Sultan Muhammed Alparslan ve Haşhaşiler

Büyük  Selçuklu Devleti’nin ikinci hükümdarı olan büyük devlet adamı Alparslan, Müslüman Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya gelişlerini ve mücadelesini yöneten askerî komutan ve hükümdardır. Gerçek adı Muhammed olup, daha çok unvanı olan Alparslan adıyla tanınmaktadır.

Üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanı bizlere armağan eden ecdadımızdan birisi de Sultan Alparslan’dır. İslâm’ın bu bahadır evlâdı Malazgirt’te kalabalık Bizans ordusunu perişan ederek Anadolu’nun kapısını Müslümanlara açmıştır. Fetih ordusu da açılan bu kapılardan tekbirlerle girmiştir ve her karışını kanlarıyla sulayarak kendilerine vatan edinmişlerdir…

Sultan_Alp_ArslanAlparslan, amcası Tuğrul Beyin 7 Eylül 1063’te evlat bırakmadan vefat etmesi üzerine, 7 Aralık 1063’te Selçuklu Beyleri tarafından tahta çıkarıldı ve kendisine biat edildi. Kısa zamanda bütün Selçuklu beyleri ve Tuğrul Beyin veziri El-Kunduri de Alparslan’a biat etti  27 Nisan 1064 günü Halife Kaim bi Amrillah’ın da hazır bulunduğu bir mecliste cülus merasimi yapıldı ve Alparslan sultan ilan edildi.

Alparslan ilk icraat olarak, asayişi temin etti. İsyanları bastırdı. Devlet teşkilatına ve orduya çeki düzen verdi. Akabinde de fetih harekâtına başladı. 1064’te bir Hıristiyan krallığı olan Gürcistan’ı fethetti. Kars’ı ve Ani’yi aldı.

Devleti için Bizanslıları devamlı bir tehdit unsuru olarak gören Alparslan, düşman üzerlerine gelmeden önce düşmanın üzerine gidilmesi yolunu seçti ve namlı kumandanlarını Anadolu’ya akınlara gönderdi. Bunlardan, Gümüş Tekin, Afşin ve Ahmed Şah Anadolu içlerine daldılar ve Bizans ordularını bozguna uğrattılar.

Afşin Bey 1067’de Malatya civarında çok kalabalık Bizans ordusunu bozguna uğratmış, Kayseri’yi fethederek Orta Anadolu’ya kadar ilerlemişti.

Afşin Bey 1069 senesinde de Anadolu’da Bizans ordusunu bozguna uğratarak akınlara devam etmiş ve Ege sahillerine kadar ilerlemiştir.

Alparslan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a da Anadolu’nun fethini emretmişti. Bu namlı kumandan aldığı emir üzerine süratle Anadolu’ya dalmış ve fetih harekatına başlamıştı.

Selçukluların Anadolu’da üst üste kazandıkları zaferlerden ürken Bizanslılar, kesin netice almak için büyük bu ordu hazırlamışlardı. İki yüz bin kişilik bir büyük ordunun başına imparator Romanos Diogenes geçmişti. Niyetleri Müslüman Türkleri Anadolu’dan çıkarmak, hatta bütün Selçuklu topraklarını ele geçirerek bu devleti ortadan kaldırmaktı. Bu niyetle yola çıkmışlardı ve kendilerinden de son derece eminlerdi. Böyle kalabalık bir orduya kimsenin karşı koyamayacağını zannediyorlardı.

Bizans ordusu şarka doğru ilerlediği esnada Alparslan Halep civarında bulunmaktaydı. Niyeti, bütün Suriye’yi fethetmekti. Bizanslıların Anadolu’nun doğusundaki yerleri ele geçirip Azerbaycan’a girmek maksadıyla ilerlediklerini haber alınca ordusunun bir bölümünü Suriye’nin fethi için bırakıp kalan 54 bin kişilik kuvvetle süratle yola çıktı. Fırat’ı geçip, Diyarbakır yoluyla Ahlat’a doğru hareket etti. Bu esnada Bizans ordusu Malazgirt’e gelerek kaleyi ele geçirmişti.

Sultan Alparslan, Buharalı İmam Muhammed Bin Abdülmelik’in tavsiyesi üzerine muharebeyi Cuma gününe denk getirmişti. 26 Ağustos 1071 Cuma günü bütün İslam beldelerinde ve Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazında halifenin gönderdiği şu hutbe ve dua okunmuştur:

“Allah’ım! İslâm’ın sancaklarını yükselt ve hayatlarını Sana kulluk için esirgemeyen mücahitlerini yalnız bırakma! Ya Rabbi! Alparslan’ı düşmanlarına karşı muzaffer kıl ve onun askerlerini meleklerin ile kuvvetlendir! Zira O, Senin rızanı kazanmak için varlığını, canını ve her şeyini fedadan sakınmıyor. O Senin yolunda ve dininin üstünlüğü için nasıl cihat yapıyorsa Sen de onu öylece koru ve düşmanlarını kahret!”

Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazından sonra bütün erler bir birleriyle helalleşmişti. Alparslan beyaz bir elbise giymişti.

Toplanan askerlerin yanına gelen Alparslan, atından inerek secdeye varmış ve Âlemlerin Rabbine şöyle niyazda bulunmuştu:

‘Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret!”

Sultan Alparslan daha sonra askerlerine dönerek şöyle demiştir:

“Burada Allah’tan başka bir sultan yoktur; emir ve kader tamamıyla O’nun elindedir. Bu sebepten benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”

Askerler heyecanla, hep bir ağızdan; “Asla emrinden ayrılmayacağız!” diye haykırmışlardı. Alparslan konuşmasına şöyle devam etmiştir:

“Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun, Zaferi kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır. Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana dek biz azınlıkta düşman çoğunlukta olmak üzere, böyle bekleyeceğiz. Düşmanı yenersek arzu ettiğimiz netice hasıl olacaktır. Yoksa şehit olarak Cennete gideceğiz. Beni izlemek isteyenler gelsinler. Geri dönmek isteyenler serbestçe dönsünler. Onlara hiçbir ceza verilmeyecektir. Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Ben de sizlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım.”

Bu konuşmasından sonra oku, yayı atarak kılıcını sıyıran Alparslan, “Bismillah!” diyerek en ön safta düşmana doğru at sürmüştür. Kumandanlarının arkasından şimşek gibi Bizans ordusu üzerine atılan 54 bin er, düşman ordusunu perişan etmişti. Gün boyu devam eden savaş neticesinde Müslümanlar kesin zaferi kazanmış, kılıç artığı Bizans askerleri yüz geri kaçmağa başlamışlardı. İmparator Diogenes esir alınmıştı. İmparator, Sultan Alparslan’ın  huzuruna getirildi. Muzaffer padişah esir imparatorun ellerini çözdürdü ve yanına oturttu. Esir imparatora misafiriymiş gibi davranıyordu. Sohbet esnasında İmparator’a sordu:

“Ey Rum Kayzeri, ben senin eline esir düşmüş olsaydım, bana nasıl muamele ederdin? Diogenes:

“Kamçılattırırdım” diye cevap verdi. Alparslan:

“Şimdi, benim size nasıl bir muamelede bulunacağım tahmin ediyorsunuz?”

“Ya öldüreceksiniz, yahut da bir harp esiri sıfatıyla bütün Selçuk ülkesini dolaştıracaksınız. Çok zayıf bir ihtimale göre de, benden bir kurtuluş akçesi ve rehineler aldıktan sonra serbest bırakacaksınız.”

Alparslan bu cevap karşısında tebessüm etmiş ve Diogenes’e: “Bilemediniz. Düşündüğünüzün hiçbirisini yapmayacağım. Sizi karşılık beklemeden serbest bırakacağım” demiştir.

Alparslan, Diogenes’e bol miktarda altın para verdi ve yanına muhafızlar katarak İstanbul’a kadar emniyetle gitmesini temin etti. (Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi. Cilt 3. Alparslan ve Zamanı, Ankara:2001,Türk Tarih Kurumu Yayınları)

Malazgirt zaferi üzerine Anadolu’nun kapısı Müslümanlara açılmıştır. Bu cennet belde kısa zamanda tevhid ehli ile dolmuş, tekbirlerle nurlanmıştır.

