Risale-i Nur’u Sadeleştirmeye Kimsenin Hakkı Yoktur

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz sadeleştirme konusunda bir açıklama yaptı ve şu sözleri sarfetti.
 
“Said Nursi hazretlerinin çok açık beyanlarına rağmen birileri hala sadeleştirmeyi savunmaya ve hatta bunuSaid Nursi’nin teşviki olarak sunma gayreti içindeler.” dedi ve şu açıklamayı paylaştı.
 
Risale-i Nur’un Sadeleştirilmesi Tasvip Edilebilir mi?
 
1-SADELEŞTİRME OLAYI RİSALE-İ NURA AŞIK OLANLAR ARASINDA İHTİLAFA YOL AÇMAMALI!
 
Son zamanlarda konu ile alakalı ciddi bir münakaşa ve televizyon tartışmaları yaşandı ve bize kadar da yansıdı. Ancak gördüğüm manzara bir kısım ehl-i dalaletin iki taife-i ehl-i hakkı birbirine düşürerek sonra da uzaktan seyredip gülmeleri idi ki, imanı olan ve Bediüzzaman’ı seven hiç kimse bu manzarayı görmekten hoşlanamazdı.
 
Ağabeylerin tepkisi yerindeydi ve tarihi bir görevdi. Zira bu kapı açılırsa çok farklı yaklaşımlar gelebilirdi. Yıllardır Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirini sadeleştirerek soyulmuş portakal gibi çürümeye terk eden meslektaşlarıma içimden itiraz ederdim, aynı duyguları elbetteki Bediüzzzaman Said Nursi’nin eserlerine yapılan muamele de bende aynı itiraz duygularını depreştirdi.
 
Ben bu yazımda birilerini tenkit etmek yerine, neden sadeleştirmenin Risalelere yakışmadığını üstad’ın tesbitleri ve ilmi kaideler ışığında açıklamaya çalışacağım. Yapılanlar Nur’lara hizmet gayesiyle yapıldığından kimseyi tahkir ve tezyif etmeyi de uygun görmüyorum. Zira bu sadeleştirmeyi yapan arkadaşlara hatırlatmalıyım ki, Hocaefendi’nin Hitap çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde isimli eserleri çoğu yerlerde üstad’ın eserlerinden daha zor anlaşılır haldedir.
 
Önemle hatırlatalım ki, Mehmed Şemseddin Yeşil bu meselede ilk yanlışlığı yapan ve hatta intihal denecek noktada Risaleleri sadeleştirerek kendi eseriymiş gibi neşreden insan olmasına ve üstadımız razı olmamasına rağmen, milletin istifadesi ve de fitneye sebep olmamak için müdahale etmemiştir. Halbuki İnsani Hakikatlar ve Zirve-i Tevhid gibi eserleri Risalelerden muktebes sadeleştirilmiş metinler halindedir.
 
2-İLMİ ESERLER ÜÇ ÇEŞİT ÜSLUP İLE YAZILIR VE BUNLARDAN ÜSLUB-U ALİ KISMI SADELEŞTİRMEYE GELMEZ
 
Üslup, usul, tarz, oluş, yapış tarzı, anlatım yolu manalarına gelir. Edebiyatta yazarların kendilerine mahsus ifade tarzlarına denir. Her yazarın duygu, düşünce ve hayallerini sözlü veya yazılı olarak ifade ediş tarzı diğerlerinden farklılık gösterir. Bu farklılık, o yazarın üslubunu ortaya çıkarır. Yazar olmanın en belirgin şartlarından biri, başkalarından farklı bir ifade tarzına, yani üsluba sahip olmaktır.
 
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Muhakemat adlı eserinde bu meseleyi açıklamaktadır ve biz bazı kelime ilaveleri ve misallerle bu tespiti aktarmaya çalışacağız:
 
Kelamın selamet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve üslub elbisesini tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikayette olursa mütekellim kendini hikaye ettiği şeyin yerinde farz etmek gerektir.
 
Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkarının tasvirinde ise hikaye ettiği şeye hulul etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alamet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslublarda istidadın kametine göre kesmektir. Ta her bir maksad onun münasibinde olan üslubdan cilveger olabilsin. Zira üslubun esasları üçtür:
 
Birincisi: Üslub-u mücerreddir. Buna sade üslup da denir.
 
Genellikle talebeye yönelik ders kitapları böyle kaleme alınmaktadır. Buna Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tusi’nin sade olan ma’rez-i kelamları gibi…Bediüzzaman Hazretleri 19. Mektup’ta Peygamberimizin mu’cizelerini anlatırken bu üslubu kullanmıştır. Zaten sadeleştirmeye ihtiyaç yoktur. Ancak sadeleştirme mümkündür.

 
Eğer günlük muamelelerinde, insanlar arası konuşmalarda ve alet olan ilimlerde isen; vefa (manayı ifadeye yetecek kadar kelime kullanma),  ihtisar (en kısa yolu seçme) ve selamet ve selaset ve tabiiliği tekeffül eden ve sadeliği ile aslında anlatılan konunun güzelliğini gösteren üslub-u mücerrede yetinmelisin. Biraz önce dediğimiz gibi ders kitaplarında veya günlük konuşmalarda mutlaka bu kullanılmalıdır.
 
İkincisi: Üslub-u müzeyyendir. Süslü ve bezekli üsluptur.
 
Bunun sahibi mananın aktarılmasından ziyade muhatabı coşturmayı ve bütün edebi san’atları kullanmayı hedefler.Fethullah Hoca Efendi’nin Hitap çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde adlı eserleri; Necip Fazıl’ın hemen hemen bütün nesir kitapları; Sezai Karakoç’un kitapları bu guruba girebilecek muasır eserlerdir. Abdülkahir Cürcani’nin “Delail-ülİ’caz” ve “Esrar-ül Belaga”sında, Sekkaki’nin Miftah’ul-Ulum adlı eserlerindeki şa’şaalı ve parlak kelamları eski eserlerden verilebilecek en güzel misallerdir. Burada sadeleştirme ahengi bozar.

 
Eğer hitabet ustalığını göstermek istiyorsan veya karşındaki muhatapları ikna etmek üzere va’z, irşad yahut siyasi konuşmalar yapmak istiyorsan, süs ve parlaklık ve tergib (teşvik) ve terhibi (korkutma) manalarını tazammun eden üslub-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avam perestane nümayiş etmemek gerektir.
 
Üçüncüsü: Üslub-u alidir. Yani yüksek üsluptur.
 
Sekkaki ve Zemahşeri ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelamları gibi… Benin kanaatim Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirinin bazı parçaları tamamaen üslub-u ali ile kaleme alınmıştır. özellikle Allah’ın varlığını ispat ve Haşir ile alakalı meselelerde Elmalı üslub-u aliyi kullanmıştır. Zira anlatılan mevzuun ehemmiyeti ve ulviyeti bunu gerektirmektedir. Aynı şekilde Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatının önemli bir kısmı bu üslup ile kaleme alınmıştır. Zira anlatılan konuların yüceliği müellifi bu üslubu kullanma mecbur eylemiştir. Yoksa Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği gibi kendi san’atının tesiri cüz’idir.
 
Eğer İlahiyat yani Allah’a iman (ayet’ül-Kübra Risalesi, 2. Şua ve 22. Söz gibi), ahirete iman (10. Ve 29. Sözler gibi) ve peygamberlikkurumu (19. Söz gibi) gibi konuları anlatacaksan yahut usulüd’din yani kelam ilminin derin meselelerini yani mi’rac, meleklere iman ve benzeri konular gibi mevzuları araştırıyor ve bunları tasvir etmek istiyorsan, şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden üslub-u aliden ayrılmamak gerektir.
 
Elbetteki bakkaldan yumurta ve peynir isterken kullandığın üslup ile BediüzzamanSaid Nursi Hazretlerinin alem-i vücub dediği Allah’ın zat, sıfat ve isimlerini anlatırken kullanacağın üslup bir olamaz. Ekonometri dersleri veren bir profesör, çocuklar anlamıyor diye ekonomi ve matematiğin en yüksek formüllerini kitabına yazmaktan vaz geçemez. (Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, sh. 109-111.)
 
Falih Rıfkı Atay şöyle anlatır:
 
«Bizim lisenin edebiyat kitabında üslup üç türlüydü: üslub-u sade, üslub-u müzeyyen, üslub-u ali. Sadesi belli: Ben senden vazgeçemem. Müzeyyeni: Gül bülbülsüz, bülbül nağmesiz olur, gönlüm sensiz olamaz. alisine gelince: Zemin çak, asuman çakçak olsa, tufan içinde tekne-i Nuh belirip onu bırak da sen yalnız gel dense, gitmem.
 
Biz üslup diye bu üçünü bilirdik. Muallim Naci sadesine, Recaizade müzeyyenine, Abdülhak Hamid de alisine meraklıydı. Sonra Meşrutiyet’te bir silah üslubu çıktı: Muhaliflerin ellerini kıymık kıymık edip kemiklerini havanda dövmedikçe hadlerini bilmeyecekler. Biz bunlara hürriyeti hangi dağdan indirmiş olduğumuzu göstermeliyiz.»
 
3-RİSALE-İ NUR’DA BEDİÜZZAMAN Mü’ELLİF DEĞİL SADECE BİR TERCÜMANDIR; BU SEBEPLE SADELEŞTİRME MANEN ENGELLENMİŞTİR.
 
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri eserlerinin bir çok yerinde Risale-i Nur’un Kur’anın hakiki tefsiri olduğunu ve kendisinin ise sadece tercümanı bulunduğunu açıkça ifade etmiştir. Mustafa Sungur Ağabeyden duyduğuma göre Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatını üstad’ın binlerce defa okuduğunu ve 400 ayetten süzülen bir manevi reçete olduğunu ifade etmiştir.
 
Bu sebepledir ki, değil sadeleştirme, Risale-i Nur’un kendi içinde farklı tasnifi ve tanzimi bile üstadın ifadesiyle izin verilecek bir mesele değildir. Geliniz bu tespiti üstad’dan aynen dinleyelim:
 
‘’Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mes’ele birbirinden uzak olduğundan, bu mektub perişan görünüyor. Bu perişan mektub münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:
 
Bu küçük mektupları hususi bir surette, hususi bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektuplar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lazım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lazım geliyordu. Sonradan tashih v etanzim etmeye me’zun değiliz!
 
İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak [dört mes’ele] den ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şairlerin ve ehli aşkın, zülf-i perişani sevdikleri ve istihsan ettikleri nev’inden,bu mektub da zülf-i perişan tarzında soğuk tasannu’ karışmadan, hararet ve halavet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmıştır.”(Bediüzzaman Said Nursi, Fihrist, sh. 38-39.)
 
Bu yüzden ağabeyler, Söz Neşriyatın yeniden tanzim edilen şekline dahi soğuk bakmışlardır; ancak asliyetine halel gelmediğinden sonradan müdahale edilmemiştir.
 
4-NUR TALEBELERİNE DüŞEN VAZİFE: İZAH, TEFSİR VE TANZİMDİR
 
Bütün bu söylenenlerden sonra anlaşılıyor ki, Nur Talebelerine ve Bediüzzaman Said Nursi’yi gönülden sevenlere düşen vazife, yine üstad’ın ifade ettiği ve izin verdiği izah, tefsir ve tanzimdir.
 
Nitekim üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde açıklamaktadır:
 
“Bu dürus-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allame ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulum-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulum-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.
 
Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nakıs bir taklidcilik hükmüne geçer. çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur’anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-üla’mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhde edip, o ab-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..”( Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, sh. 426.)

 
‘’Evet Risalet-ün Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkan-ı imaniyenin herbirisine, mesela Kur’an’ın Kelamullah olduğuna ve i’cazi nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlarcem’edilse ve hakeza..mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.
 
Zannederim ki, hakaik-i aliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor.
 
Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur’un samimi, halis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevi, baki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.”( Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, sh. 371-372; Kastamonu Lahikası, sh. 56-57.)

 
Bu açık beyanlar ve abilerin naklettiği Ahmed Fevzi Ağabeye üstadın söylediği ‘’Eğer sadeleştirirsen o senin eserin olur” hatırasıyla mesele iyice anlaşılmış oluyor.
 
Bir Nur Talebesi, Risale-i Nurları atıf vermek şartıyla Nurlardan iktibas ederek izahlar yapabilir. Dipnotta kaynakları göstermek şartıyla kendi üslubuyla Nurlarda açıklanan bir meseleyi kendi üslubuyla açıklayabilir. Risale-i Nura dayalı mastır ve doktora tezleri ile müstakil araştırma eserleri yayınlayabilir. Risale-i Nuru istifade amaçlı tanzim ve yeniden tasnif edebilir. Ama üstad’ın bile bize manen izin verilmedi dediği tarzda sadeleştirmeye yahut Risale-i Nur’un tamamını farklı tanzimlerle tab’ etmeye kimsenin hakkı yoktur.
RisaleAjans

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: