Ruhun Kemale Yolculuğu ve Din

Ruhun kendine has bir misalî bedeni ve nurani cesedi vardır. Bunların yapısı, uzayı dolduran ve havanın zerreleri arasında da bulunan esir maddesine yakındır. Hind irfanı bu akışkan maddeye “ akaşa ” adını verir. Ruhlar, esir maddesi de denilen akaşa içinde çok hızlı hareket ederler. Melekler, hadislerde vurgulandığı üzere zerrelere, yıldızlara, göktaşlarına, yağmur ve kar taneleri gibi hareketli cansızlara binip gezdikleri gibi ruhlar da uçuşan yapıda olan canlılara binerler.[1] Bu sayede kâinattaki ve berzah âlemindeki İlahî sanat ve hikmetleri Allah’ın izni ile seyre çıkarlar.

Eğer bir ruh dünyaya gelecekse Allah onu mutlaka bir zerreye yerleştirir. Sonra o zerreyi bir bitki veya hayvanın vücuduna nakleder. Bizler o bitkisel veya hayvani gıdayı yediğimiz zaman vücudumuza o ruh ve ruhani yapı da girer. Sonra onunla üreme hücremiz yapılır. Ruhun manevi canlılığı hücreye hâkim olur ve onda görünmeye başlar. Babadan ana rahmine geçince döllenme olur. O ruha, anne-babaya ait fiziksel ve ruhani yapı da, bir elbise gibi giydirilir. Bedeni ve huyuyla anne-babaya benzemesi bu sırdandır. Bu noktada Resulullah (ASM) “Kadın ve erkekten hangisinin döl suyu baskın gelirse ve daha güçlü çekerse çocuk ona daha çok benzer”[2] diyerek gen takasındaki bir sırrı açar.[3] Fakat ruhun kendi hakikati, anne-babanınkinden ayrıdır. Ondan sonra orijinal ve eşsiz bir insan olarak dünyaya doğar. Ruhların dünyaya gelmesinin izahı budur.

Kur’an bu dünyaya geliş hadisesini çok güzel ulvi bir merasim ve muhteşem bir askerî geçit olarak gösterir. Olayın manasını ve perde arkasını açar. İnsan hayatının Allah’ın elinde olduğunu ifade eder. Kur’an bütün zamanlarda olan ruhun maddeyle birleşmesi faaliyetini tevhid hakikati gereği tek bir külli icraat olarak sunar. O fiil içinde Allah’ın her bir ruh ile birebir konuştuğunu haber verir. Bu konuşmayla ruhların dünyaya geliş sırrını, Rabb (terbiye edici) ismi ile açar. Nasıl ki güneş, ışığı vasıtasıyla yeryüzündeki sayısız yaprak ve çiçeklerle aynı anda konuşur. Hem bu konuşmayla goncaları güllere dönüştürür. Aynen öyle de Ezel-Ebed Güneşi olan Allah her bir ruh goncasıyla birebir ilgilenir ve konuşur.

Evet Allah için zaman-mekan söz konusu değildir. Allah için dün-bugün-yarın, milyon yıl öncesi ve sonrası eşittir. Çünkü maddeden mücerred, mekandan münezzeh ve zamandan mualladır. Allah her bir ruhu ana rahmine düşme gecesi maddeten yaratır. Her bir üreme hücresi bir ruh taşır. Üreme hücresinde bulunan ruh anne ve babasının ruhuyla aynı değildir, fakat onlara çok yakındır. Allah her bir üreme hücresine sorar: “Senin Rabbin, terbiye edicin değil miyim?” Her üreme hücresi içindeki ruh, fıtratındaki aşk ve iştiyakla, “Evet” der. Sperm ve yumurtanın birleşmeleri, “Evet” cevabının aşkla göstergesidir. Ruh, maddeye âşık ve muhtaçtır. Bu aşkla yöneliş ve birleşmeden sonra döllenme olur. Mayoz bölünme ile ruh, bir çekirdek gibi zuhur eder. Annenin yediği ve içtiği gıda zerrelerinden, ruh çekirdeğindeki programların rehberliğinde lif lif dokunan beden elbisesi ruha giydirilir. Muhyiddin-i Arabi ruh çekirdeğinin, insan denilen ağaca dönüşecek şekilde büyüme safhasına dair şöyle der: “ Ruhun mahlukiyeti ( yaratılmışlığı ), inkişafından ( potansiyellerinin gül yaprağı gibi açılmasından ) ibarettir.[4] Bu süreç neticesinde bir ruh dünyaya gelir.[5]

Ruhların Allah’a cevabı, hisleri ve zayıf şuurlarıyladır. Fıtratını bozmayan her insan dünyadan memnuniyetiyle bu soru-cevabın varlığına delil olur. Hem her insanın maddi ve manevi gelişmesi bu yüce konuşmanın diğer bir şâhididir. Hem kâinattaki her şeye hükmeden terbiye kanununun varlığı bu konuşmayı gerektirir. Hem kabirde Rabb ünvanıyla sorgu yapılması da, ruhların zaman ve mekân itibariyle terbiye hakikati ile kuşatıldığını bildirir.

Evet, Allah kendi güzellik ve mükemmelliğine ayna kılmak ve yaşattırmak için Câil ismiyle ruhları manen inşa eder. Sonra onları terbiye etmek için, Hâlık ismiyle maddeten yaratır. Bu sonsuz terbiye hakikati ve sistemi her ruhu, sonsuz kârları katlanarak elde eden bir seyyah ve yolcu olarak hayal gözüne gösterir.

Ruhun seyahati ezelden başlar, ebediyete uzanarak devam eder “Ruhlar bölük bölük ordulardır. O âlemde birbirlerine alışanlar, bu âlemde de alışırlar. Orada alışamayanlar burada da alışamazlar[6] hadis-i şerifi ruh meselesinin evveliyatını, ruhların fıtratını ve dünyaya geliş hikmetini veciz olarak açıklıyor. Bu hadis-i şerif bize, her ruhun savaşçı bir asker fıtratında yaratıldığını bildiriyor. Bu hadis, askerî bir temsile işaret ederek dünya hayatını bizim için çerçeveliyor:

Ruhlar âlemi, her bir ruhun vatanıdır. Dünya ise, bir askeriyedir. Doğum, askere alınmadır. Ölüm, askerden terhis ve vatana dönüştür. İbadetler ruhun, içi manevi gıdalarla dolu çantasıdır. Takva ve dua ise, ruhun keskin ve vurucu silahlarıdır. Tâlim ve cihad, onun hayat vazifesidir. Günahları engellemek, sapık fikirleri öldürmek, şeytanları susturmak, ahlaksızlığı bitirmek ise ruhun en büyük zevkleridir.”

Ruh yarı-manevi bir yapı olduğu için büyüklük-küçüklük onda söz konusu değildir. Çekirdeğin içindeki manevi ağaç maddeten küçük gözükür. Fakat dağ gibi muazzam bir maddi ağacı o çekirdekteki ruh idare eder. Maddi ağacın her zerresi ve hücresinde o ağacın ruhu hükmündeki programı ve kanunu bulunur. Ölüm ile, bedenin bütünlük ve birliği bozulup dağılsa da ruhun kabirdeki cesed ve zerrelerle bağlantısı devam eder.

Bütün bu anlattıklarımızı Kur’an-ı Kerîm Târık sûresi ile bize şöyle anlatır:

1) And olsun o göğe ve Târık’a!

2) Târık nedir bildin mi?

3) O, karanlığı delen yıldızdır.

4) Hiç bir nefis yoktur ki üstünde bir koruyucu bulunmasın.

5) İnsan neden yaratıldığına bir baksın.

6) Atılan bir sudan yaratıldı.

7) O su, omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkar.

8) Elbette Allah’ın onu geri döndürmeye gücü yeter.

9) O gün bütün sırlar yoklanır, açığa çıkarılır.

10) O gün insanın ne bir kuvveti ne de bir yardımcısı vardır.

11) And olsun o dönüşlü göğe!

12) Ve yarılıp çatlayan yere!

13) Hakikaten bu Kur’an ayırıcı bir sözdür.

14) O asla bir şaka ve saçma bir söz değildir.

15) Haberin olsun ki kâfirler bir tuzak kuruyorlar.

16) Ben de tuzaklarına karşılık tuzak kurarım.

17) Onun için sen kâfirlere mühlet ver, onlara azıcık zaman tanı!

 Sûrenin tamamına dikkat edilirse, ruhun dünyaya gelişi, madde ile bağlantısının kuruluşu, peygamberler vasıtasıyla iman-küfür imtihanına girişi ve Âhiret’te hesaba çekilişi anlatılıyor. Necm sûresi’nin işâreti ve “Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisini imam kabul ederseniz o sizi hidayete eriştirir”[7] hadisi ve benzer hadislerin bildirdiği pencereden bakarak bu sureye dair şu tespitlerde bulunabiliriz:

 Sure üzerine yemin edilen sema, insanın ruhu; Târık, insanın şuur ve benliği, arz ise insanın bedenidir. İnsanın şuur ve benliği, yıldız gibi parlayan astral bedeni kullanır.[8] Evet her bir ruhtaki şuur, karanlığı delen bir yıldızdır. Çünkü maddi dünyaya bakarsak insanoğlu yaratılana kadar kâinat bir bilinmezlik karanlığı içindeydi. İnsanın şuuru, bu karanlık içinde parlayan bir yıldız oldu. Her bir ruh, kendi küçük ışıkçığı ile bu sebepler dünyasının örgülerini çözmeye çalışıyor. Bu kalın perdenin arkasına geçip Hakikati bulmaya uğraşıyor. Bu manada her insan, mecazen bir Târık’tır. Bu kelime, “tarikat” (yol) kelimesi ile de aynı köktendir. Bu cihetten her insanın Hakikate ve Allah’a giden kendine has bir yolu vardır. Kimi zikirle, kimi fikirle, kimi aşkla, kimi şükürle Allah’ını bulur, diyebiliriz. Sûrenin ilk bölümü burayı anlatır. (1-3. Âyetler)

Fakat tefekkür ehli kişilerce malumdur ki Hakikat yâ enfüste ya âfâkta aranır. Yani kendimizde veya kâinatta… Kur’an bu arayışın en kısa ve kolay yolu olarak kendini okumayı gösterir. İlk inen sûre olan Alak suresi “Oku!” dedikten sonra hemen insanın yaratılışını okumaya geçer. Aynı usul bu surede de var. Hatta bu sûre tefekkürün 4 kademesini de adım adım verir, kilometre taşlarını koyar. (4-7. Âyetler)

Sonraki kısım ölümü, mahşeri, yapılan işlerdeki niyetlerin ve gizli-açık her şeyin kaydedilişini ve ortaya konuluşunu haber veriyor. Hem insanın mahşer günü hiç bir şeyi kontrolü altında tutamayacağını bildiriyor. Sonra da Kur’anın hem dünya hayatında hem mahşerde hak ile batılı, eğri ile doğruyu, habis ve tayyib ruhları ayırıcı bir söz olduğunu vurguluyor.[9] Peygamberlerin gelmesinin aklını kullananlar ile kullanmayanlar, hakikati arayanlarla aramayanlar arasında bir ayrıştırma için olduğunu belirtiyor.

Evet peygamberler geldikten sonra insanlar ikiye ayrılırlar: Mümin ve kâfirKüfür, lügatta, tohum ve çekirdeğin üstünü toprakla örtmek demektir. Bu yüzden Arapça’da çiftçilere, keffâr denilir. Bu manada hakikati bile bile gizleyen kişilere Kur’an, “kâfir” (örten) diyor. Hakikati sözleriyle ilan eden kişiye ise, mümin (güven verici) diyor. Evet daima hakikati söyleyen kişi çevresine güven verir. Böyle kişi zaman içinde, dosdoğru olur. Demek ki inançsızlık, bir yalancılıktır. Peygamberler cihad denilen fikir savaşıyla hakikatsiz, sapık ve kof fikirlerle savaşırlar.[10]

Evet ancak Hakikat kılıcıyla sapık fikirler öldürülebilir. Mantık ve deliller ise, bu cihadın olmazsa olmaz güç kaynaklarıdır. İhlas ise, dile getirilen hakikati keskinleştiren sırdır. Bu savaşı kaybeden ve bile bile hakikati reddeden bir ruh, hırçın bir tavır sergiler. Mecbûren kaba kuvvete ve tuzaklara başvurur. Sûrenin sonunda belirtildiği gibi…

Ruhlar açısından Târık seviyesi, istenilen seviye değildir. Çünkü o, karanlıklar içinde Hakikati aramaktır. Oysa karanlık, korku ve endişe vererek şuurları ezer. O vakit şuur büyüyemez ki Hakikate erişsin.[11] Buna mukabil her şuur sahibi fıtraten güvene muhtaçtır. Tâ ki güven verici bir ortamda rahatlasın ve şuurunu büyütebilsin. Tıpkı bir bebek ve çocuk gibi… Bu kaçınılmaz yönden dolayı peygamberlerin gelmesi insanlığın varlığı gibi zaruridir. Onlar bütün insanlığın Hakikat duasıdır. Onlar doğrudan doğruya Hakikat Güneşi’ni gösterirler; arattırmazlar. Onlar Tevhid sırrıyla kişiyi, sebepler ve tabiatın oluşturduğu karanlık geceden kurtarırlar. Onlar keskin zekâ ve fetânetleriyle bir adımda kişiyi zâhirden hakikate geçirirler. Onlar canlı-cansız her şeyin Allah’ın elinde olduğunu kesin delillerle ve çeşitli yönlerle bildirir, gösterir ve hissettirirler.[12]

Sûrenin sonu Târık seviyesinde kalan kâfirlerin hırçınlığını, Hakikat Güneşi karşısında bir yarasa kuşu konumuna düştüklerini bildiriyor. Hem bir zümrüd-ü anka olan Hz. Peygamber’e (ASM) ise, sabır ve tahammülü tavsiye ediyor. Sûrenin işâret ettiği gibi vahye tâbi olmayan bir ruh, habisleşmeye ve hırçınlaşmaya mahkûmdur. Böyle bir ruhun hırçın bir martı, nankör ve inkârcı bir yarasa olmak kaderidir.

Kur’an Vâkıa sûresi ile de ruhların dünyaya gelişini, imtihanlarını, 3 gruba ayrılışlarını, 3 tarzda ölmelerini, 3 şekilde Berzah âleminde karşılanmalarını bize anlatıyor.[13] Beled sûresi ve Kamer sûresi, bu grupların özelliklerini biraz izah ediyor. Kamer sûresi, “Ashâb-ı Yemîn” (Sağ yola, iman yoluna giden ruhları); Beled sûresi ise “Ashab-ı Meymene” (Sağ yolun uğuruna ve manevi zenginliğine imanla erişen ruhları) ve “Ashâb-ı Meş’eme” yi (Sol yolun uğursuzluğuna küfürle uğrayan ruhları) kısaca anlatıyor.[14]

[1] Bir hadis-i şerifte “Ehl-i Cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine ( karınlarına ) girerler ve Cennette gezerler” denilir. Bakınız,  Müslim, İmâre: 121; Ebû Dâvud, Cihad: 25; Tirmizi, Tefsiru Sûreti Âl-i İmrân: 19, Fedâilü’l-Cihâd: 13; İbn-i Mâce, Cenâiz: 4, Dârimî, Cihâd: 18; Müsned, 1:266, 6:386.

[2] Tabakât-ı İbn-i Sa’d, Cilt, 5, “Abdullah ibn-i Selâm” maddesi… Siyer Vakfı Yayınları Tercümesi.

[3] Bu hadisteki “ çekme ” Arapça’da “ nezea ” fiiliyle ifade edilmiş. Türkçe’deki kullanılan ve manası bir birine üstün gelecek şekilde çekişme olan niza kelimesi bu fiilden türemiştir. Döllenme esnasında, dişi ve erkek genetik yapılar arasında bir nizâ çıkmakta; sonuçta orijinal bir genetik yazı belirmektedir. Bilim dünyası bu nizaı, İngilizce’deki “ dominate ” ( hükmetmek ) fiilinden gelen “ dominant ” terimiyle ifade ediyor.

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 9. Lem’a.

[5] A’raf sûresi, 172-173. âyetler meseleyi böyle ele alır ve anlatırlar.

[6] Buhari.

[7] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:132, Hadis No: 381.

[8] Bu tespit sûrelerdeki konu bütünlüğünün zorunlu bir neticesidir. Ayrıca sûreler çok yönlü olduğundan bu sûrenin insan hayatı ve kökenine dair tefsir boyutu da bunu böyle gösterir. Evet nasıl ki “semâ” (gök), havadan meydana geliyor. Kur’an da ruhu, bir nefha-yı İlahî (Allah’ın üfürmesi) olarak göstermekle bu tespiti destekler. (Hicr sûresi, 29) Ayrıca rûh kelimesi, râyihâ (güzel koku) ve riyh (rüzgar) ile aynı kökten türetilmesi ile de bu tespite kuvvet verir. Ayrıca sema, lügat olarak, bir yapıyı idare eden yüksek merkez manasına gelmekle de bu tespiti teyid eder. Evet ruh, maddi bedeni idare edici İlâhî kanundur. Hem göğün yeri kuşattığı ve her santimetre karesine temas ettiği gibi ruh da bütün bedeni kuşatır ve etkisi altına alır. Ayrıca sûrenin devamında sema için, “zât-ı rac’i” (geri dönüşlü gök) diyor. Bu da ölümle ruhun, İlahî huzura rücuuyla birebir örtüşüyor. Sûredeki arz ise, yerküre ve toprak demektir. Ki topraktan meydana gelen insan cismini ifade ediyor. Zâten sûre arz için de, “zât-ı sad’ı” diyor. Sad’ ise, Arapça’da, parçalanabilir bir nesnenin zerrelerine kadar ayrılacak şekilde parça parça olması demektir. İnsanın ölüm sonrası cisminin durumunu ne kadar güzel tarif ediyor! Zâten sema ve arzın bu yönlerine edilen yeminden sonra Kur’anın madde ve manayı, ruh ve bedeni özellikleriyle tarif eden ayırıcı yönü vurgulanıyor. Hem sûre hakikatle semavileşen müminlerle arzlı kalan kâfirlerin yapısını açıyor. Hakikat ve mana, nurdur. Madde ve enerji, karanlıktır.

[9] Habis, kirli, kötü kokulu ve zararlı demektir. Tayyib ise, bir gül gibi hoş kokulu, temiz ve yararlı demektir. Bunlar iki Kur’an ıstılahıdır.

[10] Cihad, cehd (çaba) kökünden gelir. Mal ile de yapılabilir can ile de… Âlimlerden Kur’andan hüküm  çıkartabilecek seviyeye gelenlere “Müctehid” (Karakteri çaba göstermek olan kişi) denilmesi, esas olanın beyin gayreti olduğunu bildiriyor. Çoğu kişinin cihaddan anladığı manaya ise, Kur’an kıtal diyor. Ki, “katl” (öldürme) kökünden gelir. Lâ ilâhe illallah diyen kişiye kılıç çekilmesi, Kur’an ve sünnete göre yasaktır. Bakınız Tevbe suresi, 73. Münâfıka, kılıç çekilemez.

[11] Dünyayı saran ve ruhları sarsan depresyon illeti ruhun preslenmesinden başka bir şey değildir.

[12] Fetânet, insan beyninin en üstün çalışma seviyesidir. Zekâdan daha keskin bir zihin gücünü ifade eder. Bütün İslam âlimlerince peygamberlerin ortak bir özelliği fetânetleridir. Allah’a muhatap olacak ve halka rehberlik yapacak kişinin fetânet sahibi olması lazım ki yol gösterebilsin ve halk tarafından da aldatılmasın.

[13] Evet, 3 tarzdadır. Çünkü sûre iman hakikatini elde ederek dünyada kendini geliştiren ruhları da anlatıyor. Hem Vâkıa sûresi, 95. âyet her ruhun istisnasız bir kanun gibi bu 3 halden birini “hakka’l-yakîn” yaşayacağını  vurguluyor.

[14] Ruhun ve ruhani yapıların varlığı, özellikleri ve gelişme imtihanları için Üstad Bediüzzaman’ın Sözler kitabından 15, 17 ve 29. Sözleri tavsiye edebiliriz. Ruhların gelişme seyirlerini ve bunun aşamalarını görmek için de Sözler kitabından 1-8. Sözleri okuyabilirsiniz.