Mahir bir kumandan ve müdebbir bir idareci olan Alparslan İslâmiyet’i harfiyen yaşamaya gayret etmiş ve İslamiyet’in kazandırdığı güzel ahlakla milletine örnek olmuştur. Düşmanlarını bile affetmesiyle, üstün ahlakını göstermiştir.

Alparslan, veziri Nizamülmülke geniş selahiyetler vererek memleketin baştan  başa ilim ve irfan güneşiyle aydınlanmasına çalışmıştır. Hakkı tebliğ etmek ve yaymak için bütün imkanları seferber etmiş, Müslümanlara yönelen tehlikeleri bertaraf etmek için hayatını ortaya koymuş, cihaddan cihada koşmuştur.

Malazgirt’in büyük kahramanı, halkın içinde Hak’la beraber bir hakikat eridir. Mutfağında her gün elli koyun kesilir, fakirler ve yoksullar hep onun mutfağından yerlerdi. Divanında yoksul kimselerin isimleri kayıtlı idi. Bunlar muntazaman gelir ve kendileri için tayin edilmiş maaş ve geçim masraflarını alırlardı. Bazen hasta veya yoksul bir kimseyi gördüğü zaman son derece hislenir, teessüründen ağlar ve derhal yardım ederdi, Zira bu insanlar ona, Allah’ın birer emanetiydiler ve bu emanetten dolayı da Allah’a hesap verecekti .
Tarihçi Râvendi “Alparslan bütün cihâna at sürdü”, İbnül’Adim “hükümdarlar arasında onun kadar dine ve cihada bağlı kimse yoktur” derken, onun hayatının gayesi olan yüce ideal ve mefkûrelerin tahakkuku için her şeyini vakfettiğini belirtmektedirler.
Sultan Alparslan Maverâünnehir seferi esnasında esir edilen bir kale kumandanı tarafından hançerlendi.
Suikasta uğradığı zaman söylediği şu cümle, hem dindarlığını hem de cihan hâkimiyeti şuurunu güzel belirtir. “Bir tepe üzerine çıktığım vakit, ordumun azametinden ve askerlerimin çokluğundan altımda yerin titrediğini hissediyor ve kendi kendime “Ben dünyanın hükümdarıyım. Bu ordu ile Çin’i fethederim” diyordum, Bu gurur yüzünden bu duruma düştüm. Halbuki her sefere çıkışta daima Allah’tan yardım dilerdim…”

                                         *****

Tarihi kaynaklarda, Haşhaşilik, 11. Yüzyılda İsmaili tarikatına mensup din adamı Hasan Sabbah tarafından kurulmuş bir tarikattır. Haşhaşîlerin en belirgin özelliği; faaliyetlerini büyük bir gizlilik içinde yürütmeleri ve kendilerine muhalefet edenleri suikast yöntemi ile yok etmeleridir.

Bu sebeple “Suikastçılar Tarikatı” olarak da adlandırılmışlardır. Bâtınî hareket uzun yıllar imamlar ve dâîler tarafından son derece gizlilikle yürütülürken Hasan Sabbâh’ın liderliğinde “yeni bir kimlik” kazanmış ve böylece “Haşhaşîlik” ortaya çıkmıştır.

Haşhaşîler etki altına alamadıkları insanları kendilerine muhalif kabul etmişler ve onlara “şüphe” ile bakmışlar, bazılarını da zehirli hançer ile cezalandırmışlardır. Zaten Haşhaşî felsefesinde; dâîlerle propaganda, tehdit, sindirme, psikolojik baskı, muhaliflere suikast vazgeçilmez unsurlardır. Böylece birçok idareciyi kendi saflarına çekmişler ya da onları kendilerine karşı pasif konumda tutmayı başarabilmişlerdir. Diğer taraftan insanların beyinlerini uyuşturarak akıllarını kullanamaz ve mantıklı hareket edemez hale getirmişlerdir.

Selçuklu devlet erkanı ülkeyi Haşhaşîlerden korumak için gerekli tedbirleri alırken onların devlet kurumlarına sızmalarını önlemeye yönelik çalışmalar da yapmışlardır. Selçuklu Veziri Nizâmü’l-Mülk devlet hizmetine alınacak İranlılar’ın bilhassa dinî inanış bakımından temiz Müslüman olmalarına çok dikkat etmiş ve böyle yapılmazsa devletin varlığının bile tehlikeye düşebileceğini ifade etmiştir.

Sultan Alparslan beylerinden Erdem’in maiyetinde İsmailî inanca sahip birinin çalıştığını öğrenince çok sinirlenmiş ve Erdem’e: “Senin kâtibin olan Hurdâbe dedikleri o adamcağız, Haşhaşî değil midir?” diye sormuş, Erdem Bey: “Ey bendelerinin efendisi, o eğer hep zehir olsa, bu dergâhın sakinlerine ne zarar verebilir ki?” demişti. Huzura getirilen kâtibin Sultan’a Haşhaşî değil Şiî olduğunu söylemesi üzerine Alparslan: “Ey kötü adam, Râfızî mezhebi o kadar iyi midir ki, onu Haşhaşî düşüncene kalkan yapıyorsun?” diyerek kâtibi cezalandırmıştır. Sonra da: “Suç bu adamcağızın değildir, suç kötü inançlı birini kendi hizmetine alan Erdem’indir. Düşmanlarımız aciz kaldıkları müddetçe itaat gösterirler. İşlerde zayıflık zuhur ederse, öç almaya çalışırlar” demiştir. Böylece Haşhaşî yapılanmaya karşı tavrını ortaya koymuş ve devlet adamlarının da onlara karşı dikkatli olması gerektiğini ifade etmiştir.

Başkomutanımız Recep Tayyip Erdoğan, Haşhaşiler hakkında şöyle diyordu: “Büyük Selçuklu Devletinde Haşhaşiler denilen gözü dönmüş gizli bir örgütün devlet bünyesini nasıl esir almaya çalıştığını, gerektiğinde düşmanlarla nasıl işbirliğine gittiğini, asırlar önce millet olarak yaşadık ve gördük. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu sinsi virüslere, devlet bünyesini terk etmeye yönelik sızıntılara asla geçit vermez ve vermeyecektir.”(15 Ocak 2014 Akşam)

Cumhurbaşkanımız, FETÖ teröristleri için her gittiği yerde “Haşhaşi”  sıfatını kullanıyor. Fakat bu ifadenin hukuk, siyaset ve halk üzerinde etkisi olmuyordu. Çünkü  cemaat kırk yıldır gerçek yüzünü Kur’anı, Sünneti, Risale-i Nurları kullanarak çok iyi gizlemişti. 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra FETÖ teröristleri için bu kelimenin biçilmiş kaftan olduğu, onları bu isimlendirme dışında başka şekilde tarif etmenin de mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. Haşhaşi benzetmesinin bugün ne kadar doğru ve gerçek bir ifade olduğunu artık hepimiz daha iyi anlıyoruz.

Günümüzde mazlumların, mağdurların, ezilenlerin son sığınağı, son kalesi Türkiye’dir. Fetö hainleri son kaleyi yıkmak istediler. Kırk yıl takiye yapan, bu bukalemun yapılı, robotlaşmış insanların tavanının 15 Temmuz 2016 gecesi, altın neslin, katil, hain nesle dönüşerek  haşhaşı çizgide, bir ölüm makinesine, zombiye dönüştüklerini gördük. Bunlar için hedeflerine varmak  için Haşhaşiler de olduğu gibi  her yol mubah… Ne vicdanı var, ne ahlakı var, ne kul hakkı, ne herhangi bir kutsalı var. 

“Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşe çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç harici düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz…” diyordu, asrın manevi doktoru. Dinlemediler, bedelini vatan hainliği ile ödüyorlar.

“Düşmanlarımız aciz kaldıkları müddetçe itaat gösterirler. İşlerde zayıflık zuhur ederse, öç almaya çalışırlar.” Sultan Muhammet Alparslan

‘Her şeyi affedin, ama vatanınıza ihanet edenleri asla affetmeyin.’ Hz. Ali (ra)

Mehmet Abidin Kartal

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: