Ruh Hakkında Sorular ve Hakikate Uygun Cevapları-2

Soru 3: Ruhun madde ile ilişkisi nasıl? Kişinin şuur seviyesine göre bu nasıl algılanıyor?

Cevap 3) Ruh, maddi ve gözle görünür bir vücud sahibi değildir. Fakat ruh, maddeyi kuşatıyor, onun her yerine giriyor ve onu çekip çeviriyor. Tıpkı esen bir rüzgârın, bir ağacı ve bütün yapraklarını aynı anda hareket ettirmesi gibi… Ruh ve madde arasındaki bu temas hakikati, insanların şuur ve ilim seviyesine göre farklı farklı yansır.

Sıradan halk kitlesi için beden bir elbise, ruh bir kişidir. Ölüm, elbisesini çıkarmak gibidir. Ruh, ölümle bu maddi ve kalın kış elbisesini çıkarır, Berzah Âleminin manevi ve ince yazlık elbiselerini giyer.

Allah âşığı evliyalar gibi, dünyayı ve maddiyatı sevmeyenler için beden, bir kafestir; ruh ise, bir kuştur. Ölüm, ruh kuşunun yücelere varması, maddenin daraltıcı dünyasından kurtulmasıdır. Ruh, ölümle dünya kafesinden kurtulup Berzah Âleminin bahçelerinde gezinir, meyvelerinden yer.

Sahabeler gibi dünyayı Âhiret tarlası bilip eken, Allah’ın sanat eseri bilip seven, zevk ile temaşa edenler için beden, bir saray; ruh ise, saraydaki sultandır. Ölüm ise, fani saraydan ebedî saltanat ülkesine geçiş ve göçüştür. Ruh, ölümle harabeler diyarından ayrılır, ebedî ihtişamla buluşur. Fakat hiçbir ruhun şuur meşalesi ölmekle söndürülmez.[1] Ruh-madde ilişkisi insanlık dünyasında bu şekilde algılanılmış ve algılanılıyor!

Ruhların dünyadaki yaşantıları gibi ölümleri de farklı manalar ifade ettiği için ölümlerine farklı isimler verilir.

Görüntüsü insanca fakat yaşantısı hayvan gibi olanlar için, ölüm bir gebermedir.[2] Kabir ise, bu hayvan leşlerinin atıldığı bir Cehennem çukurudur.

Bazısına ise ölüm, hayat denen faaliyetin sona ermesidir. Bu, sıradan müminler içindir. Onlar açısından hayat, sürekli akan bir nehir gibidir. Ölüm ise, bir deltadır. Kabir ise, ahbaplar denizine bir dökülüştür.

Bazısı içinse ölüm, bir vefat ve dönüştür; vefâlı Sevgili’ye kavuşmadır. Ehl-i kalb veliler gibi…[3] Kabir ise, Ölümsüz Sevgili’nin köşkünün kapısıdır. Onlara selâm ve selâmet vardır.

Hayatın sırrına vâkıf olan bazıları içinse ölüm, bir rücu’ ve aslına varıştır. Yani Yüce Dost’un huzuruna, şehid bir asker ve bir sabır kahramanı olarak giriştir.[4] Kabir ise, dünya askeriyesinden çıkış yeridir. Böyle kişilere ölüm anında bir rahatlık ve güzel koku ikram edilir ve hürmet gösterilir.[5]

Soru 4: Ruhların dünya yolculuğunda peygamberlerin fonksiyonu nedir?

Cevap 4) Her insan 40 hatta 60 yaşına kadar belirli bir şuur seviyesine kadar gelir. Peygamberlik ve din gelmezse o şuur, kişilerde ve olaylarda boğulur. Çünkü her insan her şeyi birbirinden bağımsız ve kopuk gören bir “akıl ” ile dünyaya geliyor. Hem güzelliklere müptela sayısız kör hisler içeren bir “ kalb ” taşıyor. Hem maddeye âşık nankör ve hırslı bir    “ nefis ” sahibi bulunuyor.

Dinin temeli olan Tevhid eğer o ruh tarafından elde edilmezse pırlanta gibi değerli olan akıl, hayatı ona zehir ediyor. Geçmiş zamanın üzüntülerini ve gelecek zamanın korkularını onun başına birer tokmak gibi vuruyor. Hem insanların derin ve karanlık duygularına, dünyanın ve hadiselerin okyanusuna yüzme bilmeyen dalgıç gibi daldırıyor. Ve  vurgun yediriyor. Birçok psikolojik rahatsızlığın kaynağı, insan aklının kişilerde ve olaylarda takılıp kalmasıdır. Öfke kaynaklı nevrozların, hüzün kaynaklı obsesyonların dayanağı aklın rehbersizliği, tevhid ufkuna yükselememesidir.

İnsanın güzelliğe meftun, sonra’ya karşı kör duygular sahibi kalbi ise, ona hayatı bir Cehennem ve azaba çeviriyor. Sayısız ayrılıkların acılarını ona yaşattırıyor. Diğer insanlar ve canlılara karşı karanlık ve âciz bir merhamet duygusunda onu kavurup duruyor.

İnsanın kör, nankör ve doyumsuz nefsi ise, anlık zevklerin peşinde onun ruhunu hatsa ettiği gibi cismini de harap ediyor. Dehşet verici hırsıyla, hayatta tattığı ve sahip olduğu sayısız güzellik ve nimetleri ona kıymetsiz gösterip her şeyden şikâyet ettiriyor. Bütün bunlar insanda psikolojik rahatsızlıklara yol açıyor ve kişiyi mutsuz ediyor.

Mesela sebeplere takılma problemi Hz. Musa (AS) gibi dışa dönük, öfkeli ve sosyal bir karakter için kaçınılmazdır. Bu noktada Onun zihni terbiye için Hz. Hızır gibi bir mürşid-i Rabbâni’ye muhtaçtır. Hz. Hızır, Ona 3 vakayı bizzat yaşattırır. Fakat O, duygusal bakışıyla meselelerin hikmetini göremez. Bu imtihanlar iş kazaları, çocuk ölümleri ve kötülüğe karşı yapılan iyiliklerdir.[6] Sonra Hz. Hızır olayların, İlâhî iradeye dayanan hikmet ve manalarını anlatınca Hz. Musa’nın (AS) dalgalanan duyguları yatışır.

Peygamberlerin getirdiği tevhid[7] ve iman, teslimiyet ve islam her bir ruha bu dünyayı bir mutluluk sarayı yapıyor. O gamlı ve bunalımlı akla, kâinatı bir hikmet kitabına dönüştürüyor ve satır satır okutturuyor. Hem o yaralı ve mahzun kalbe, dünyayı İlâhi bir sanat ve rahmet gösterip manevi bir Cennet’e çeviriyor. O nankör nefsi ise, arıtıp terbiye ederek Cennet’e layık şükredici bir hale getiriyor. Kâinatı, hoş kokulu bir Tûba Ağacı kılıyor. Âlemi ona Allah’ın cemal ve kemalini gösteren bir Nûr Âlemine dönüştürüyor; rahmet ve hikmet hakikatlerini keşfettiriyor.

Dinin kutsallık ve nuru, her bir ruh için, bu yönleriyle maddi hayatı iki cihan saadetinin vesilesi kılıyor. Bu noktalara binaen Üstad Bediüzzaman “İman, şiddetli bir zekâ verir” der.[8] Yani dinin itikad ve amel yönleri, her şeyin özünü gösterecek şekilde kişinin şuurunu artırır ve yükseltir.

Peygamberlerin bu hizmetinin temeli, “sıdk” (doğruluk) hakikatidir. Peygamberlerin en büyük vasfı da, doğruluklarıdır.[9] Bu yüzden kendilerine iman edenlere verdikleri ilk ders doğruluktur.

Bunun sırrı şudur: Dinin temeli, imandır. Hakiki iman ise, ilimle olur. İlim ise aklın, delillerle gördüğü hakikati tasdik etmesidir. Yani doğruyu delilleriyle görünce “Doğru, budur” demesidir. İman ise, aklın bildiği hakikati, kalbin kutsallık içinde görmesi ve hissetmesidir. Bu görüş ve hissediş ise, bencillikten kurtulmakla olabilir. Çünkü bencillik, hakikati hissettirmez ve küçük gösterir. Kutsallık ise, hakikatin evrenselliğini ve kuşatıcılığını hissettirir. Bu hissediş ise, kişiye güven verir. Hakikate bağlılık ve ondan feyz almak, doğrulukla devam eder. Yalan ise, bu kutsal bağlantıyı keser.

Evet yalan, habis bir ruh ve şeytan bir İblis’tir. Onun girdiği her yer harap olur. Yalan bir aileye girse, o aile yıkılır. Ticarete girse, bozar. Sosyal hayata girse parça parça eder. Doğruluk ise, bir kutsal ruh ve Cebrail’dir.

Evet, doğruluk üzerine iki cihan kurulur. Din binası yükselir. İnsan ve kâinatın hakikatleri keşfedilir. Kâinatın yaratıcısı ve insanın Sanatkârı akıllara ve kalplere görünür. Doğruluğun bu çok köklü ve elzem yönünden dolayı Kur’an, nebilerden sonra en üstün insan sınıfını, “sıddîklar” (hakikate son derece bağlı doğru kişiler) olarak gösterir.[10] Hem doğruluktan taviz vermemek için dua etmeyi farz kılar: “De ki: ‘ Rabbim! Girdiğim her yere doğrulukla girmeyi, çıkarken de doğrulukla çıkmayı nasip et! İmtihanlarımda doğruluktan ayrılmamak için bana katından güçlü bir delil kıl. [11]

Peygamberler insanları Hakikate uyandırmak ve diriltmek için gönderilirler. Peygamberlerin gelişine “ bi’set ” denilir. Ki Esma-yı Hüsna’dan Bâis isminin eseridir. Ölümden sonra diriliş “ ba’sü ba’del-mevt ” denilmesi gösterir ki, peygamberler dinden uzaklaşmakla ölen toplumları ölümlerinin ardından diriltmek üzere gönderilen İlâhî bir yağmur ve rahmettirler. Dinin nefret ettiği şuursuzluk ve vurdumduymazlık haline, “gaflet” denilir. Gaflet, manevi bir uykudur. Hakikati görmeme ve hayaller dünyasında yaşamadır. İnsanlığın geneli, geçmiş ve geleceği ile, bu gaflet içinde yaşar ve ölürler. Bunu birçok âyet ve şu hadis-i şerif bildiriyor: “İnsanlar uykudadırlar. Ölünce uyanırlar.[12]

Hakikati görmeyi, kabir ve sonrasına erteleyenler ebedî hüsran ve pişmanlık yaşamaya mahkûmdurlar.[13] Evet dünya, hakikati bulma yeridir. Âhiret ise, hakikati ebedî temaşa etme ve hakikatle yaşama yeridir. Hakikat ise, Allah’ı gösteren ve hissettiren en büyük aynadır.

Soru 5: Ruhani bir hayatın göstergesi ve belirtileri nelerdir?

Cevap 5): Bu sorunun cevabı ruh kelimesinin etimolojisinde saklıdır. Sözlükte “gitmek, geçmek; (hava) rüzgârlı olmak; (bir şey) geniş ve ferahlık verici olmak” mânalarındaki revh kökünden isim olan rûh kelimesi terim olarak genellikle “canlılarda hayatı sağlayan unsur” şeklinde tanımlanmaktadır.

Bu etimolojik tahlile göre revh kökünden 3 dal çıkıyor:

  1. a) “ Gitmek, geçmek…” Bu manasıyla kişinin ruhaniliğinin göstergesi yaşanılan olumsuz olayların boğuculuğuna, maddi ve anlık hazların çekiciliğine takılmayıp geçmek… Hakikat ve ebediyet ile arasına giren nesne, mekan ve kişilerin yanından gitmek Yani hayatta yalnızca Allah’ı vazgeçilmez tanımak… Bu manada Hz. Lut (AS) kendisini materyalistçe bir hayata çeken Urfa kültüründen uzaklaşmasını “ İnnî muhâcirun[14] ilâ rabbî ” ( Hakikaten ben, beni maddeye ve fâni hayata çeken güzelliklerin kaynağı olan bu yeri terk ediyor, Rabbime ve Ebediyeti hissedeceğim ruhani yerlere göçüyorum ) der.[15] Aynı hadiseyi yaşayan Hz. İbrahim (AS) ise kendi algı ufkunu yaşadıkları perspektifinden şöyle ifade eder: “ İnnî zâhibun[16] ilâ Rabbî seyehdîn[17] ( Hakikat bu ki, ben Rabbime gidiyorum, yürüyorum; beni fani hayata çağıran bu yerden uzaklaşıyorum. )
  2. b) “ (hava) rüzgârlı olmak… ” Bu manasıyla Kur’an, aynı kökten gelen “ rıyh ” tabirini rüzgar için kullanır. Aynı kökten türeyen ve yapısı itibariyle havada yayılıcı olan, “râyiha ” ( koku ) ve kokulu çiçek manasında “ reyhan ” lafzını kullanır.[18] Hava eksenli olarak ruh hakkında kullanılan birçok âyetteki “ İlâhî nefha ” ( üfürük )[19] lafzı beraber düşünüldüğünde şu tespiti yapabiliyoruz: Hava kürenin toprak küreyi kuşatması gibi, topraktan yapılan bedeni de havaî yapısı olan ruh kuşattığı ve kişi, manevi kokusunu İlâhî bir çiçek gibi içten gülümsemesiyle etrafa yaydığı zaman… rüzgar ve kasırga gibi celalli yapısıyla, insanların ufkunu kaplayan bulutları dağıtıp onlara Hakikati gösterecek kıvama geldiği zaman ruhanileşmiş demektir.
  3. c) “ (bir şey) geniş ve ferahlık verici olmak… ” Ruh, hakikati itibariyle İlâhî bir emir ve kanun olduğundan; aynen kanunlar gibi geniş sahalarda hükmünü icra etmek ister. Manevi hâkimiyetini doğruluk, ihlas, hakikatli ilim ve ciddiyetiyle ifade eden bir ruh, dünyada kendi potansiyellerini aktif hale getirir ve manevi saltanatını kurar. Böyle ulvi ve yüksek bir ruhun manevi saltanatı diğer ruhların Allah ile aralarındaki engelleri kaldıracak bir ferahlı iklim ve manevi atmosferi onlara hissettirir. Onu, dünyanın geçici hadiselerinde ve sosyal hayatın gittikçe yoğunlaşan meşgaleleri altında nefes alamayacak hale gelmiş ruhlar için bir oksijen çadırı… insanların yanlış düşünceleri, kötü niyetleri, karanlık arzuları ve sayısız beklentileri altında ezilmiş ruhlar için bir şefkatli sığınak ve bir paratoner haline getirir. Bu mahiyeti kazanan bir ruh, ruhani hayatın nasıl ve ne surette yaşanılacağını gösterir.

Peygamberlerin hayatlarındaki daimî hicret ve zühd, insanların düşünce ufkunu temizleyen ve Hakikat Güneşini gösteren etkili sohbet ve hikmet, insanları ışık ve hava gibi kuşatıp onlara nefes üfleyen şefkat, ilgi ve muhabbet onların birer ruh insanı olduğunu; fâni hayatlarını Bâki Zât için ve Onun fâni kullarının ebediyeti için adadıklarını gösteren kriterlerdir.[20] Bu manada her bir peygamber ruhani hayatın huzurlu ve mesud iklimine girmek, dalgalı dünya hayatında sükunet ve selameti elde etmek isteyen bir her bir ruh için birer saadet sarayı ve güvenli bir limandır.

[1] Hacc sûresi, 7.

[2] Müddessir sûresi, 18-19; Abese, 17.

[3] En’am sûresi, 61-62.

[4] Bakara sûresi, 156.

[5] Ölüm anında yaşananlar için bakınız Vâkıa sûresi, 83-96. âyetler.

[6] Bakınız Kehf sûresi, 60-82.

[7] Tevhid, iyi-kötü gözüken her şeyin Allah’tan geldiğini ve Onun verdiğini bilme ve hissetmedir. Teslimiyet ise, Allah’ın kullarının iyiliğini istediğini bilme, görme ve hissetmedir. Bu noktada kişinin geçmişte yaşadıkları ve çevresinde gördükleri onun laboratuarıdır.

[8] İşârâtü’l-İ’caz, Bakara sûresi, 9-10. Âyetler.

[9] Meryem sûresi bu yönü özellikle vurgular. Bakınız 41. ve 56. Âyetler.

[10] Nisa sûresi, 69.

[11] İsra sûresi, 80.

[12] Taberânî.

[13] Asr suresi, 1-2.

[14] “Muhâcir” lafzındaki müşareke kalıbı, Hz. Lut’un (AS) bu hicreti yaparken zorlandığını ve bu kararından dolayı yakınları ve sevdikleri ile zıtlaştığını gösterir. Çünkü O onları terk ederken, onlar da onu terk ediyorlardı.

[15] Ankebut suresi, 26.

[16] Âyetteki “zâhib” ( yürüyen, giden ) ifadesi gösterir ki, Hz. İbrahim (AS) bütün ruhuyla oradan uzaklaşmayı istiyordu. Çünkü Urfa ve çevresi Onun hakkında ateşler diyarı hâline gelmişti.

[17] Saffat Sûresi, 99.

[18] Rahman suresi, 12.

[19] Mesela Hicr suresi, 29 ve diğerleri…

[20] Hz. Peygamber’e emredilen şu âyet bu ruhaniliğin delilidir: “ Ey Muhammed! De ki:Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.”  ( En’am suresi, 162)

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: