SABIR ve TAHAMMÜL-1

Sözlükte “engellemek, hapsetmek; güçlü ve dirençli olmak” anlamlarındaki sabr kelimesinin ahlâk terimi olarak “üzüntü, başa gelen sıkıntı ve belâlar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi mânalara geldiği, karşıtının ceza‘ (telâş, kaygı, yakınma, sızlanma) olduğu belirtilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelimeler karşıt kavramlar şeklinde geçmektedir (İbrâhîm 14/21).[1] Hakikat noktasında ve etimolojik kök olarak sabır, toprak yeme demektir.[2] Kişinin cismi topraktan yaratıldığı ve meydana geldiği için, sabır bu manada cismânîlikten kurtulma ve ruhânileşme demektir. Kur’an bu hakikate dayanarak, kişinin ruh terbiyesinin 2 temel yolu olarak “cihad ve sabrı” gösterir. Bu 2 yol ile, çekirdek halindeki imanların, filizlenip ağaçlaşacağını sık sık vurgular.[3]

Sabır ve Tahammülün Farkları

Bu iki kavram genellikle birbirinin yerine kullanılsa da farklı manaları ifade ederler. Okuduğum fakat kaynağını hatırlayamadığım bir yazıda farkları çok bâriz şekilde ele alınmıştı. Şöyle:

Son devrin mürşid-i kâmillerinden birisi ömrü vefa etmediği için kıymetli bir müridini kemale erdiremeden vefat hastalığına yakalanır. Müridi, şeyhinin vefat edeceğini anlar. Ona sorar:

-“Efendim, Sizin vefatınızdan sonra rüşde ermek için kime bağlanacağım? Kâmil mürşidler iyice azaldı. Bir şahsın kâmil mürşid olduğunu nereden bilebilirim? ” Şeyhi der ki:

-“Evladım! Kâmil mürşidi sabrından anlarsın. Sana sabır ile tahammülün farkını anlatayım. Sabır, menfi bir hadise başına geldiğinde onun tesiri altında kalmayıp yoluna devam etme halidir. Tahammül ise, o menfi hadisenin tesirini yüklenmek, onun etkisi altına girerek yola devam etmeye çalışmaktır. Kâmil mürşid, sabırlı olandır. Sen, sabır ehli birisini bulursan ona intisab edebilirsin. ” Müridi:

-“Anladım, Efendim. İnşaallah tavsiyenize göre hareket edeceğim ” der.

Tahammülün olayların yükünü çekme özelliği ve çoğu problemler kişinin içinde gittikçe büyüyen olumsuz düşünce ve algıya dayandığından bu tarz sıkıntıları çeken kadınlar, rüya âleminde “ hamile ” olarak görünürler.

Sabrın Çeşitleri

            Kur’anın tamamına baktığımızda sabır konusu ile ilgili yaklaşık 100 âyet karşımıza çıkmaktadır. Bu konudaki âyetleri Said Nursi, kendisine sorulan bir soruya cevap olarak şöyle sınıflandırır:

        [4]   de hikmet ve gaye nedir?

Elcevap: Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada (nesnelerin varlık âlemine gelmelerinde), bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vaz etmiş (koymuş). Sabırsız adam, teenni ile (acele etmeden, ağır ağır) hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksud ( hedef ) damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise, müşkülâtın anahtarıdır ki,

[5] [6] durub-u emsal ( atasözü ) hükmüne geçmiştir. Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki ( ilgisi ve başarılı kılması ), sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür:

Biri: Mâsiyetten ( isyan ve günahtan ) kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvâdır; [7]  sırrına mazhar eder.

İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir.

[8] [9] şerefine mazhar ediyor.

Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef’âlini ( fiillerini ) tenkid ve rahmetini ittiham ( suçlama ) ve hikmetini beğenmemek çıkar.

Evet, musibetin darbesine karşı şekvâ (yakınma) suretiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar. Fakat şekvâ Ona olmalı; Ondan olmamalı. Hazret-i Yakup aleyhisselâmın [10] demesi gibi olmalı. Yani, musibeti Allah’a şekvâ etmeli; yoksa Allah’ı insanlara şekvâ eder gibi ” Eyvah! Of! ” deyip ” Ben ne ettim ki bu başıma geldi? ” diyerek âciz insanların rikkatini (yufka yürekliliğini) tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.

Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete (Allah tarafından sevilme makamına) kadar çıkarıyor, en büyük makam olan ubûdiyet-i kâmile cânibine (mükemmel kulluk yönüne) sevk ediyor.[11]

Musibetlere Karşı Sabrın Psikolojik Aşamaları

            Musibetler aynen nimetler gibi dünya hayatının 2 değişmez ve periyodik halidir. Gece ve gündüz gibi… “ Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder (durulaşır), kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder (kalkınır), netice verir, tekemmül eder (olgunlaşır), vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak (monoton) istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz (saf, katıksız iyilik) olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz (katıksız şer, kötülük) olan ademe ( yokluğa ) yakındır ve ona gider.”[12] Nimetler, hayat mekanizmasını verdiği lezzet ve zevklerle rahatlatıp gevşetir. Buna mukabil musibetler, hissettirdiği acılarla hayat mekanizmasını gerer, savunma pozisyonuna geçirir. Eğer o vakte kadar bu derece ciddi bir musibetle ile kişi karşılaşmamışsa şikâyet ve sızlanma hali kendini gösterir. Bu manayı Hz. Peygamber (ASM) döneminde yaşanan şu vakada görebiliriz:

Hanım sahabelerden birisinin çocuğu vefat eder. Çocuğunu kaybetmenin acısıyla ağlayan bu kadına Resûlullah (ASM),

-“Allah’tan kork, sabırlı ol!” der. Hanım sahabe üzüntünün verdiği acıyla

-“Benim derdimden sen ne anlarsın!” şeklinde tepki gösterir. Daha sonra kendisine nasihat edenin Resûlullah (ASM) olduğunu öğrenince Ondan özür dilemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (ASM),

-“Sabır ilk darbe sırasında gösterilen metanettir”[13] buyurmuştur.

Musibetin verdiği acı, vehim ve endişe damarlarını tahrik eder. Vehim duygusu ise, kişinin manevi gücünü dağıtmaya başlar. Bu noktada sabır duygusu, kişiye verdiği tevhidî şuur ile, musibetlerin de nimetler gibi yine Allah’ın bir icraati olduğunu gösterir. Tevhid şuuru “ Nimetler, rahmetten ve ikram sıfatından geldiği gibi, musibetler de hikmetten ve celâl sıfatındandır ” diye kişiye telkin yapar. Bu manada sabır, kişinin olumsuza odaklı vehim duygusunun, aceleci nefsinin ve acı çekmek istemeyen benliğinin oluşturduğu karanlıkları aydınlatır. Kişiye Hakikati, güneş gibi gösterir. Hz. Peygamber (ASM) sabrın bu yönünü, “ Sabır, ziyadır; salat, nurdur[14] diye ifade eder. Ziya, güneş ışığı; nur ise, ay ışığıdır.[15]

            Said Nursi, musibet anında her insanın kişisel manada tecrübe ettiği insan psikolojisini; geçmiş-gelecek algısı ve sabır gücü noktasında şöyle tahlil eder:

            Cenâb-ı Hakkın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle (zorbalığıyla) ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle (kendi kendine kurgulamasıyla), sabır kuvvetini mazi ve müstakbele (geçmiş ve geleceğe) dağıtıp, hal-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvâya başlar. Adeta —hâşâ— Cenâb-ı Hakkı insanlara şekvâ eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekvâ edip sabırsızlık gösterir.

Çünkü, geçmiş her bir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi (acısı) gitmiş, zevâlindeki (bitişindeki) lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekvâ değil, belki mütelezzizâne (lezzet alarak) şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilâkis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mes’ut bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı (acıları) vehimle düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak divaneliktir. Amma gelecek günler ise, madem daha gelmemişler, içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekvâ etmek, ahmaklıktır. “Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım” diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de, gelecek günlerdeki, şimdi adem (yok) olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak (acı çekmek), sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir (zeka geriliğidir) ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selb ediyor (yok ediyor).

Elhasıl, nasıl şükür nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de, şekvâ (şikâyet) musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakati selb eder. Birinci Harb-i Umumînin ( Dünya Savaşı) birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Bana dedi:

-“Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikâyet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim:

-“Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu (sevinçli) yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekvâ etme. Onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; Rabbin olan Rahmânü’r-Rahîmin rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe (yokluğa) vücud (varlık) rengi verme. Bu saati düşün. Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki, sol cenah düşman kuvveti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıf bırakıp, düşman ednâ (sıfıra yakın) bir kuvvetle merkezi harap eder.” Dedim:

-“Kardeşim, sen bunun gibi yapma. Bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et (askeri yığınak yap). Rahmet-i İlâhiyeyi ve mükâfât-ı uhreviyeyi ( âhiret mükâfatını ) ve fâni ve kısa ömrünü uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekvâ yerinde ferahlı bir şükret.” O da tamamıyla bir ferah alarak,

-“Elhamdü lillâh,” dedi, “hastalığım ondan bire indi.”[16]

[1] DİA, Sabır Maddesi…

[2] Yakın bir arkadaşımın ciddi bir musibeti vardı. Uzun süredir devam ediyordu. Bu süreç esnasında rüya görüyor ve rüyada ona deniliyor ki, “ Senin biraz daha toprak yemen lazım… ” Rüyadan sonra da musibeti bir süre devam etti ve sonra bitti.

[3] Bakara suresi, 153-156; Âl-i İmran, 142; Muhammed Suresi, 31 v.d.

[4] “Şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir.” Bakara Sûresi, 2:153; Enfâl Sûresi, 8:46.

[5] “Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.” Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:21.

[6] “Hırslı olan kimsenin ümidi boşa çıkar ve hüsrâna uğrar.”

[7] “Allah takvâ sahipleriyle beraberdir.” Bakara Sûresi, 2:194.

[8] “Allah sabredenleri sever.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:146.

[9] “Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:159.

[10] “Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah’a şikâyet ederim’ dedi.” Yusuf Sûresi, 12:86.

[11] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 23. Mektub, 4. Sual.

[12] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 2. Lem’a, 2. Nükte, 2. Vecih.

[13] Buhârî, “Cenâʾiz”, 32, 42; Müslim, “Cenâʾiz”, 14, 15.

[14] Müslim, “Ṭahâret”, 1; Tirmizî, “Daʿavât”, 86.

[15] Yunus sûresi, 5.

[16] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 2. Lem’a, 4. Nükte.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: