Sessiz Dostlar…

İnsanların hayatında, dostluğun ve arkadaşlığın çok büyük önemi vardır. Dostluklar, kişinin bütün hayatını olumlu veya olumsuz yönde etkiler. Dostluklar,  okul, iş, hastane, komşuluk gibi zorunlu beraberliklerde ya da kendi irademizle yaptığımız bir tercihle kurulur. Hangi sebep bir araya getirse de, karakterleri uyuşan kimseler arasında dostluk gerçekleşir ve kalıcı olur. Birbiriyle uyuşan iki kişi arasındaki münasebet, iyi niyet, sevgi, güven ve dayanışma sayesinde gelişir. Dostlukta erdem vardır, hoşgörü vardır, her türlü şartta insanı kuşatan ve kucaklayan bambaşka bir sıcaklık vardır. Dost en kritik zamanlarımızda bile yanımızda olan, karşılaştığımız zorlukları, acıları bizimle paylaşan ve her şeyden önemlisi, bize güvenen ve güven veren insandır

İnsanlar yaratılışları gereği birbirinin yardımına ve dayanışmasına muhtaç oldukları için neredeyse arkadaşsız bir kimse yoktur. Sosyal hayat yaşayan herkesin mutlaka bir çevresi, arkadaşları ve yakın dostları vardır. İyi günde herkes insanın yanındadır. Dost kötü günde belli olur. Acıları ve sevinçleriyle bize sunulmuş bu hayat, dostlarımız sayesinde bir anlam kazanacaktır. Çünkü paylaşılmayan sevinçlerin zamanla coşkusunu yitirip sıradanlaştığı; acılarınsa, bizi içinden çıkılmaz karanlıklara sürükleyerek tükettiği, bilinen bir gerçektir

‘Dostunu söyle, kim olduğunu söyleyeyim’. Bu atasözünü bilmeyenimiz yoktur. Gerçekten de arkadaşın insan üzerinde kendini pek hissettirmeyen ama çok derin etkileri vardır. “Kişi, dostunun dini ve ahlâkı üzeredir. Öyleyse herhangi biriniz dostluk edeceği kimseye baksın” buyuran Peygamberimiz (s,a.v.), arkadaş seçimine dikkatimizi çekiyor. Kişinin, dostunun dini üzere olmasından kasıt, dini yaşama durumudur. Gerçekten iyi bir dost iyiliğe, güzel işler yapmaya teşvik eder,  kötü arkadaş ise, arkadaşını günah işlemeye yöneltir. Dostluğun en güzelini, birbirini Allah için sevenler gösterir. Dostların dostlukları onları Yaratana götürmelidir. “Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise her şey dosttur.”

İnsanın kainatta  hemcinsleri dışında da dostları vardır. Her an yanımızda, hizmetimizde olan dostlar. Hiç itiraz etmeden bize hizmet eden, yardım eden, hayatı yaşanır hale getiren dostlar. Onlar olmazsa dünya hayatından, kainattaki nizamdan, intizamdan, canlılar arasındaki yardımlaşmadan, kainatta cereyan eden “âdetullah” ve “sünnetullah”  kanunlarından bahsedemeyiz. Kimdir bu dostlar? Sessiz dostlar…

Bitkiler, ağaçlar, hayvanlar, hava, rüzgar,  su, yağmur, kar, güneş, ay, yıldızlar, kendi bedenimizdeki hücreler.…Kısacası kainatın hayatiyetini devam ettiren, zerrelerden kürlere kadar bütün canlı ve cansız varlıklar… Sesiz dostlarımızdır…

Kâinat insana hizmet için yaratılmıştır. Kâinata ibretle baktığımızda yapılan bu hizmetlerin sessizlik içinde cereyan ettiğini görürüz. Güneş her gün doğar ve batar. Sesini duymazsınız. Gece gökyüzünü binlerce yıldız sessizce renklendirir. Çiçekler ses çıkarmadan açar. Birkaç gün içinde bir ağaç binlerce çiçeğe bürünür, bir ovada binlerce ağaç çiçek açar da kimse bir şey işitmez. Yeryüzü her bahar yeniden dirilir; baharlar hiç ara vermeden yeryüzünü bir baştan bir başa dolaşır; fakat bütün bu olup bitenlerden kimsenin kulağına bir çıtırtı bile ulaşmaz. Ağaçlar, çiçekler, sarmaşıklar, otlar… Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz mevsimlerinde derin hayat dersleri alırız bu sessiz ve yeşil dostlarımızdan. Bu dostlarımız yaşamak için karbondioksit alırlar, insanların yaşaması için gerekli olan oksijeni verirler. Böyle olmasaydı hayat olmazdı. Bunu sesiz ve yeşil dostlarımıza borçluyuz. Bu dostlarımızın,  çekirdekleri, çiçekleri, yaprakları, meyveleriyle Usta Sanatkâr’ın Evvel, Batın, Zahir, Âhir, Müzeyyin, Müsavvir, Cemil, Rahman, Rezzak gibi  isimlerini dört mevsim aralıksız anlatırlar…

Her bir insanın kendi bedeninde de durum farklı değildir. İçimizde dünya nüfusundan on bin kat daha kalabalık bir hücre kalabalığı sürekli faaliyetlerle kaynayıp durduğu halde onların da sesini işitmeyiz. Bunlar arasında sadece midemizdeki faaliyetlerinden haberdar olabilseydik, hayat yaşanmaz hale gelirdi…

Bediüzzaman eserlerinde bize, varlıklara bakış ve baktırma tarzını kazandırıyor. Bakmak ile görmek arasındaki farkı öğretiyor.

Bedîüzzaman, yeşil ve sesiz dostlarıyla iç içe yaşamış ve kırlarda gezmiştir. Dağlara ve ağaçlara karşı ihtimam göstermiştir. Barla’da kaldığı evinin önündeki Ulu Çınar bunların başında gelir. Bu çınara , “çınar kardeşim” diye hitap etmiştir. Bu menzilleri, Yıldız Sarayına değişmediğini ifade etmiştir. Bediüzzaman, yeryüzünde yazılan, bahar sayfasında teşhir edilen rahmet ve hikmetin mucizeli eserlerini, ağaçlar ve bitkilerdeki, hayvanlardaki, insanın cephesindeki,  denizlerdeki, gökyüzündeki, İlâhî sanatın harikalarını, sîmalarında parıldayan tevhid sikkelerini okurdu.

“Eğer o yüksek hakikatleri yakından temaşa etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Ya Celil, Ya Celil, Ya Aziz, Ya Cebbar” dediklerini işiteceksin. Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Ya Cemil, Ya Cemil, Ya Rahîm, Ya Rahîm” diyecekler Semayı dinle. Nasıl “Ya Celil-i Zülcemal” diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl “Ya Cemil-i Zülcelal” diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Ya Rahman, Ya Rezzak” diyorlar. Bahardan sor. Bak nasıl “Ya Hannan, Ya Rahman, Ya Rahîm, Ya Kerim, Ya Latif, Ya Atûf, Ya Musavvir, Ya Münevvir, Ya Muhsin, Ya Müzeyyin” gibi çok esmayı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor ve cebhesinde yazılı. Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat, azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. Ve hakeza kıyas et. ” (24. Söz’den)

Bediüzzaman’ın binlerce sayfalık Risale-i Nur Külliyatı sessiz dostların tercümesinden başka bir şey değil. Bediüzzaman’ın,  Ayetü’l Kübra’nın başında işaret ettiği gibi insanın yaratılışının gayesi bütün mahlukatın yaratıcısını tanımak ve O’na ibadet etmektir. Ayet-ül Kübra risalesinde sessiz dostlar kainat kitabının anlaşılması için kendilerinin okunması gerektiğini söylerler. Her bir sessiz dost “Bana bak, beni oku” der.

Merak ve hayret duygumuzun canlı tutulması, her sabah güneşi üstümüze doğuran, her an kalbimizi çalıştıran, her an ciğerlerimizi oksijenle dolduran merhamet sahibi Kudreti Sonsuza, O’nu görüyor gibi iman ve kulluk etmemiz için, en önemlisi, bu düşüncelerimizin diri kalması için kainata, sessiz dostlara mana-yı harfi gözlüğüyle bakmalıyız. Ayetü’l-Kübra’da Kâinattan Hâlik’ını soran bir seyyahın müşahede ve tespitleri bize bu bakışı gösteriyor.

Ayetü’l-Kübra, “kainattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedatı”ndan oluştuğu için, Risâle-i Nur’un içinde seçkin bir yere sahiptir. Seyyahın sorgulama tarzı Bediüzzaman’ın kainat üzerindeki tefekkürüyle elde etmeyi hedeflediği tevhide giden yolu  özetliyor ve seyyah, hayalen kâinatın bütün alemlerinde onların Halıka şahadetlerini öğrenmek için bir seyahat yapar. Her birini sırayla sorgular ve ona cevap olarak kendilerine bakıp mütalaa etmeğe davet edilir. Mesela, fezayı sorgular ve şu cevabı alır: “Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.” Bu yüzden o bakar ve hepsi çeşitli işlerle vazifelendirilen bulutları, rüzgarı, yağmuru, ve saire görür. Bu “kelimeler”den her birisine baktıktan sonra, aklına döner ve onunla konuşmaya başlar, düşünür. Fezaya tekrar bakar ve kelimelerden biraz daha okur. Aklıyla biraz daha düşünür ve sonunda şu sonuca varır: “… rüzgârın tasrifiyle hadsiz rabbânî hizmetlerde istimâl ve bulutların teshiriyle, hadsiz rahmânî işlerde istihdam ve havayı o sûrette icad eden, ancak Vâcibü’l-Vücûd ve Kàdir-i Külli şey ve Âlim-i Külli şey bir Rabb-i Zülcelâl-i ve’l-ikramdır.”

Seyyahın bu tefekkürü her halde, hava ve görevleri hakkında bilmediğimiz bir şey söylemiyor; bu tefekkürün yaptığı, cansız ve şuursuz olan havanın bütün bu çeşitli şuurlu işleri yapabiliyor olmasının ancak sayılan sıfatlarla mevsuf bir Varlığın onu bu işlerde istihdam etmesiyle mümkün olabileceğine işaret etmek, bunu göstermektedir. Özellikle seyyah tarafında ziyaret edilen yaratılışın bütün alemlerini temsil eden otuz üç “mertebe” ile birlikte görüldüğünde mükemmel bir şekilde açık, mantıklı ve ikna edicidir. Zahirî basitliğine rağmen, hiç farkında olmadan okuyucunun bakış tarzını, mahlukatı Kur’anî okuyuş tarzını dönüştürür; yani varlıklara, delalet ettikleri ve işaret ettikleri manalar için bakmayı öğretir.. Kainatın lisan-ı haliyle konuşmalarını anlamamızı sağlar. Ne güzel yerine, ne güzel yapılmış, ne güzel yaratılmış deriz.

Ayetü’l-Kübra’yı okuyalım. Kainat konuşuyor, Sessiz dostları dinleyelim…

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org