Said Nursi kim değildi?

Altmış yıl önce bugün Urfa’nın dar sokaklarında homurtuyla ilerleyen aracın arka koltuğunda yorgun ve yaşlı bir adam vardı. Yorgunluğu sadece bedenindeydi; zihni zindeydi; neyi niye yaptığını gayet iyi biliyordu: “Beni mahkum ettiğiniz yerde yaşamaya nezaketen razı oldum ama sizin istediğiniz yerde ölmeyeceğim!” diyordu. Doksana yaklaşmış yaşına rağmen, bakışları bir delikanlı gibi canlıydı. Bir ömür kendisini kederli bir yalnızlığa mahkûm eden isyan ruhunu taşıyordu bakışlardından. Aylardan Ramazan’dı; otel odasında sahura kalkamayınca son nefesini verdiği fark edildi. Sürpriz değildi ölüm; bekliyordu. Ahireti ölümden sonra gelecek ürkütücü bir âlem olarak bekliyor değil, hemen yanı başımızdaki gök gibi yaşıyordu, nefesleniyordu.

23 Mart 1960’da vefat etti Said Nursi. Cahillere ayar vermek isteyen bir takım ulemanın azaba eşitlediği kabir hayatını dünya zindanından sonsuzluğun bahçelerine geçiş olarak tarif ediyordu. Onlu yaşlarımın ortasında, ölümü ve kabri karanlık ve kokuşmuş bir işkence olarak tarif eden “kalın sarıklı ve uzun sakallı” din seçkinlerinin sesleriyle iyice şaşırmış ve tökezlemek üzereyken duydum Said Nursi’nin duru ve diri Sözler’ini. Yıllar sonra, sık sık “ya sesini duymasaydım halim nice olurdu!” diye içim sıra mırıldanırken buluyorum kendimi.

Tanıdığım “en delikanlı” adamdı. Dinin duruluğunun menkıbe, hurafeyle bulanacağını, hakikatin profesyonellerin elinde anlaşılmaz ve ulaşılmaz olacağını, kutsallığın güç ve iktidar odaklı kafaların elinde zalim bir balyoz olarak kullanılacağını öngörmüş ki, yeni bir dil, yeni bir bakış için sancılandı. İktidarın teklif ettiği makamı reddederek, acıları ve hüsranları kucağına alarak, Van’da Erek Dağı’nın eteğinde, Zernabad Suyu’nun başında günlerce kendini hesaba çekti. Herkesin kendini baştan “mümin” saydığı, din seçkinlerinin kendilerini peşinen cennetin ortasına koyduğu bir topluma, “haydi iman edelim!” diye tuhaf bir çağrıda bulundu. Ayıplandı. Yadırgandı. Dışlandı.

Hırçın bir tabiatı vardı. Onlu yaşlarının başında ilim tahsil etmek için evden kaçtı. İntisap ettiği medreselerde kavga çıkardı, dövüldü, kovuldu. Bir şeyler onu rahatsız ediyordu ama ne? Dini kişisel ayrıcalık aracı yapanlardan hazzetmiyordu. Vahyi ve varlığı ayrı yerlere koyan taassubu reddetti. Kör teslimiyete dönüşmüş şeyh-mürid ilişkisine ihtiyatla baktı. Sürgüne gönderildiği Barla’da ağaç dalları arasında geceledi. İdam edilmek üzere yargılandığı mahkemede, savcının ağzından öfkeli tükürükler saçılırken, sakince yeleğinin düğmesini dikiyordu. Kimseye beddua etmedi. Şefkatli yüklü bir bilgelikti onunkisi. Çiçekleri seviyor, geceleri yıldızlarla söyleşiyor, uzun dağ yürüyüşlerine çıkıyor, güllerin soluşuna ağlıyordu. Kendisine “Hoca’fendi” diye hürmet edenlerden sadakasını kabul etmedi. Kendi odunun kendisi topladı, taşıdı. Dinin geçim aracı yapılmasından ölesiye nefret ediyordu. Yaşarken de öldükten sonra da kendisinin türbeleştirilmesini istemedi. Mezarı bilinmesin diye dua etti. Duası kabul edildi. Cenazesi 27 Mayıs darbecilerinin emriyle Urfa Halilurrahman Dergâhı’ndan gizlice alındı, bilinmeyen bir yere götürüldü.

Sözün gücüne inandı; gücüyle söz söyleyenleri sevmedi. Yazdıkları üzerinden kendisine ayrıcalık ve makam devşirme derdine düşmedi. Kendisine değil hakikate tâbi olunmasını bekledi. Öğrencilerine “ben de sizin gibi gerçeğin öğrencisiyim” cümlesini sık sık hatırlattı. İsyankâr bir ruhu vardı ama anarşistlik yapmadı, sivil itaatsizdi. Gerçeğin yeterince heyecan verici olduğun biliyordu. Kimseden vekalet almadı, kimseye vekalet vermedi.

İslam’ı insan olmak üzerinden anladı ve anlattı. Goethe’nin Genç Werther’in Acıları‘nda yazdığı insanî sancılarla yüzleşti. Nietzsche’ye “tanrı öldü!” dedirten, tanrı adına kurulan dinsel iktidara karşı çıktı. Varoluşçu düşünürlerin içleri yanarak dillendirdiği varoluşsal çelişkileri sonsuzluk ümidi olarak okudu. Haşir Risalesi’ni Eğirdir Gölü kıyısındaki bahar tomurcuklarına baka baka yazdı. Hastalık ve yaşlılık gibi herkesin evrensel hallere anlam aradı, teselliler yazdı.

Kur’ân’ı kâinatın tercümanı olarak okudu. Söz’ü önceledi; varlığı söz diye seslendirdi. Hazreti Peygamberi (asm) kılıç, kalkan, ok, mızrak, miğfer gibi savaş malzemeleriyle değil, varoluş karşısındaki minnet ve hayret duruşu üzerinden anlamayı ve anlatmayı tercih etti. Sünnete tâbi olmayı, şekilci bir taklit olarak değil, içsel bir estetik duyarlılık olarak yaşadı. Akranlarının sakalı uzatıp sarığını çıkardığı günlerde, sakalını tıraş etti, sarığını çıkarmadı; rejime teslim olanlara biçimsel olarak da muhalefet etti.

Hakikati tekeline alanlara öfkeliydi. Hakikat adına çaba gösteren herkesi-kendisine iftira atsa da- destekledi. Kendisinin de yanılabileceğini açıkça ve defalarca söyledi. Kendisini hiç yanılmaz ve asla sorgulanmaz otorite sayanları sevmedi.

Said Nursi, propagandist değildi; taraftarlık üzerine yürüyen “İslamcı”lık kalıbına sığmaz. İnsanın iç acılarının toplamı üzerinden, sözün bedelini ödeyerek yazdı. Said Nursi, “Said Nursici” de değildi; sevdiği, hürmet ettiği kimsenin fanatikliğini yapmadı; kendi adına fanatiklik yapılmasını da istemedi.

Hakikati dillendirenlere yönelik hamasi ve duygusal sevmeler yerine, hakikatin talebesi olmayı önceledi. Hakikati teslim almayı değil, hakikate teslim olmayı öğütledi. Bilge sözleri tırnak içinde “alıntılayarak” propagandasını yapmak yerine, bilge sözlerden alındı, kalbinin odacıklarında ağırladı. Yokuşunu tırmanmadığı düzden söz etmedi. “Acele ettik kışta geldik!” derken, baharı getirecek tohumları uyandırmak için elini taşın altına koydu, seve seve üşüdü. Tam da bu yüzden, başta devlet olmak üzere, kimseden itibar dilenmedi. 

Garip geldi, garip gitti.

Senai DEMİRCİ – risalehaber.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: