Senin imtihanın hangisi?

Herkes bir imtihan süreci yaşar bu dünyada.

Her zaman stabil bir hayat mümkün değil. Engeller, engellemeler, tağyirler, tebeddülatlar/değişimler/tahviller/değişiklikler/tecelliler v.s…

Kimi eş, kimi aş, kimi maaşla denenir. Kimi evlat, kimi salât, kimisi tâat, kimi mahâret, kimi tahâret, kimisi de ikametle tecrübe edilir.

Kimisi mal, kimi servet, şöhret, güzellik, şân ve şerefle imtihan edilir.

Kimi ilim, kimi filimle, kimi zevk, kimi elemle, kimi belâ, hayat-ı a’lâ ile sınava tâbi tutulur.

Mü’minlerin imtihanı daha  bir başka…

Allah Teâlâ, rubûbiyyet (her şeyi yavaş yavaş kemâline kavuşturmak) sıfatıyla bizleri iki şekilde imtihana tâbi tutar:

Biri: lütuf ile,

Diğeri: kahr ile.

Bir başka deyişle; biri cemâl, diğeri celâl iledir. Sadece lütuf ve  cemâl ile terbiye olmayı düşünmek, imtihan sırrına aykırıdır. Cenâb-ı Hak, imân ehline önce kahrın tecellileriyle muâmele eder, daha sonra lütfun tecellileriyle onların yaralarını sarar ve yardımına koşar. İmân ehli üzerinde âdetullah (kevnî kanunlar, sünnetullah) çoğunlukla bu şekilde tecelli eder. Resûl-i Ekrem (a.s.m) ve Hz. İbrâhîm (a.s)’ın hayatı buna en güzel örnektir.

O Mâlikü’l-Mülk, Habîbini on üç  sene Mekke’de kahhâr bir elle çalkalandırdı,  müşrikleri başına musallat etti, Medine döneminde ise, O Zât-ı mübâreki on yıl münâfık, müşrik ve ehl-i kitapla mücâdele ve mücâhede ile imtihâna tâbi tuttu. Bunca sıkıntı ve zorlukların neticesinde başta kendisine ve ümmetine pek çok fetihlerin yolunu açtı. Özellikle Hz. Ömer döneminde İslâm’ı yücelterek aziz kıldı.

Kur’ân’a talebe olma şerefine erenler de bu tarz bir imtihan sürecinden geçmektedirler.

Cenâb-ı Hak, bazen lütuf ile okşar, hâdiseleri lehimize yönlendirir, ikramlarda bulunur, rahmetiyle sevdirerek dergâhına celb eder. Bazen de kahhâr bir eli işleterek belâ ve musîbetlerle te’dîb ve terbiye eder. Böylece izzet ve celâlini hatırlatır.

Mü’minler çoğunlukla, kusur ve hatalarının karşılığını bu dünyada görürler. Küfür ehlinin bir çoğu da, bir kısım cezalarını dünyada görmekle birlikte asıl cezalarını cehennemde ebedî kalmak sûretiyle ahirette göreceklerdir. (Nuh kavmi, Âd, Semûd, Lût kavmi gibi…)

Her kim bir kötülük yaparsa, onunla ya dünyâda veyâ ahrette cezalandırılır ve kendisi için Allah Teâlâ’dan başka ne bir yâr ve ne de bir yardımcı bulamaz.(1)

Mü’minlere dünyâda verilen belâ ve musîbetler günahlarına keffâret olur.

Kâfirin küfrü ise, o kadar büyük ve dehşetlidir ki, cezâsı bu düyâya sığışmadığından âhirete te’hîr edilir.(2)

Cemiyetlerin, toplumların, milletlerin değişik biçimlerde işledikleri isyân ve günahlar, gayr-i meşrû’ iş ve işlemlerin bu dünyada iken geri bildirim tarzında dünyevî cezalarıdır.

Mâdem ehl-i imân olarak Allah’ın rubûbiyyetine razıyız. Öyle ise, rubûbiyyetinin gereği olarak başımıza gelenleri de sabır ve rıza ile karşılamak durumundayız.

Kişi en sevdiği evlâdını kaybeder, çok sevdiği bedeni hastalığa müptela olur, meftun olduğu malı iflas eder, ani bir depremle evi yıkılır, eşyası telef olur, işleri yolunda gitmez. Acaba ben ne yaptım diye derin derin düşünür. Rabbine karşı nasıl bir tutum sergilediğini, hata ve kusurlarını gözden geçirir, otokritik yapar, değerlendirmelerde bulunur. Ve sonuçta nefsinin kusurlarını, hayatındaki eksileri not eder. İmânının gereğini yerine getirir, sevdikleriyle sınava tâbi tutulduğunu, mal ve canıyla denendiğini anlar.

Ve sizi bir imtihân olmak üzere şer ile ve hayr ile tecrübe ederiz. (sonunda) bize döndürüleceksiniz(3)

Acaba verilen vücûd, sağlık ve hayat nimetini ibâdet, taat ve hizmet yolunda mı, nefis ve hevâ yolunda mı harcıyoruz?

Cenâb-ı Hak, Celîl isminin tecellîsinden gelen belâ, musîbet ve hastalıklarla bizleri terbiye ediyor.

Hadîs-i şerifte de ifâde edildiği gibi; “Cenâb-ı Hak, bir kulu için yüksek bir makam ta’yîn etmiştir. Kul, şahsî ameliyle o makama çıkamaz. Allah o kulu belâ, musîbet ve hastalıklara girftâr etmekle –şükür ve sabretmek şartıyla- onu o yüksek makama çıkarır.”

Bu imtihan ve tecrübe meydanında hiçbir kimse bu imtihandan muaf tutulmamıştır.

Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen Hz. Muhammed (s.a.v)’ın uhud savaşında dişi şehid edilmiş, mübârek yüzü kana bulanmıştı. Hayatı boyunca sayısız eza ve cefâya katlanmış, günlerce aç ve sususz kalmıştı. (4)

Nûrânî kafilelerin önünde belâ ve musîbetler eksik olmamıştır.

Kur’ânı, İslâm’ı, Peygamberi sevmenin bedeli hep ağır olmuştur bu sırdan ötürü. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v)’e, “Seni seviyorum” diyen bir sahâbeye, O halde belâ ve musîbete hazır olşeklinde O sahâbiyi geleceğin sıkıntılarına hazır olması konusunda  irşâd buyurmuştur.

Demek belâ ve musîbetler, günahların neticesi, mükâfâtın da mukaddimesidir. Bir başka ifade ile, günahların keffâreti,, gelecek saâdetin de müjdecisidir.

Bunda iki cihet görünüyor:

  • Belâ ve musîbet, geçmişteki günahlarımızın neticesi ve keffâretidir.
  • Bir mükâfâtın mukaddimesi (başlangıcı) ve gelecek saâdetin müjdecisidir.

O halde, mülk bizim değildir. O, istediği gibi tasarruf eder. Biz O’nun tasarrufâtı altında gizli olan hikmetlerini seyr etmek, takdirini fikretmek, kusurumuzu derk etmekle mükellefiz.

“Şüphesiz zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”(5)

Demek, zorluk tek, kolaylık ise ikidir.

İnsanlık, küfrün entrikalarından, kokuşmuş sistem ve dayatmalarından bîzârdır.

Gelecek günler bizimdir. İslâm’a gönül verenlerin, takvâya bürünenlerindir.

Kur’ânın hâkim olacağı günler, inşâallah yakındır. Âkibet Hak’da sebat edenlerin, sıkıntılara göğüs gerip sabredenlerindir.

Rahîm, Hakîm ve Vedûd ismini şefaatçi yaparak Rahmet-i Rahman’a sığınıyor ve O’na tevekkül ediyoruz.

 İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1- Nisâ, 123

2- bkz. Bedîüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 10. Lem’a

3- Teğabun Sûresi, 15, Enfâl Sûresi, 28

4- bkz. a.g.y, Lem’alar, 25. Lem’a, 15. Devâ

5- İnşirâh Sûresi, 5-6

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: