“Ruh İsrafı”nı Hiç Duydunuz mu?

Bil ki, en büyük israf ruhun israfıdır. Allah, insanı bu dünyaya ruhî tekamüle müsait bir fıtratla göndermiştir. O fıtratı israf etmen, ruhunu israf etmen anlamına gelir.

Örneğin, yeni doğmuş bir bebek iken, her şeyinle annene muhtaçtın. Annen tarafından ihtiyaçların karşılandığında, ona güven duygusu besledin ve bağlandın. Psikolojide buna, “temel güven duygusu” diyoruz. Eğer bu duygudan mahrum kalırsan, şahsiyetini üzerine bina edeceğin sağlam bir temelden yoksun kalmış olursun. Ve ileride ciddi şahsiyet sorunlarıyla karşılaşabilirsin. Bu duygunun daha önemli bir fonksiyonu ise, ileriki yıllarda Allah’a karşı duyacağın güven duygusu ve bağlanmanın nüvesini oluşturmasıdır. Eğer annene —ya da sana bakan kişi kimse ona— duyduğun güven duygusunu ve bağlanmayı aklın başına geldikten sonra Allah’a transfer edemediysen, yani herkesten daha çok O’na güven duymayı ve bağlanmayı beceremediysen, “temel güven duygunu” olması gerektiği gibi kullanmamışsın demektir.

Çünkü o anneyi—ve babayı—senin en muhtaç zamanında sevgi ve fedakârlık içerisinde başına memur gibi diken, Allah’ın şefkâti ve merhametiydi. Aklın ve şuurun yerine geldiğinde, bu hakikati görerek, kendisine daha kolay yönelebilmen ve bağlanabilmen için sana bu tecrübeyi yaşattı. Ama sen birinci basamakta kalmayı tercih ettin ve bu potansiyeli israf ettin. Halbuki ikinci basamağa geçebilsen, anne ve babanı Allah’ın rahmetinin senin üzerindeki somutlaşmış tezahürleri olarak da görüp, daha anlamlı bir bağ ile onlara bağlanabilme fırsatına sahip olabilecektin.

Aşk duygusunun israfı

İlk gençlik yıllarının en önemli özelliği, hızlı bir bedensel değişimin başlamasıdır. Bedendeki değişime hormonlar eşlik eder. Önce bedende başlayan bu değişim, zamanla ruha sirayet eder ve gencin iç dünyasında bir “aşk duygusu” oluşturur. Ardından, sağa sola dağıtılmış olan sevgi ve muhabbetler, tek bir hedef üzerinde odaklanır. Samet aynası olan kalp, sevdiğini olduğundan daha fazla yücelterek sever. Ona toz bile kondurmaz. Onun yanında âdeta erir ve hiçleşir. Sanki her şeyiyle ona bağlanmış, onda fani olmuştur. Sen de yaşadın bunları, belki de şimdi yaşıyorsun.

İşte, bu tecrübeyi de sana Allah yaşatmaktadır. Bedeninde hormonları harekete geçiren O’dur. İçindeki sevme, sevilme ve bağlanma isteğini O tetikledi. Böylece, duygularının afakta, dış dünyanın detayları içinde boğulmasından kurtuldun. Sevginin en yüce kaynağına yönelmeyi prova ettin. Kalbinin çarklarını harekete geçirmeyi öğrendin. Ama sadece bu basamakta kalırsan, kalbindeki muhabbeti de israf etmiş olursun. Çünkü sonsuz ihtiyaç sahibi biri olarak kalbine konulan o aşk duygusu, Samed ve Bakî olan Allah’a yönlendirilmek üzere kalbine konmuştu. Bunu dünyanın fani yüzlerinde harcarsan, yatağını bulamamış su gibi zayi etmiş olursun. Ayrıca, acı ve ıstırap olarak geri dönüşü de cabası… Hem kalbindeki şiddetli sevme isteğini fani olmayan Allah’a yönlendirsen, güneşten mahlukatın yüzüne yansıyan ışıklar gibi, Cemâl-i Bakî’den dönüp gelen bir sevgiyle de—yukarıdan aşağıya—sevebileceksin sevdiğini. Sadece maddi hazlarla değil, manevi letaiflerinin aldığı lezzetle de seveceksin. Ve bu sevgi ve muhabbetler kalbini de yaralamayacak üstelik, hatta ayrılıklar kalbinde büyük depremler meydana getirmeyecek eskisi gibi.

Duygu ve melekeleri israf etmemek

Sadece bunlar değil elbette. Ruh, daha binlerce duygunun ve bir sürü melekenin de madeni. O duygular, o melekeler eğer yanlış yerlerde harcanırsa, israf edilmiş olmazlar mı? Yüzü bekâya ve ebedi hayata döndürülmemiş her duygu, her meleke israftır bu açıdan bakıldığında.

Hayal mesela. Fenâya dönük çalışırsa, daha büyük bir ev, belki de tripleks villa hayal eder. Kendini en şöhretli ya da en yüksek makamda biriymiş gibi düşünür. Halbuki ebedi hayata dönük çalışsa, mizanda hesabını nasıl vereceğini, sırat köprüsünden nasıl geçeceğini hatıra getirebilir. Böylece, bekâ yolcusu olan insana, kendisinden beklenen hizmeti yapmış ve israf hanesine yazılmamış olur.

Ya da öfke duygusu… Sadece kendi çıkarına zarar gelince ya da bir lezzete erişmesine engel olununca öfkelenen kişi, bu duyguyu yanlış yerde kullanmış olmaz mı? Öfkeyi doğru yerde kullanmanın nasıl bir şey olduğunu anlamak için Hz. Ali’ye bakmalı. Harp esnasında yüzüne tükürülünce kendini geriye çekmesi, onun öfkesini Allah’a endekslemiş olduğunun şahane bir göstergesidir. İşte, bu öfkenin yönü bekâya dönüktür, nefsin fenâ bulacak duygulanımlarında kaybolup gitmeyecek bir öfkedir. Eğer öfkenin yüzü bu şekilde ebedi hayata döndürülse, en önce nefsin kusurlarını kendisine hedef tayin eder.

Ya akıl… Fenâya dönük bir akıl, gündelik menfaatlerinin peşinde koşar. Nefs-i emmareyle işbirliği yapar, onun değersiz bir veziri olur. Zamanını entrika kurmaya harcar. Binbir türlü yalan, binbir türlü hileyle işlerini yürütmeye çalışır. Oysa ebedi hayata dönük çalışsa, marifetullah peşinde koşar. Kâinat yüzünde okunan hikmet-i ilahiyenin sırlarını çözmeye uğraşır. Bilimi imanın hizmetine sokar. Her bir şeyden Allah’a giden bir yol bulmaya uğraşır. Kalpteki imanın hizmetine girerek, her olayı imanî bir bakış açısıyla okur. Duyguların üzerinde müfettiş gibi kontrol görevini ifa eder, onların boş yere harcanmasının önüne geçer. Eğer böyle yapmazsa, aklı da israf hanesine yazmak gerekmez mi?

Nefsi tanrılaştırmak ya da ruh israfı

Bütün bunların yanı sıra, ruhun israf edilmesinin insandaki en genel görünümü, nefsin tanrılaştırılmasıdır! Nefsini tanrılaştıran kişi, nefsine zulmeden kişidir. Peki nedir nefse zulmetmek?

Nefse zulmetmek, nefsin haddinin üzerinde bir konuma yükseltilmesidir. Normalde nefis, duyularla aldığı lezzetleri şükretmesi için kalbe sunar. Kalp de şükür duygusuyla dolar ve şuurlu bir şekilde şükreder. Bu tabloda nefis—ruh ve vicdanın sesine açık olan—kalbin hâkimiyetine boyun eğmiştir. Ancak eğer nefis kendinde bir rububiyet tevehhüm edip dünyevî haz ve lezzetler peşinde koşmaya başlarsa, kulağını ruh, akıl ve vicdanın sesine kapatır. Daha doğrusu, kapatmak ister! Ama ne akıl susar ne vicdan… Risale-i Nur’da ifade edildiği gibi, akıl nefsi sürekli taciz eder, bir taciz aletine dönüşür. Geçmişin elemlerini, geleceğin kaygılarını taşıyıp durur. Vicdan, nefse dünyaya geliş amacının bu olmadığını haykırıp durur, sürekli boşluk hissi verir. Ruhî melekelerin atâlete düşmesiyle boşluk hissi daha da şiddetlenir. Ve sonuç itibariyle, nefis ruh tarafından hiç beklemediği şiddetli itirazlarla karşılaşır. Bir parça dünyanın lezzetlerinin tadına bakmak isterken, kendi iç âleminden sürekli tokat yer. Rahatı kaçar, huzuru bozulur. Ruhî melekelerin hücumundan dolayı yediğinden, içtiğinden lezzet almaz. Suçluluk duygusuyla dolup, kaygı ve endişe deryasında boğulur. İşte, bir kimsenin nefsine zulmetmesi bu demektir. Ruhu yokmuş gibi hareket eden, hayvanlığa özenen kişi, nefsine zulmetmiş olur. Âyette de bu noktaya işaret edilmiştir: “Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler.” (Hud Suresi, 101)

İşte en büyük israf, budur! Bu israfın sahibi, kendisi için yaratılan sayısız mahlukatı da amaçsızlıkla ittiham ettiği için sayısız cinayet işlemiş, sonsuz israfa sebep olmuş olur.

İsrafın tersi ise, iktisattır. Yani kasıtlı hareket etmektir. Boşa harcamamaktır. Potansiyelleri heba etmemektir. İnsan, bu dünyaya ruhunun tekamül etmesi için gönderilmiştir. Ruhuna bir beden giydirilmesi ve yine o beden cinsinden bir âlem ile çevrelenmesi, hep o amaca yöneliktir. Allah insana ruhunun potansiyelleri israf etmemeyi öğretmek için önce, maddî âlemde terbiye ile başlar ve “yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz!” emreder. Ondan sonra, buradan ruh terbiyesi aşamasına geçer ve kanaat ve şükrü talim ettirir. Nihai hedef, ruhun terbiyesi ve daha kemal bir noktaya erişmesidir. Maddî dünyaya bakan emir ve yasaklar, son tahlilde, bu amaca matuftur.

Bu amaca uygun yaşamış bir ruh, beden elbisesinden soyununca, yanında sadece başta imanını ve onunla beraber dünyada yaptığı iyilik ve hayırları götürür. Kendisine emanet olarak takılan maddi alet edevatsa—ahirette yenileri verilmek üzere—dünyada kalır.

Senin de, benim de, bütün insanların da başındaki en büyük dava işte budur. Kim ruhunu israf edecek, kim etmeyecek?

İsraf olmayan ruhlara gelince, onlar ahiret toprağında cennet çiçekleri açacaklar!

Ruh, daha binlerce duygunun ve bir sürü melekenin de madeni. O duygular, o melekeler eğer yanlış yerlerde harcanırsa, israf edilmiş olmazlar mı? Yüzü bekâya ve ebedi hayata döndürülmemiş her duygu, her meleke israftır bu açıdan bakıldığında.

Bir ruh, beden elbisesinden soyununca, yanında sadece başta imanını ve onunla beraber dünyada yaptığı iyilik ve hayırları götürür. Kendisine emanet olarak takılan maddi alet edevatsa—ahirette yenileri verilmek üzere—dünyada kalır.

Ömer Baldık

MoralDunyasi.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: