Risale’ye gölge etmek üzerine

Sık sık liselere misafir konuşmacı olarak gidiyorum. İHL’ler değil sadece. Hepsine gidiyorum. Maneviyat dediğimiz duru ve diri o şeyi, ‘din bilgisi’nin teknik detayları yüzünden alamadığını okuyorum çocukların gözlerinden. Acı çekiyorlar. Hele de imam hatiplerde, yoğun teknik ‘din bilgisi’ ‘dinin kendisi’ sanılarak, gençlerin dimağına adeta boca ediliyor. Bir kez daha vurguluyorum ki, ‘dinin bilgisi’ ‘dinin kendisi’ değildir; üstelik ‘dinin bilgisi’ni ‘dinin kendisi’ diye verdiğimizde, gençlerin ‘dinin kendisi’ne dair arayışlarını tüketiyoruz. Yoruyoruz körpe dimağları. İHL meslek derslerinde bu hâl daha da yoğunlaşıyor. Tecvid teknikleri, siyer detayları, ezber, sarf nahiv derken, dinin bilgisi daha da çoğaltılıyor. Dinin kendisini dinin bilgisi ile perdeliyoruz gibi geliyor bana. Dinin kendisini, dinin bilgisinde arayan ne dini bulacak ne din bilgisine sahip çıkacak. Cevizi kabuğundan ibaret sayan, ömrü billah ceviz yiyemez; cevizi kırmayı aklının ucundan geçirmez.

Önceki gün bir İmam Hatip Lisesi’nde bir genç sordu:

“Hayatınızda sizi etkileyen bir olay var mı?”

Net cevap verdim bu soruya:

“On dört yaşlarında, yani senin yaşlarındayken, duyduğum bir soru!”

“Acaba nedir, nedir?”

“İlk defa kırmızı kapaklı bir dinî kitap görmüştüm ve ilk defa duyduğum bir soruyu seslendiriyordu: Namaz iyidir. Fakat her gün, her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.’ Aslında bu soruyu ben de soruyordum ama sadece içimden. Seslendiremiyordum bile. ‘Allah’ın gücüne gider!’ ‘Çarpılırsın!’ telkinleri arasında boğuyordum içimdeki ‘lanetli’ itirazı! Ama o gün o kitabın yazarı, benim kendime bile sormaktan korktuğum soruyu, benden daha cesurca seslendiriyordu. Namazın usanç verici olabileceği ihtimaliyle yüzleşebilmek, çok özel bir andı. Ama durun, sadece soruyu duymuştum. Yazarın vereceği cevap konusunda önyargılıydım. ‘Seni serseri seni…’ diye başlayan, azarlayıcı bir üslup bekliyordum. Ne var ki kırmızı kitabın yazarı yine şaşırttı beni: ‘O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor.’ O gün, benimle empati kuran bir yazarla tanıştım. İnsanî zaaflarımı gözeten bir kitapla. On dört yaşındaki şaşkın bir kalbi, sımsıcak kucaklayan bir üslupla. ‘Olur böyle şeyler; insanlık hali!’ diyordu bana. Ve o gün bugündür, o yazarın rahle-i tedrisindeyim.”

Birkaç fısıltı oldu arada. Kimi kastettiğimi bilen öğrenciler diğerlerinin kulağına fısıldıyorlardı. “Evet, evet;” dedim, “Said Nursî o yazar!” Sonra gülerek devam ettim. “Siz de okuyun Risale’yi. Hiç olmazsa Küçük Sözler’i. Çok şey kazanırsınız.”

Öğretmen arkadaşlar biraz tedirgin gibi oldular. Ya da bana öyle geldi. Gülerek, “Ah, evet, söylemeyi unuttum. Risale’yi doğruca okuyabilirsiniz. Bir cemaate dâhil olmanız, birilerinin iznini almanız şart değil. Sadece sayfaları açıyorsunuz ve okuyorsunuz. Risale okumak için ‘Nurcu’ olmak zorunda değilsiniz.”

Aylardır düşünüyorum. Risale’den bahsettiğim her defasında bu son cümleyi söylemeye beni mecbur eden nedir? Risale-i Nur okumayı bir protokole bağlamış olabilir miyiz? Risale-i Nur okuyan iyi niyetliler, Risale’nin mesajını vermek yerine, yine iyi niyetle, Risale’nin propagandasının derdine düşmüş olabilirler mi? Risale’nin mesajını vermek için çabalayan birine “Risale-i Nur’a gölge ediyorsunuz yazılarınızla/kitaplarınızla!” gibi bir itham, Risale-i Nur metninin yorumlanmaya değmez, kısır bir metin olduğunu ima ediyor olabilir mi? Risale-i Nur’un hayatımda kırılma oluşturan bu cümlesini duyduğumdan bu yana, yarım asırdan fazla zaman geçmiş. Sorumlu hissediyorum kendimi. Böylesine evrensel bir metni okuyup da Risale-i Nur’u bir klik konusu yapmakta, Risale’nin mesajını sadece düz okumaya ve düz yazmaya kilitlemekte payım olabilir mi?

Her neyse! Konumuz bu değil.

Gençlere şunu söyledim.

“İnsanı yaratan Allah ile insana-mesela-namazı teklif eden Allah, aynı Allah’tır.” İnsanı yaratan Allah, insanın zaaflarını bilir; bilerek konuşur insana. Zayıflıklarını dikkate alan bir üslupla muhatap olur. ‘Namaz farzdır; kılınacak; kıl!’ diyen askerî üslup değildir din dili. Kur’ân dili bu değil. Ama görüyorum ki din kültürü ve ahlak bilgisi müfredatı tam da bu üslupla konuşuyor: ‘Emir böyle geldi, şunlar farz!’ Şimdi anlıyorum ki, çok kavgaların içinden geçmiş Said Nursi de bu üsluba itiraz ediyordu. Ta küçüklüğünden beri medrese mekteple başı hoş olmadı! Bir şeylerin ters gittiğini hissediyor olmalıydı. Kanaatimce, klasik tefsir usulünü terk edip bir salt bir insan olarak gerçekle yüzleşme kayıtlarını tutmayı öncelemesinin nedeni buydu. İnsanın hakikatle karşılaşmasındaki acıları, tereddütleri, şüpheleri sorgulayan bir üslupla yazdı.

Said Nursi, bu soruyla başlayan Yirmi Birinci Söz’ü yazarken, geçen yüzyılın başlarıydı. Belki 1930’lar! Farkında mıyız, üzerinden en az 90 yıl geçmiş ve hâlâ keşfedilmeyi bekliyor bu üslup. Ve zaman ilerledikçe uzaklaşıyoruz bu empatik üsluptan. Elimizdeki biricik seçeneği de görmüyoruz. Görmediğimiz neyse de, ‘aman Risale’ye gölge gelmesin ha!’ diye diye muhtaçlara da göstermiyoruz!

Gölge etmek ha! İnsaf! Azıcık insaf!

Senai DEMİRCİ – risalehaber.com