Spinoza, Panteizm, Vahdet-i Vücud

Spinoza bir panteizm savunucusu, doğa eşittir tanrı yada tanrı eşittir doğa felsefesini ön planda tutan filozof, dünyayı dünya ile açıklamaya çalışıyor. Ona göre Tanrı, kendi kendisinin nedeni olandır. Yani Tanrı, var olmak için başka bir nedene ihtiyaç duymayan zorunlu varlıktır. Tamda burada Vahdet-i Vücud’a bir dokunuş yapıyor.

1600 yılında Roma meydanında üçlü tanrı anlayışına karşı çıktığı için diri diri yakılan Jordano Bruno, “Tanrı sonsuz olur, âlem de sonsuz olur. İki ayrı sonsuz olamayacağına göre bu ikisi birdir.” gibi bir son çıkartıp Tanrı ile âlemi özdeş kılıyordu. Spinoza, bu fikri daha da sistemleştirdi. Fakat Tanrı’nın kendi koyduğu zarurete tâbi olduğunu söyleyerek hür iradeyi ortadan kaldırdı.

Aslında Spinoza vahdetil vücudumu anlamaya çalışıyordu. Vahdet-i Vücud terimi (varlığın birliği) manasına kullanılan hem dinî, hem felsefî bir tabirdir. Allah; tek, müstakil, ebedî bir varlıktır. Âlem ise onun sıfatlarının tecellisinden meydana gelen, geçici ve gölge varlıktır. Birisi sonsuz varlık olan Allah, diğeri sonlu olan kâinat.

Panteizme göre tanrısız tabiat ve tabiatsız tanrı olamaz. Bu iki varlık, birbirinden bağımsız olmayıp iki şekilde belirlenmiş olan tek bir varlıktan ibarettir. İşte panteizmin bu görüşü, ifrata götürülünce maddeyi de tek tanrı olarak görmeye gidiyor. Böylece eşya sevgisi, çokluk ve nedenlere bağlılık, kâinatın vahdetini madde âleminde ve tabiatta görmeye yol açıyor.

Elbette tabiatı, eşyayı, âlemdeki varlıkları geçici kabul edilse de devre dışı bırakmanın isabeti yoktur. Fakat tabiat ve ondaki varlıkları kurtarmak için tanrıyı tabiata indirgemenin de hiçbir isabeti yoktur. Bundan dolayı genel olarak panteizmin, Tanrının şahsiyetini, istiklalini, iradesini ve insanın hür iradesini ortadan kaldırdığı hususunda kanaat vardır. Hatta Fransız filozofu Emilie Boutroux Spinoza için “Hür iradenin katili” tabirini kullanır.

Said Nursî, Vahdet-i Vücud’u, her şeyde Allah’a daimi huzur arayan bir tasavvuf tarikî, tarikatın en mühim meşrebi “bir meşrep ve bir hal, bir nakıs mertebe olarak görüyor. Fakat bu meşrep “zevkli, neşeli” dir. Vahdet-i Vücudçular seyr-ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit, çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar. İşte burada Vahdet-i Vücud en ileri, Vahdet-i Şuhûd en ileri mertebedir kavgası başlıyor. Said Nursî burada “Vahdet-i Şuhûdçu”ların tarafını tutuyor. Ve diyor ki “Ulaştıkları mertebeyi en münteha mertebe zannederler.

Said Nursî çok önemli bir noktaya parmak basıyor; o da “Bu meşrep sahibinin” yani Vahdet-i Vücud yolunda ilerleyen mutasavvıfların “Maddiyattan ve vesaitten (araçlardan) tecerrüt etmiş (sıyrılmış) olmasını şart koşuyor. Burada çok mühim bir tabir daha kullanıyor. O kişi esbap perdesini yırtarak (sebepler perdesinin ötesine geçmiş) bir ruh olmalıdır.

Cenab-ı Hakkın Vacib’ül vücud ve mevcut ve vahid ve ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakiki olmazsa, hayal-î ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikinin âyinelerinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade safî ve parlak olur. Fakat Rahman, Rezzak, Kahhar, Cabbar, ve Halîk isimleri gibi isimleri ise, tecellileri olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar (isimler), mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar, aslîdirler, tebai olamazlar.

Vacib’ül Vücud’un vücuduna (varlığına) hasr-ı nazar edip (nazarını Allah’ta yoğunlaştırıp), sair mevcudatı (diğer varlıkları) O (Vücud-u Vacibe) nispeten o kadar zaif (zayıf) ve gölge görür ki, vücud (varlık) ismine layık olmadığına hükmedip hayal perdesine sarıp , onları madum (yok) saymak, tasavvur etmek, yalnız Cilve-i Esma-i İlâhiye’ye hayalî bir âyine vaziyeti vermek kadar ileri gider.”
Vahdet-i Vücudu bir seyr-i suluk meşrebi olarak yaşayabilenlere alkış tutuyor. Ama yine de bu mesleği okumuşlara yahut ateistlere anlatmanın doğuracağı zararlara işaret edip ihtarda bulunmayı bir vazife biliyor.

İletişimin çok kolay olduğu, bilgili bilgisiz herkesin paylaşım yaptığı mecralarda yalan, yanlış bilgi kirliliğinin olduğunu fark ettim, bu vesile ile Risale-i Nur Külliyatından ve sorularla islamiyet sitesinden istifade ederek böyle bir yazı kaleme aldım.

İyi niyetle güzel dinimizi, Rabbimizi anlamaya ve anlatmaya çalışan kardeşlerimize bir hatırlatma; Müslüman bir aileden gelse, yıllarca kuran kursu gibi yerlerde kalsa, namaz kılsa hafız olsa bile, zındıka taifesinin felsefe bombardımanı altında kalmış, şeytanla iş birliği yapmış o taife ile filim dizi veya başka ortamlarda hayatları kesişen bu gençlerin ihtiyacı olan şeylerin başında Bediüzzaman Hazretlerinin kaleme aldığı Risale-i Nur Külliyatı gelmektedir. Onları vartaya düşürmeye çalışanlara karşı ancak Risale-i Nurlardan istifade ederlerse karşı durabilirler, aksi halde imanları tehlikeye girebilir.

Buna şahit, İslâmın yaşandığı evde büyümüş, beş vakit namaz kılmış, oruç tutmuş, Kuran öğrenmiş fakat bu akımlara kapılıp kendini deist, ataist, pandaist, agostaist diye tanımlayan nice gençlerin sadece bir ders süresi Risale-i Nur dinleyerek tekrar kelime-i şehadet getirdiğini görüyoruz.

Allah (cc), “düşünmezsiniz, akletmezmisiniz” buyuruyor sizleri bu emre uymaya davet ediyorum. Allah ‘a emanet olun.

Çetin KILIÇ

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: