Risale-i Nur’un Tahrif Edildiği İftirasına Cevaplar 1

risale-i-nurun-tahrif-edildigi-iftirasina-cevaplar-birAkit gazetesi “Risale-i Nur’da büyük tahrifat” başlığı ile okuyucularına anlamsız ve kof bir iddada bulundu..

Biraz araştırsalar ve bunu Bediüzzaman Hz.’nin hayatta olan talebelerine danışsalar anlamsız bir idda olduğunu kendileride göreceklerdi. Bu iddialar geçmiştede gündeme getirilmek istenmişti fakat Bediüzzaman Hz’nin talebelerinden Abdülkadir Badıllı ağabey o zamanda belgelerle bu iddaları yalanlanmıştı.

Bu konu tekrar güdeme getirilince Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Badıllı ağabeyin çalışmasını tekrar hatırlattı.

Aynı cevabı “Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi” adlı eserinde belgeleriyle cevap verdiğini ifade eden Akgündüz, “tahrifat iddiacılarının yüzüne çarpıyorum” dedi.

BEDİÜZZAMAN’A AİT BAZI ESKİ ESERLERİNİN TAHRİFİ İDDİASI VE BU İDDİALARIN ASILSIZLIĞI

Bu konuda Abdülkadir Badıllı’nın kaleme aldığı eser ve makaleler, başkalarının kalem oynatmasına ihtiyaç bırakmamıştır. Bilindiği gibi, Bediüzzaman’ın daha ziyade Münazarat, Divan-ı Harb-i Örfi ve Nutuk isimli eserleri tahrif iddialarına konu edildiğinden ve bu mezkur eserlerin tamamı, 1918 yılına kadar neşredilen eserler arasında yer aldığından, konuyu Badıllı’nın kitaplarından ve makalelerinden özetleyerek alacağız.

Bediüzzaman ahir ömründe külliyatta bizzat tashihat yaparak son şeklini vermiştir ve Latin harfleriyle tamamını bastırmıştır.

Ancak bazı ağabeylere, kendi zamanında bastırmadığı bazı risale ve eserlerin sonradan neşredilmesine dair müsaadeleri olmuştur. Bediüzzaman’ın tarzına, tavsiye ve vasiyetine uygun olarak neşredilen eserler tahrif edilmiş anlamına gelmez. Tahrif, ortadan kaldırma, asıllarının yerine başka fikir ve düşünceleri ikame etme anlamına gelir.

Bediüzzaman’ın kendilerine vasiyet ettiği ve eserleri neşretme müsaadesi verdiği talebelerinin meşveretle yaptıkları neşir ve basma meselesi yukarıda izah edilen tahrif mana ve muhtevasına girmez. Bilakis, neşir, basım, yayım, tavzih anlamınadır.

Ancak Bediüzzaman’ın meslek ve meşrebine muhalif bazı cereyanlar var ki, onlar bazı cümle ve kelimeleri tahrif ederek külliyatı ve üstadı alet edebilirler. Bunlar maalesef her zaman mevcuttur. Bizlerin bu cereyanlara ve fraksiyonlara karşı dikkat ve itinalı olmamız icab eder. Bunlar ise, malum ve azınlık teşkil eden gruplardır. Ancak, külliyat artık dünya insanlarının malı olmuştur.

Klasik ve orijinal hale gelmiş olan eserler adeta her tarafta bulunmaktadır. Bu sebebe binaen, ne kadar menfi düşünceler, faaliyetler ve tahrifler olsa da, aslına zarar vermez. Çünkü bu eser, artık klasik hale gelmiş ve orijinal olarak dünyaya tamim edilmiştir. Artık iyileri kötülerden, faydalıları, tahrifat ve zararlılarından ayıracak olan, insanların muhakemesi, ciddiyeti, itinası ve hassasiyetidir.

Ortada Risale-i Nur’lar tahrif olmuştur diye bir iddia var ve yıllardır devam ediyor. Bu iddiayı ortaya atan iddiacılar, gazetelere ve TV’lere konuşuyor. Delillerin tümü rivayet ve rivayet edenler de kendileridir. Bediüzzaman’ın, Muhammed Sıddık Bey ile ilgili iddia edilen rivayeti başta olmak üzere hiç bir rivayet için kaynak ve delil göstermemiz mümkün değildir. Baştan sona delil ve ispat mesleğini takip eden risalelerin, gizli bir şekilde bir çuvala konup ve üstadın birinci derecede bir talebesi olmayan birisine gizli vermesi ile delilsizliğe mahkum edilmesini kabul etmek elbette kolay değildir.

Böyle bir iddia, muhtelif lahikalardan aldığımız aşağıdaki ifadelerle tamamen tezat teşkil etmektedir. Risale-i nur hizmetini ilgilendiren en ufak bir meseleyi dahi abilerin meşveretine havale eden bir üstadın, hizmetin esası olan nur külliyatıyla ilgili en önemli bir meseleyi diğer bütün abilerden gizli bir şekilde halletmesini beklemek, üstadımızı çelişkili davranmakla ittiham etmek demektir ki; bundan da Allaha sığınırız.

Bediüzzaman’ın Bazı Eski Eserlerinden Kürd ve Kürdistan Kelimeleri Çıkarıldı mı?

“Kürdi” ifadesi yerine, “Nursi”; “Kürdistan” yerine, “Şark” yahut “Vilayat-ı Şarkıye” kelimelerini bizzat Bediüzzaman koymuştur. Bunun örnekleri ekte neşredeceğimiz üç Risalenin aslında görülebilir. Mahkemelerde, hakimler bilerek ve kasti olarak “Said-i Kürdi” diyerek hitap ediyorlar.

Zira onlar, bunu kürtçülük şekline yorumlamak suretiyle insanları Bediüzzaman’dan uzaklaştırmayı hedefliyorlardı. Bediüzzaman ise, her seferinde bunu izah ediyor. Risalelerde tahrifat diye ifade edilen hususlar, bizzat Bediüzzaman’ın tasarrufundan geçen ve Bediüzzaman’ın değiştirdiği ifadelerdir. Bunun hikmeti ise birilerinin oyununa gelmemek için tedbir almaktır. Yoksa hiç bir nur talebesinin, başka bir etnik kimliği ne inkar etmesi ve ne de ön yargılı davranması mümkün değildir.

Bediüzzaman’ın eski eserleri de, yeni eserleri de baştanbaşa nur ve huzur vermektedirler. Çünkü kaynakları İslam’ın asli pınarıdır. Taşkın hissiyat karışmadığı için, daima sırat-ı müstakim rehberliğinde neşv ü nema bulmuşlardır. Nitekim Bediüzzaman, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eserinde, yani 31 Mart 1325 hadisesi münasebetiyle dehşetli olan Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemesi paşalarına karşı son derece merdane savunması içerisinde bu husus için şöyle demiştir:

Ey paşalar zabitler! Cemi’-i kuvvetimle derim ki, ceridelerde neşrettiğim umum makalatımdakı umum hakaika nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatle davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatın modasına göre bir libas giydireceğim.

Şayet müstakbel tarafına, üçyüz sene sonra tenkidatı ukala mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam; yine bu hakikatleri tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez, hakikat haktır.

İşte Bediüzzaman’ın şu kat’i ifadesi, bizce mes’eleyi kökünden halletmiştir. Çünkü o, sırrınca, Peygamber mirasçısı olduğu için, havadan konuşmamak, hissiyatın taşkın tesirleri altında ifadede bulunmamak hakikatından nasibini almıştır.

Öyle ise Bediüzzaman, 1908′lerde neyi konuşmuş, neyi yazmışsa, aynısıyla hak ve hakikat olduğu ve el’an da ve hatta kıyamete kadar da o hakikat, lüzum-u kat’isinin bütün cihetleri ve çıplaklığıyla ortada olduğu gibi; o tarihten otuz üç yıl sonra, yani 1951′lerde aynı o hakikatleri, tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamak, ya da has ve hususi iken, umumileştirmek ve bir nevi cüz’iyyetten külliyete çıkarmak gayesiyle ufak tefek bazı tasarruflarla yeniden tashih ederek neşrettiği şekliyle de elbetteki haktır, hakikattir ve yerindedir.

Mesela diyelim; eskiden yazılmış bir eserinde has olarak “Kürd” kavmine hitap ettiğinde, İslami milliyet çerçevesi içerisinde milliyetçilik hislerini tahrik edip intibaha getirmek niyetiyle, Rüstem-i Zal ve Selahaddin-i Eyyubi’lerin isimlerini yad etmiş iken, şimdi aynı o eserini yeniden neşrettiğinde, Türk kavmini de aynı hislerden uyandırmak için Barbaros Hayreddin Paşa ve Celaleddin-i Harzemşah vesairenin isimlerini de beraber zikretmesiyle, meselemizin özünü ortaya koyduğunu görüyoruz.

Yoksa, bazılarının zannı gibi, Bediüzzaman’ın eskideki nutuk, makale ve kitaplarının ihtiva eyledikleri büyük, derin ve zaruri olan o hakikatler, bilahere az üstte izahı yapılmış tarzı ile- onun bazı tasarruflarına uğramış olmasıyla, arzı felata (yani çorak arazi) atılmış demek değildir. Bil’akis o eski eserlerinin dile getirdikleri aynı o hakikatler, bugün daha çok kuvvetlenmiş, şiddetlenmiş ve behemehal icabların yapılması zaruri hale gelmişlerdir.

Demek ki onlar, bugünkü halleri ile bir tevessü’ ve inbisat kaziyesi mucibince bir yamalamaya tabi tutulması söz konusudur ve hususilikten umumiliğe, cüz’ilikten külliliğe terakki etme ve ettirme durumu vardır. Bu durumların icabına göre de, bir tasarrufu gerektirecektir. Nitekim de öyle olmuştur.

Hal böyle iken, Hazret-i Bediüzzaman’ın o eski eserleri birçok yerlerde ve kütüphanelerde ilk vaziyetleriyle ve çokça bulunmaları karşısında, yine de tahrifden bahsetmek, tamamen kötü niyete dayanmaktadır. Nitekim Hazreti Üstad, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eserini tashih ve tasarruflardan sonra, son şekliyle tab’ettirmek için Ankara’ya gönderdiği zaman, onun başına şu yazıyı ilave etmiştir.

Aziz Sıddık Kardeşim, bu tashihli tarzı has dostlar meşveretiyle teksir edebilirsiniz. Bu nushalarn bir suretini İnebolu’ya gönderip, eski harflerle kabil ise teksir edilebilir. Madem eski zamanda iki defa tab’ edilmiş, kimse itiraz etmemiş… Hem ilişmek ihtimali bulunan bazı kelimeler de değiştirilmiş aynı hakikat bir risaleciktir. Has dostların tensibiyle, fakat sıhhatine tam dikkat etmek şartıyla neşredebilirsiniz. Eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olabilir. Said-i Nursi.

Bu mevzuda pek mühim ve son derece ciddi bir husus daha vardır, o da şudur: 1908′lerden 1914′e kadarki geçen zaman akışı içerisinde gelişen ibretamiz hadiselerle ve Birinci Harb-i Umumi’nin ihtar ettiği derslerle, Hazret-i Üstadın o zamanlarda birinci derecede yürütmek istediği ve pek çok ehemmiyetle üstünde durduğu husus, Osmanlı camiasında İslam milletlerinin ve Alem-i İslamın içtimai ve büyük hizmetleri merhalesini bir derece askıya almış ve ona, o günden itibaren artık üçüncü, dördüncü derecede bakarak, tali hizmetler sırasında bırakmış desek, yanlış etmiş olmayız tahmin ediyorum. Zira o zat, mezkur zamanlar şeridine takılı olan hadisatı ve içindeki esrarengiz ve desiseli inkılapları gördü, ibret ve ikaz derslerini aldı..

Ve bütün kuvvetiyle ve tamam kanaatiyle müslümanların iman ve akidelerinin takviye ve tahkim hizmetinin her şeyden önce elzemiyetini anladı ve bütün himmet ve gayretiyle ona el attı. Hem İslam milletlerinin tek ve yegane kuvvet kaynaklarının iman ve din kardeşliği içindeki tevhid ve ittihad olduğunu tamamıyla anladı. Bunun da, iman ve akideyi tahkim hizmetinden sonra, her şeyden önceki elzemiyetini gördü. Bu yüzden o koskoca Hazret-i Bediüzzaman, mezkur iman ve İslam hizmeti ve uhuvveti hizmetlerine çekirdeğinden başlamak üzere, bütün himmetiyle iman, akide, uhuvvet ve tevhid hizmetlerinin unvanı olan Nur Risalelerini te’lif ve neşretme vazifesine koyuldu. Bu hizmetin dağdağasız ve selamet ile yürütülebilmesi için de, siyasi ve içtimai mes’elelerden tamamen elini çekti. Onun yerine iman ve Kur’an hizmetinin çerçevelediği hareketler yörüngesine girdi.

İşte, bu zaviyeden Bediüzzaman’a bakıldığı zaman, elbette denilebilir ki; Onun o eski tasavvurundaki hizmetleri daima kendi makamında ve zemininde hak, lazım ve yerinde olan şeyler olmakla birlikte, bunları bir kaç derece geri iten işler vardı ki; umum alem-i İslamı alakadar eden ve müşterek malı olan iman ve akideyi takviye hizmetlerinin dağdağasız yürütülebilmesi hatırına binaen, eskideki içtimai hizmetleri askıya aldı. Yani bilfiil onları takibten bir derece geri kaldı. Hatta o eski hizmetlerinin yeniden derhatır olup da, otuz-kırk sene sonra arasıra müteveccih olduğunda da, yine iman hizmetinin meslek ve meşrebine göre bir renk ve bir ayar verdi ve ona göre tanzim etti. Evet, bize göre şu birinci maddenin asli izahının kısacası böyledir ve bu kadardır.

Risale Ajans

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: