Sevgiliniz en çok nelerden hoşlanır?

Tam da en müteşekkir olanlar bunu nasıl ifade edeceklerini bilmezler…” Stefan Zweig, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat öyküsünden.

Bu yazıyı okuduktan sonra “Lafazanlığın buna mıydı a aklı şaşıbeş Ahmed!” diyebilirsiniz. Hakkınızdır kârilerim. Fakat çaresiz yine de yazmayı deneyeceğim. Çünkü dilime bir şeker değdi. Aklım başımdan alındı. Güzel bir haber duymuş çocuk gibi paylaşasım geliyor. Ne dilimde tutabiliyorum ne yerimde durabiliyorum. Muteber bir nesneyi farketmiş karıncanın kardeşlerini istifadeye çağırması gibi çağırıyorum sizleri de. Aşağı kalır yanımız yok. Benim çağırdığım da bir rızk-ı manevî. Yani kardeş ısırığı bu lokmayı azaltmaz. Paylaşması daha bereketli olur bunların. Çoğalır. Zaten yazmak bundan başka ne ki? Ne için ki?

Hem, öyle ya, kalbin zevki de hakikatin bir delilidir. “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” ayet-i cemilesi bu sırra da işaret eder. Hem yine denilebilir: İnsanın kalben tatmin oluşu da zikrin burhanıdır. Hakikat, zıttının asla başaramayacağı bir şekilde, kalbin damağında güzel bir iz bırakır. Yanlış bunu beceremez. Bâtıl sek olarak katlanılır zehir değildir. Ancak başka bir doğru için, bazen yalnız bir dane-i hakikat için, yani tadının arada bir dile değmesi için, dadanılandır o. İptiladır. Bir üzüm hatrına içilen bir tencere hoşaftır.

Halbuki doğru rahat ettirendir. Vicdan bu tatlı izi kendindeki nakışlara muvafık bulduğundan onunla ünsiyet eder. Kaynaşır. Yalanla ise hırlaşır. Belki ‘vicdan sızısı’ denilen şey de buradan çıkıyor. Yani aslında o bir hırlaşmadır. İçte çıkan bir anlaşmazlıktır. Hırlaşmaların olmadığı yerde ise huzuru yaşarsınız.

Mürşidim Birinci Söz’ünde diyor:Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor? Elcevap: Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Şimdilerde bana öyle geliyor ki: Buradaki sual-cevap fıtratımızdaki bir açlığa ve doyumuna karşılık geliyor. Çünkü her insan kendisine bağışlanana ‘bir fiyat vermek’ ister. Yani size yapılan her tesir ve onunla oluşan her etki, mukabili bir dalgalanma/tepki yaratır. Göle atılan taş gibi. Halka halka dalgalanır. Sinenize düşen herşey kendisi kadar dışarıya taşırır sizi. Size katılan herşeyle ‘tekrar karar buluncaya kadar’ hareketlenirsiniz. İşte, bu eşikten bakınca mürşidim de sanki bizlere der ki: İnsana her nimet ulaştığında tetiklenen etkileniş de üç dalga/tepki boyuyla gösterir kendisini:

Başta ‘Bismillâh’ zikirdir. Âhirde ‘Elhamdülillâh’ şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san’at olan nimetler Ehad, Samed’in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir. Evet. İnsan, güzel bir etkilenişe uğradığında, bu etkiyi kimin yaptığını bilmek ister. Tanımak ister. Bahsetmek ister. Konuşmak ister. Ona teşekkür etmek ister. Ve bu güzel etkileyişten dolayı meraklandığından, ki diline şeker değenin tatlıya meraklanması gibidir bu, etkileyen hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak/düşünmek ister. Aşamaların ilki zikir, ikincisi şükür, üçüncüsü fikirdir.

Bahsimize göre çok aşağı bir misal olmakla birlikte vermekten çekinmeyeceğim: Bir sevgilinin etkisi altına girdiğinizde de süreç bundan farklı işlemez. Onun varlığıyla bıraktığı güzel etkinin ardından yapmak istediğiniz üç şey:

1) İsmini bilmek/anmak/bahsetmektir.

2) Yaptığı etkiden dolayı ona teşekkür etmektir.

3) Hakkında daha fazlasını öğrenmektir.

Bunu dedik ya takılıp da kalmayalım. Başka iyiliklerde de durum değişmez. Her güzellik onu yapanın ismini bilmeye/anmaya/bahsetmeye, ona teşekkür etmeye ve hakkında daha fazlasını öğrenmeye iter bizi. Bunlar fıtraten ödemeye mecbur olduğumuz fiyatlardır. Hatta daha doğru bir ifadeyle: Fıtrî açlıklarımızdır.

Çok konuştum. Sadede koşayım: Bence bu fıtrî açlıklardan üçü de nübüvvetin varlığına muhtaçtır. Aksi takdirde her an birçok etkiye maruz kalabilen insanın düştüğü şaşkınlığı hiçbir aklediş başından alamaz. Hadi, bir şekilde deistçe tanrının varlığından haberdar olsun, fakat ismi ne olduğunu, nasıl anılmaktan hoşlandığını ve nice teşekkür edilmesi gerektiğini nasıl bilecektir? Öyle ya, zatından vahiy yoluyla ve nübüvvet eliyle bir bilgi ulaştırılmadıkça, insan Allah’ı rızasına uygun anmayı nasıl keşfedebilecektir? Hangi isimle zikredilmekten memnun olduğundan nasıl emin olacaktır? Nasıl sezecektir? Âşığın hüneri kendisini yârine sevdirmek değil midir? Daha yârinin hangi isimle anılmaktan hoşlandığını bilmeyen aşkından nasıl bahsedecektir?

Zikri geçtik diyelim. Daha bu işin şükrü var. ‘İsim’ konusunda kaçtığınız hiçbir delik sizi ‘şükür’ bahsinde kurtaramaz. Çünkü teşekkür bizzat ‘teşekkür edilenin rızasını’ hedefler. İsmini andığınız herkesin rızasını aramıyor olabilirsiniz ama teşekkür ettiklerinizinkini mutlaka ararsınız. Yani teşekkür etmek bir tür karşı tarafı razı/memnun etme çabasıdır. Ve insan mazhar olduğu iyilikler karşısında en çok teşekkür etmekte zorlanır.

“Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum” veya “Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim” türünden cümleler, hemen hemen her hayatta/kurguda karşımıza çıkan, her vakit işitmemiz mümkün şeylerdir. Bunu söylemekteki amacımız ‘teşekkür ederim’ diyemeyişimiz değil, karşı tarafı memnun/razı edecek şeyi tayinde zorlanışımızdır. Aynen. Seçeneklerin çokluğu karşısında şaşırabilirsiniz.

Sevgiliniz gül mü götürseniz memnun olur? Yoksa alacağınız küçük bir hediye midir onu mutlu eden? Veya küçük bir ikram mı yüreğinin bağlarını hemencecik çözer? Veyahut da bir ezgi? Bu şıklar zatın bilgisine sahip olmayışınızdan kaynaklanan sıkletlerdir. Eğer, teşekkür etmek istediğiniz kişiyi daha iyi tanısaydınız, teşekkürünüzün türünü de daha isabetli tayin edebilirdiniz.

İşte nübüvvet, böylesine muhtaç olduğumuz üç bilgi türünde, ancak vahiyle ulaşabileceğimiz bir marifeti taşır bize. Maşuk-u Hakiki onu nasıl anmamızı ister? Ona nasıl teşekkür etmemizden razı olur? Onun hakkında daha fazlasını nasıl öğrenebiliriz? Bu tür soruların cevabını insana taşıyan nübüvvetle gelen bilgidir. Her insan yârinin kendisini nasıl seveceğini onun en sevgilisinden öğrenir.

Bir padişaha gittiğinizde öncelikle ‘nasıl davranmanız gerektiğini öğreten’ teşrifatçılar karşılar sizi. Yol ve yordam öğretirler ki padişahın huzurunda onun şanına ve muhabbetinize yaraşır şekilde davranın. Ne demek bu? Şu demek: Mehmet ağa, evladını, ensesine tokat atarak sevebilir ama padişah öyle sevilmez. Torununun önünde takla atarak onu güldürebilir ama padişah öyle güldürülmez. Sofrasında soğanı yumrukla kırabilir ama padişah sofrasında soğan kırılmaz.

Peki Allah’la muhatabiyetimizde bunları bize kim öğretecektir? Mürşidim diyor ki: Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lâzımdır. ‘Eğer bu zât (a.s.m.) olmasaydı kâinat da olmazdı’ meâlinde olan hadis-i kudsî şu hakikatı tenvir ediyor. Elhamdülillah. Elhamdülillah. O bülbülün bal dilinden şakıyan hakikat sayısınca elhamdülillah.

Ne diyelim? Sünnet nedir bilmeden padişah huzuruna çıkmaya yeltenen kaba-sabaların kulakları çınlasın. Ayılıkları gözlerine görünsün. Teşrifatçısı olmasa saraya misafir doldurmanın, hatta inşa etmenin, ne manası kalırdı? Sorulsun. Evet. Yol-yordam bilmeyene bir tas çorba bile vermezler. Kaldı ki biz cennet istiyoruz. Ondan yücesi rıza-i ilahî istiyoruz. Beka istiyoruz. Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamdan ders almadan kim cennetten bir kokucuk kapabilir! Yola gideceksek kılavuzun ayakizlerine ihtiyacımız var. Kılavuzsuz yol gidilmez.

Ahmet Ay – risalehaber.com