Sergey Michailof kadar samimi ve yürekli olamayacak mıyız?

Sergey bir Rus genci… Yaşı 28 civarlarında. Aslen Moskova’nın güneyinde tarihi bir şehir olan Serpukhov’dan Sergey. Moskova’da bir yandan sosyoloji doktorası diğer taraftan polis olarak görev yaparken, Risale-i Nurla tanışır. Onun aşkıyla yanıp tutuşur. Gündelik ve sıradan değildir bu aşk. Ya da ara sıra yanıp tutuşup sonra sönen… Damlasını içtiği okyanusu bulmalıdır ve o ummana dalmalıdır. Bu niyetle beraber, başta içindeki nefis ve şeytanı sonra çevresiyle başlar mücadeleye.

Leyla’nın Mecnu’nu diyar diyar dolaştırdığı gibi Risale-i Nur da Sergey’i peşine takar ve deryanın kaynağına çeker. Evet, Sergey Türkiye’ye gelmeli, Türkçe öğrenmeli, zemzemi kaynağından yudumlamalıdır…

***

Telefonum-olmadık saatlerde- çalınca arayan genellikle Behram’dır. Behram hayatını nur hizmetine adamış bir nur mücahidi… Gecesi gündüzü hep hizmet içerisinde birbirine karışık olduğundan aklına gelen her müşkilde günün hangi vakti olursa olsun telefon etmekten çekinmez… Yine böyle telefonlardan birinde Rusya’dan gençlerin geldiğini söyleyerek ona Türkçe öğretmek için beni dershaneye davet etti.

Davete icabet edip dershaneye geldiğimde Risale-i Nur okuyarak hidayete eren Rus gençlerinin Türkçe öğrenmek gayesi ile Erzurum’a geldiklerini gördüm. Sergey (Selehaddin), Roman (Ramazan), Andrei (Ali), Petry (İslam), Yevgeny, (Cebrail) ve daha başkaları… Karşımda müthiş bir tablo duruyordu. 80’li yıllarda daha küçük bir çocuk iken babamın omuzlarında katıldığım Afgan mitinglerinde “Komünistler Moskova’ya!!!” şeklinde attığım sloganlar beynimde çok derin izler bırakmıştı. Kaderin sevki değişmiş, Moskova’dan “Komünistler” yerine “Nurcular” geliyordu, hem de Risale-i Nur’u orijinal dilinden öğrenmek ve onun hizmet modelini anlamak, kavramak, yaşamak, yaşatmak için…

Bu gençlerle yaklaşık üç aylık bir beraberliğimiz oldu. Çalışma ve azimleri, gayretleri, takvaları kısaca her hal ve hareketleri, İnsaniyet-i Kübra olan İslamiyet’in somut örnekleriydi. Mescidin arka tarafında, onların o adeta melekiyet kesb etmiş bir şekilde namaz kılmalarını, içime akıttığım göz yaşları içinde seyrederdim. Ve hemen hepsi çok kısa bir sürede Türkçe öğrenerek nurları asli formatında okuyup anlamaya başladılar…

Evet, cennet ucuz değildi. İngiliz ve Alman kadar serveti ve kuvveti yanında aklı da olan herkes, o davayı kazanmak için bütününü sarf etmeliydi. Bu gençler bu idealin en güzel temsiliydiler…

Şimdi bu güzel tabloları zihnimizin bir köşesinde, tekrar kullanmak üzere mahfuz bırakarak bir diğer tabloya geçelim.

***

Ara ara nükseden sara nöbetleri gibi “sadeleştirme” furyası yeniden nur hizmetinin gündemine otur(tul)muş durumda…

Bu konuda başta “vâris” vasfını taşıyan saf-ı evvel abiler olmak üzere, Nur hizmetine gönül vermiş hemen her akl-ı selim ve zevk-i selim sahibinin ifadesiyle, üstadın bile “parmak karıştırmadığı” bir metinde hiçbir kişisel tasarruf asla söz konusu olamayacağı aşikâr. Zira eserin muhterem müellifinin ifadesiyle yapılacak olan sadece ve sadece “Sözlerin şerhleri, izahları ve tanzimleridir.” Hal böyle iken ve nurların maddi manevi vârisleri hayatta iken onların tamamen hilafına olarak yapılan “sadeleştirme” hareketleri, hangi “makuliyet” hangi “konuma saygı”, hangi “meşveret” prensibiyle açıklanabilir?

Aslında “sadeleştirme”nin bir anlamda “tahrifat” olacağı ve bu işin manevi sorumluluğunun hem dünyada hem ahirette “faillerinin” başına “bela” olacağı birçok yazar tarafından gerek nakli bilgi gerekse ilmi izahlarla ispat edildi. Bu vadide daha fazla söz söylemenin “gereksiz” olacağını sözün “kararının” insana söyleneceği prensibinden yola çıkarak, birkaç meseleye vurgu yapmak isterim.

Erbab-ı ilimin tasdik edeceği üzere bilimde silsile ve tertip esastır. Kolaydan zora, somuttan soyuta, bilinenden bilinmeyene doğru bir sıra takip edilir. Hiçbir zaman ileri ve üst düzey konular “basitleştirme, sadeleştirme” mantığıyla ele alınmaz… Mesela medreseye yeni başlayan bir talebe için Şerh-i Mevâkıf ve Mekâsıd gibi ileri seviye kitaplar, “sadeleştirilsin”, “basite indirgensin” diye bir yol asla takip edilmez. Talebe sarf ve nahvin kaidelerini okur, zamanla bir gelişim seyri içinde, bu yüce bilimlerin seviyesine ulaşır. Burada gaye, ilmin seviyesini düşürmek değil talebenin seviyesini yüceltmektir… Bu durum dünyevi ya da uhrevi tüm ilim-bilim dalları için genel geçer bir kaidedir.

Bu durumda hakikat ilmi olan Risale-i Nur için de aynı mantık geçerlidir. Yani bizim okuma, anlama, tefekkür etme, tefeyyüz etme seviyemizi artırmamız gerekir. Yoksa o yüksek hakikatleri basite indirgemeye çalışmak “sadeleştirmek” işi “sulandırmanın ve tahrifatın” ötesinde hiçbir şeye yaramaz.

Bir diğer mesele ise, gerçek muhibleri ve hakiki okurları tarafından malumdur ki, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da oluşturduğu kendine mahsus kelime ve kavram dünyası vardır. Üstad çok yerde kelime ve kavramları, mevcut sözlük karşılığı ile değil kendisinin ona yüklediği özel anlamlarla zenginleştirir ve tamamen orijinal bir kavram dünyası oluşturur… Bu kelime ve kavramlarla oluşturduğu tamamen orijinal düşünce ve tefekkür dünyası içerisinde okurlarını bir üst bilinç düzeyine taşıma gayreti amaçlar.

Mesela şu cümleye bir bakalım: “Celal vahidiyetin tecellisinden, cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur. Bazan da cemal, celalden tecelli eder. Evet cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.’’

Faraza kendinizi çok zorlayıp “abesle iştigal” ederek buradaki kelime ve kavramların yerine Türkçe karşılık bulduğunuzu/uydurduğunuzu varsayalım. Peki zevk-i selime hitap eden ve metnin “ruhu hükmünde olan” edebi/manevi yönünü nasıl ifade edeceksiniz? Ahengi nasıl sağlayacaksınız? Armoniyi nasıl oluşturacaksınız? Geometriyi nasıl temin edeceksiniz? Kısaca tüm bu aldıklarınızın/çaldıklarınızın yerine ‘NE’ koyacaksınız? Yerine ne koyacağınızı bilmiyorum ama en azından dilinize pelesenk ettiğiniz “konuma saygı” gereği bunun adını “sade ya da kaymaklı- Risale-i Nur” koymayın… Allah rızası için…

Pek tabi, metinden çaldıklarınız bununla da sınırlı kalmayacak. Genellikle usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen, “bilenlerin” izah ettiği, akabinde “cemaatle” çayların içilip mütalaa ile tefekkür ve tezekkürlerin yapıldığı ortamları da yavaş yavaş kaldırma sürecine gireceksiniz. Hâlbuki “Risale-i nur sohbetleri” geçmişte “mesnevi-hanların”, “gazel-hanların” topluca bir araya geldiği ve her tür faydalı sosyal öğrenmelerin sağlandığı nurani meclislerdir. “sadeleştirme yoluyla” yapılacak olan sulandırmalar sonucunda bu meclislerin de önü kapanmış olacaktır.

Özetle, “Uslub-ı beyan ayniyle insandır.” Risale-i nur Bediüzzüman’ca ve semavi bir üsluba sahiptir. Kör inatla “halen daha sadeleştirmeye devam edenler ya da edecekler olanlar, yeni oluşan metnin adını “Risale-i Nur” koymamalı ve yazarı kısmına “Said Nursi” yazmamalılar… Bu tavır, belki işledikleri cinayetin dozunu bir miktar düşürebilir…

Bir diğer mesele ise, Nurlar’ın sadece akla hitap etmediği gerçeğidir. Üstadın ifadesiyle: “Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır.” Şu durumda, hazırlanan “sadeleştirilmiş metin” hangi manevi duygumuza ve nasıl hitap edecektir?

Üstad bugün hayatta olsa acaba sadeleştirme failleri bu kadar rahat davranabilir miydi? Yoksa yiyecekleri “zılgıt”ın korkusuyla en azından bir “istişare” mekanizmasına başvururlar mıydı? Unutulmamalı ki o hayatta olmasa da vârisleri onun namına iş görmektedir. Onun verasetine tecavüz Hukukullaha dokunabilir. Bu durumda asla göz ardı edilmemelidir.

Evet, Goethe’nin Hafız Divanı’nı aslından okumak için Farsça öğrendiği söylenir. Ve bu ilhamla West-östlicher diwan’ı yazmıştır. Yine benzer şekilde Thomas Mann, Yusuf ile Kardeşleri adlı romanı yazarken Farsça öğrendiği anlatılır.

Yine, Doğulu-Batılı birçok kimsenin Kur’an’ı nazil olduğu Arapçadan öğrenmek için Arapça öğrendiği bilinen bir gerçektir… Ve yazının başında belirttiğim, Selehaddinler, İslamlar, Ramazanlar… Bu davanın en sadık şahitleridir…

 

Dr.  Halim ULAŞ

 ahalimulas@hotmail.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: