Risale-i Nur’un Genleriyle Oynamayın!

Sadeleştirme adı altında öteden beri yürütülen kampanyalar yeni değil. Üstadımız Bediüzzaman (r.a) daha hayatta iken bu kabil teşebbüsler vukû’ bulmuş, ama gereken cevâbı Müellif bizzat kendisi vermiştir.

Dinin tağyîr, tahrîb ve tahrîfine dâir girişilen çabalar, yürütülen kampanyalar tarih boyunca hep devam ede gelmiştir.

Zındıka komitesi, özellikle son 200 senedir, Kur’ân ve Hadîs’i bozmak, tahrîf etmek için envâi türlü entrika ve sinsî oyunların peşini bırakmamıştır. Bu iki kaynaktan netice alamayan kökü dışarıda bu ecnebi komite, Kur’ân ve Hadîs’in son tefsîr-i mâneviyesi ve zâhir bir mu’cizesi olan Risale-i Nurları, insanların ve özellikle Ümmetin nazarlarından düşürmek, parlak kıymetini ve nurlu hakîkatlerini iskat etmek için, muhtelif metod ve ayak oyunlarına baş vurmuş, ama bir türlü bu menhûs emellerine ulaşamamışlardır.

Nereden ve kimlerden kaynakladığı konusunda şahsen henüz yeterli bilgiye sahip bulunmadığım son sadeleştirme hamlesi, hedeflerine ulaşma yolunda zındıka komitesinin ümitlerini yeniden canlandırsa bile, biiznillah hevesleri kursaklarında kalacak, Kur’ân’a ve O’nun i’câzının âhir meyvesinin genlerini değiştirmeye kader-i İlâhî izin vermeyecektir inşâallah…

Müellif-i muhtereminin izin vermediği bir girişim,  Allah’ın izniyle akîm kalacaktır. Yeter ki, umûm Nur talebeleri bu konudaki hassasiyetlerini kararlılıkla ortaya koysunlar ve Üstadlarının emir ve tavsiyelerinden zerre miktar ta’vîz vermesinler!

Zâten hayattaki muhterem sekiz hizmetkâr ağabeyimiz, kesin tavırlarını efkâr-ı ammeye deklare etmişlerdir.

Şimdi Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin temcid pilavı gibi ıstılıp ısıtılıp gündeme getirilen bu tür çalışmalara verdiği cevaplardan birkaç nümûneyi nazarlarınıza sunmak istiyorum.

1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi KUL Ağabeyin Hazret-i Üstad’a gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair mektubuna, Hazret-i Üstadımızın verdiği cevaptır:

Saniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir. Hem sû-i isti’male kapı açılır, muârızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik, müdakkik olmaz, yanlış ma’na verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebep olur. Ben tashîhatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm.

Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var…” (Emirdağ Lâhikası Elyazma sh:661)

Kaynağın kudsiyetini göz ardı edenlere Üstad’dan  cevap:

“Me’hazın kudsiyeti, cok burhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor (Mektubat, 26. Mektup, 319)

Müellifinin bile me’zûn olmadığı bir konuda, bu izni o yayıncılar nerden aldılar acaba?

“Onlar ne hal ile yazılmıs ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashîh ve tanzîm etmeye me’zun degiliz. “(Mektubat, 11. Mektup, 488)

Her bir ta’bîr ve kelime bulunduğu yerde ayrı ayrı mânalar taşıması sebebiyle, bunların değiştirilmesi, tüm insicam ve mânanın da değişmesine sebep olacaktır. Bu ise küllî bir cinayettir.

Kur’ân’ın en tatlı, en şirin, son devrin en güzel meyvesinin genleriyle oynamaya, fıtratını değiştirip, kendi hevâ ve hevesine göre kelimeleri değiştirmeye ne hakkı var?

“Risale-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünûhat, zuhûrat, ihtarat ile oluyor.” (Kastamonu Lahikası, R. Nur şakirdleri tarafından sorulan suâle cevaptır, 210)

“Kalbe fıtri bir surette gelen hatıratı san’atla ve dikkatle bozmamak için, yeniden tetkikata lüzum görmedik.” (Lem’alar, 25. Lem’a, 205)

Risale-i Nurlardaki Kur’âna ait olan hüner, zerâfet ve meziyeti tağyîr ve tebdîl yetkisini kimden aldınız? Madem, Üstad’a saygıdan bahsediyorsunuz, aşağıdaki sözünü bile nasıl görmezlikten geldiniz?

“Bundan anlasılıyor ki, Kur’ân’ın bir nev’i tefsiri olan Sözlerdeki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil, belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’âniyenin mübarek kametlerine yakısacak mevzun, muntazam üslup libasları, kimsenin ihtiyar ve suuruyla bicilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister; ve bir dest-i gaybidir ki o kamete göre keser, bicer, giydirir. Biz ise, icinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” (Mektubat 28. Mekktup,383)

Üstad Hazretleri’nin birinci talebesi, mümtaz şahsiyet merhûm Hacı Hulûsî ağabeyin şu mektubunu hiç okumadılar mı? Bir harfine dokunmayı azîm bir günah olarak telakkî eden bu Zât-ı mübârekin elinden yakalarını nasıl kurtaracaklar? Onun hem hayattaki talebeleri, hem de mânevî vârisleri, bu hak gasbının hesabını, hem bu dünyada, hem de mahkeme-i kübrâda onlardan sormayacaklarını mı zannediyorlar? Ama zanlarında da yanılıyorlar.

Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor, Kur’ân’dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler’i okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tabiratınızla, sivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı azim bir günah işliyor telakki ediyorum. Bazan verdiğiniz salahiyetin mânevi kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum. İste bendeki telakki ve tesir bu mahiyettedir. (Barla Lahikası, ikinci zeyl, 62)

Üstadı’nın verdiği yetki ile sadece bir harfin yerini değiştirebilen bu hasların hassı ve mânevî vârisi bu kadar titiz davranırken, sizler bu yetkiyi kimden aldınız?

Bu çevreler, söz konusu teşebbüşle, insanın latîfelerini ve mânevî duygularını devre dışı bırakmış oluyorlar.

 “Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Cünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maâriflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır. (Emirdağ Lahikası, İkramı İzhar Mektubunun Tetimmesi,65)

Acaba bu işi yapanlar da aşağıdaki serzenişe mâsadak mı olmak istiyorlar?

“Bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsîlât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük alimler Tefhim edilmez deyip, değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar. (Mektubat, 28. Mektup, 372)

Risalelerde geçen ta’bîrât ve kelimelerin her biri ayrı bir rûhun, mânânın Kur’ânca dokunuşu ve münâsip yerlerine mahâret ve basîretle yerleştirilerek okunuşudur.

Yaklaşık yirmi beş bin kelime ağıyla örülmüş Nurların, bu günkü Türkçe ile iki bin kelimeye indirilmesi, kısırlaştırılması, kısıtlanması, İslâm kültürü ve Medeniyetinin mücessem inci taşları ve tuğlaları hükmündeki mâna derinliğini kaldırıp yerine ruhsuz, anlamsız, donuk, estetikten ve akustik özelliklerden uzak kelimelerle Kur’ânî hakîkatlerin anlaşılması, zevk edilmesi, ruhların doyurulması, nesillerin kurtarılması mümkün değildir.

“Elfâz-ı Kur’âniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lafızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir; belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfilerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez. (Mektubat, 26. Mektup, 340)

Bu teşebbüsle neye ve kime hizmet edildiğinin  farkında olmak için allâme olmaya gerek yok sanırım. İşte fikri karışık, şuuru kısa olanlara Müellif-i muhteremin cevâbı:

“Zihni cüz’î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimat-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir? (Mektubat, 29. Mektup, 393)

Merhûm Mustafa Türkmenoğlu’nun kaydettiği not oldukça mânidardır:

“Şamlı Hafız Tevfik ile görüşmemizde bana dedi ki; “Üstad sanki bir yere bakıp okuyormuş gibi gayet süratle söylerdi, bende gayr-ı ihtiyari süratle yazardım.”

Elhâsıl diyeceğim odur ki; Sunûhât-ı kalbiye olan bu kelimelere dokunmak gazab-ı İlâhî’nin celbine sebeptir. . İyilik yapıyorum zannıyla pek çok fenalıkların işlendiği bir gerçektir.

İleride inşâallah İttihâd-ı İslâmın ortak dillerinden biri olma özelliğine sahip Risale-i Nur dilinin dejenarasyonu, bu birliğe vurulmaya çalışılan bir darbedir. Teemmel!..

Bırakın ihsan ve ikrâmı da, bu eserlerin önünde gölge olunmaması bile en asgariden iyilik hanesine geçer.

Tercüme başka,  sadeleştirme ise bütün bütün başkadır. Böyle bir teşebbüs, iyi niyetle dahi olsa (ki, bu da bir aldatmaca ve Hizbüş-Şeytanın bir oyunudur), zındıka çevreleri bundan istifadeye çalışacaktır.

Bütün dünya Nur talebelerinin ve Kur’ân şakirdlerinin bu tür içi boş heveslere aldanmayacağı kanaatini taşıyorum.

Zira hiçbir güç, Kur’ân’ın bu asra emânet-i kudsiyyesi olan Risale-i Nurları tahrîf sûretiyle Anadolu ve dünya gençliğinin elinden almaya muktedir olamayacaktır.

Önü/arkası karanlıklı, tehlikeli, hizmetle alakası olmayan, sâdece bir takım hevâ ve heveslerin/enâniyetlerin tatminine yönelik bu teşebbüsten derhal,  âcilen vaz geçilmeli, tövbe ve istiğfar ile, öncelikle Bediüzzaman Hazretlerinden ve talebelerinden helallık istenmelidir.

 Şurası da unutulmamalıdır ki, Kur’ân talebeleri olarak akîde dünyamızda ılımlı İslâm saçmalığına yer olmadığı gibi; ‘ılımlı Risale-i Nur’ hezeyânına da aslâ yer olmayacaktır vesselâm.

İsmail Aksoy