamını, mahiyetini, derinliğini açıklayıp izah ediyorsa, onların bir çeşit tefsiri olması yönüyle O ilim şer’î bir ilim dalı sayılır.

Söz gelimi; amelî cihetten mezhep imamlarının görüşleri, Kur’an ve Hadis’i tefsir ve izah ettikleri cihetle şer’îdir.

İtikadî ve imanî yönüyle de, Din usûlü, müsbet Kelam ve Tasavvuf, Kur’ân ve Hadis’in bu yönünü açıklamaktadır.

Bu ilimlerin şer’î olabilmeleri; Kur’ana ve Hadise muhalif olmamalarına bağlıdır. Onlara gölge ve perde olmamalıdırlar.

Tasavvuf ilmi, Kur’ân ve Hadis’in beyan ettiği imanî hakikatlerin gelişip kök salması gibi temel görevi kendisine gaye edinmesi ve tarikatı, şeriata hizmetkâr görmesi gerekir.

Bu noktada Risale-i Nur’a bakacak olursak; doğrudan doğruya Kur’ân-ı Azimüşşa’nın mânevî icazından gelen bir Kur’ân tefsiridir.

Kur’ânı kendisine Üstad olarak kabul etmiş ve bütün gayretini Kur’âna, O’nun ve Hadis’in imanî hakikatlerinin şerh, izah, ispat ve anlaşılmasına teksif etmiştir. Bu yönüyle müspet olan Kelam ve Tasavvuf ilminde bir tecdit ve yenilenmeye öncülük etmiştir.

Felsefeyi asla bir meslek olarak görmemiş, aksine menfi felsefeyi Kur’ân karşısında bir düşman olarak görmüştür. Bundandır ki, Kur’ân hazinesinden aldığı mânevî delil ve ilaçlarla, felsefeden gelen şüphe, tereddüt ve olumsuz yönlendirmelere karşı durarak mücadele etmiştir.

Bediüzzaman, eserlerinin hiçbir yerinde ehl-i sünnetin muhakkik âlimleri tarafından tespit edilen düsturlara muhalefet etmemiştir. Kendi mesleğini nazara verirken bu hakikati Bediüzaman Hazretleri şöyle ifade eder:

“Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur’ân’ın fehmine ve hakikatlerinin ispatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını yalnız Kur’ân bildi. Ve Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsi ona rehber ve mürşid ve üstad oldu.”(1)

Bir başka ifadesi de şöyledir:

“Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor. “ (2)

Üstad Hazretlerinin; “Kur’ân’dan başka mercii yoktur” ve “Ne şarkın ulûmundan ve ne de garbın fünûnundan alınmamıştır.”gibi ifadeleri ne anlama gelmektedir?

Risale-i Nur, şarkın ulûmundan, yani kelam ve tasavvuftan alınmadığı gibi; garbın fünûnundan , yani felsefeden de alınmamıştır. Doğrudan doğruya Kur’ânın mânevî i’câzından gelen ve ilham eseri olan bir Kur’ân tefsiridir.

Kelam ve Tasavvuf’ta tecdit yapmış, felsefeyi de çürüterek Kur’ânî bir tarz ve metotla ilim içinde hakikate bir yol açmıştır. Yüksek ve mânevî bir tefsirdir.

Risale-i Nur, bu asrın ihtiyacına göre yazılmış, yeni ve bağımsız bir üslupla kaleme alınmış, zâhir ve bâtın ilimlerini içinde yoğurmuş bir tefsirdir.

Tasavvuftaki imkân âleminin keşfinden sonra vücut âlemini keşfetmeye karşılık; Risale-i Nur, imkân ve vücut âlemini birlikte ders vermektedir. Yani, her bir eserde bütün eserleri, her bir fiilde bütün fiilleri, her bir isimde bütün isimleri gösterir. Böylece tasavvufun en son mertebesinde elde edilmesi mümkün olan keşfiyat ve hakikatleri, ilk derste vererek akıl ile kalbi birleştirir.

Tasavvuf ve Kelamı, asrın anlayışına göre açıklamış ve Kur’âna bağlamıştır. Asrın müceddidi olması sebebiyle, tecdit yaparak Kur’ânın rotasına oturtmuştur. Böylece, imanî ve İslâmî hakikatler noktasında kelam ilmine, keşfiyat noktasında da tasavvuf ilmine ihtiyaç bırakmamıştır.

Risale-i Nur, batıl fikirlerini nazara vermeden felsefeyi de çürütmüştür.

Öyle ise; Risale-i Nurdaki hakikat ilmi, Kur’âna dayandığı ve Kur’anın bir tefsiri olduğu cihetle bir şer’î ilimdir. Bu ilmi okuyup gerçek anlamda elde edenler de, Kur’ân ve Hadisi anlamaya muvaffak olması cihetiyle büyük bir hazinenin anahtarını elde etmiş sayılırlar.

Ancak şu hususa dikkat etmek gerekir. O da, Risale-i Nurların bir tefsir niyetiyle okunması ve okurken de, “Bediüzzaman ne diyor?”diye değil, “Kur’ân ne diyor?”diye bakması ve anlatılanları Kur’ân ve Hadisin içinde görmesidir. Aksi takdirde, ayrı bir tasnif ve telif hükmüne geçer ki, bu da kudsî malumat olma özelliğini kaybettirir.

Üstad Bediüzzaman da şeriat kitaplarını okuyanların, Kur’ânın ne dediğini anlamak gayesiyle okunması gerektiğini, yoksa o âlimin ne dediğini anlamak niyetiyle okunmaması gerektiğini belirtir:

“şeriat kitapları, birer şeffaf cam mâhiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla, mukallitlerin hatâsı yüzünden paslanıp hicap olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir.”(3)

Bir örnekle tezini pekiştirmektedir:

“Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusayla kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.”(4)

Müellifin ortaya koyduğu bu kural, elbette Risale-i Nur için de geçerlidir.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1. Şualar, Birinci Şua, Yirmi birinci âyet.
2. Şualar, Birinci Şuâ, Yirmi dördüncü âyet, 612
3. Sünuhat, Kur´an´ın Hakimiyet-i Mutlakası, 45
4. Sünuhat, Kur´an´ın Hakimiyet-i Mutlakası,45

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: