Sünnet-i Seniyye ile Muhabbetullah İlişkisi-2 (11. Lem’a’nın 10. Nüktesi’nin Şerhi)
(Önceki yazının devamı)
Bu makamda “Üç Nokta” isbat edilse, mezkûr hakîkat tamamiyle tezahür eder.
Birinci Nokta: Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü: Fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemâl ve Kemâl ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezâyüd eder. Aşkın en münteha derecesine kadar gider.
[ Muhabbet sebebi olan şeyler 3 tane olarak burada vurgulanıyor: Cemal, Kemal ve İhsan… Kalb, cemal-i bâkinin aşığıdır. Akıl, kemal-i sermedînin hayranıdır. Nefis ise, rahmet-i daimenin müteşekkiridir.[1] Rahmet ise, ihsan ederek kendini gösterir. İnsan akıl, kalb ve nefisten oluştuğu ve akıl ile Kemal, kalb ile Cemal, nefis ile ihsan bağı bu şekilde olduğundan Üstad, insan, kâinatın Halıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır, diye haklı olarak söylüyor. Bir zâtta bulunan bu özellikler sonsuz derecelere varırsa, ona karşı muhabbet de o nisbette sonsuzlaşır.
Dikkat edilirse Üstad cemal-muhabbet, kemal-perestiş, ihsan-sevmek bağı kurmuş. İlginç olan şu ki muhabbet, Arapça; perestiş, Farsça; sevmek ise, Türkçe… Sanki Araplar, cemalden anlar; Farslar, kemalden anlar; Türkler ise, ihsandan diye bir işaret veriyor. Yani kendi ırkına göre gidebileceğin yol budur diye Üstad ince bir meseleye de dokunduruyor. Ben, ırk olarak Türk olduğum için ihsanı, çok seviyorum. Allah nimet verdikçe, Ona karşı sevgim daha da artıyor.
Muhabbet, habbe ile aynı köktendir. Kalbinde, bir aşk sarmaşığının çekirdeğini taşımak demektir. Muhabbet çekirdeği cemal tecellileri ile büyürse, o kişinin kalbinde Kemale karşı bir aşk sarmaşığı büyür. Aşk, Arapça’da sarmaşık demek… Perestiş, tapar derecede sevmek demektir. Perestişin en ileri boyutu Allah’ın bendesi, kapısının ayrılmaz kulu olmaktır. Sevmek ise, öz Türkçe’de ev kelimesi gibi insanın sığınması anlamındadır. İnsan sevdiğine sığınır. Bu manada muhtaç olan kişi de cömert birinin ihsanına sığınır. İhsan gördükçe, Ona sığınması daha da artar. Bu manada ihsan sarayına sığınan bir fakîr, sevgisi ve şükrü ile Allah’ın ihsanının mükemmelliğini ve sonrasında zatının kemalini elde edebilecek boyuta kadar ilerler.
Aşkın en münteha derecesi, cezbe ve incizap halidir. Yani kişinin iradesinin devre dışı kalması seviyesidir. Yani Allah’ta fani olma, Onunla bâki olmaktır. ]
Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütübhâne hükmünde binler kitab kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki: Kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.
[ Kalbin bir hizmetkârı, insanın hafıza kuvvetidir. Kalbin duygusal bir zekâsı var. Bu zeka ile kütüphaneler dolusu bilgiyi içine alan hafızasındaki bilgileri işleyip marifetullah haline getirebilir. Getirirse kâinatı Allah’ın cemal, kemal ve ihsanının sergilendiği bir sanat-hikmet-rahmet sergisi olarak görebilecek bir tevhid boyutuna yükselir. Kâinattaki güzellikler, onun kalbini, mükemmellikler aklını, ihsanlar ise nefsini hareketlendirip onu muhabbete, perestişe ve şükre sevkeder. Bu şekilde insan, kâinat çapınca bir aşk ile Allah’a bağlanır. Çünkü kâinattaki bu görüntü sürekli yenilendiği, farklı cemal-kemal-ihsan tecellilerini gösterdiği için kendisi bir seyirci konumunda aşk ile bunları temaşa eder. 7. Şuada Üstad’ın ifade ettiği gibi insan kalbi ve aklı, kâinat kadar inkişaf edebiliyorlar. ]
Mâdem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve Cemâl ve Kemâle karşı böyle hadsiz bir isti’dâd-ı muhabbet vardır.
[ Hadsiz bir istidad-ı muhabbet: İnsan dünyaya geldiğinde, muhabbet potansiyeliyle geliyor. Yaşanan, görülen, duyulan her şey bu muhabbet çekirdeğini açmak ve bütün kâinatı saran bir ebedî aşk sarmaşığına dönüştürmek içindir. Bu manada bakılırsa, Allah’ın en sevdiği duygu minnet duygusudur. Allah öyle ihsanlar ve nimetler verir ki, kalbin en ince duygularını harekete geçirip Kendisine minnettar eder. Bu manada Mennan ismi, muazzam bir isimdir. Minnet duygusu ile insan daha bir Allah’a sarılır, tutunur. Kur’anda bu duygu, Hz. Musa (AS) ile ilgili kıssalarda vurgulanır.[2] Karakter olarak size de Hz. Musa (AS) gibisiniz. Bu manada Allah’ın size bu tarz nimetlerini hatırlayınız ki, minnettar olasınız. Minnettarlığın bir ilerisi, medyuniyettir. Yani kendini Allah’a borçlu hissetmek… Medyuniyet ile din, aynı köktendir. Bu manada dindarlık, kendini Allah’a daima borçlu hissetmek, ebediyen bu borcu ödeyemeyeceğini bilmek ve bunun şuurunda olmaktır. ]
Ve mâdem bu kâinatın Hâlıkı, kâinatta tezahür eden âsâriyle, bilbedahe tahakkuku sabit olan hadsiz cemâl-i mukaddesi;
[ Burada vurgu cemalin tahakkukunun sâbit olmasına dair… Tahakkuk, bir hakikatin gözle görünür hale gelmesi, vücud bulmasıdır. Çekirdeğin ağaç olmasına tahakkuk denilir. Çekirdek içinde ağacın hakikati var ama ağacın vücudu yok. Hakikat ile vücud birleşirse, hak zuhur eder. Tahakkukun sâbitliği ise, her yapılan işin o hakikatin bir tahakkuku haline gelmesi demektir. Bu manada kâinattaki bütün eserlerde ya bizzat veya dolaylı olarak bir cemal ve güzellik bulunması gösterir ki Cenab-ı Hakk cemalini göstermek için yaratıyor. Genç ve güzel bir kadının heykelini yapmak, bir sanat ve güzelliktir. Fakat bu kadında olan güzelliği taşa nakşetmek ve kopyalamaktır. Fakat usta bir heykeltraş, yaşlı kadının heykelini en ince detaylarına kadar büyük bir ustalıkla taşa nakşetse, burada eserin kendisi göz alıcı değildir ama sanatın kendisi göz alıcıdır. Bu manada kâinatta yaratılan her şeye bu 2 gözle bakıldığında çirkin bir şey olmadığı, olamadığını görürüz. Küflenmiş ekmek de, fırından yeni çıkmış ekmek de sanat eseridir. Belki küflenmiş ekmek çok daha sanatlıdır. Çünkü üstünde canlılar yaşıyorlar. Bu cümleden çıkarılacak özet netice: “ Allah ne yaratırsa yaratsın bir güzellik yaratır, kusursuz cemal-i zâtını veya cemal-i sanatını onunla gösterir. Ezelden ebede…]
bu mevcûdâtta tezahür eden nukuş-u san’atıyla bizzarure sübûtu tahakkuk eden hadsiz kemâl-i kudsîsi;
[ Burada vurgu kemalin sübutunun tahakkuk etmesine dair… Sübût, bir şeyin tereddütsüz bir şekilde, esnemeyecek, yıkılmayacak surette olması, sabitlik demektir. Bu sübut, kalıcı ve daimi olmayı netice verir. Mesela hak yolunda birini sâbit kılmak demek, onu o yolda baki kılmak, başka yollara kaymasına engel olmak, onu muhafaza etmek demektir. “ Allahümme yâ mukallibe’l-kulûb sebbit kalbî alâ dînike ”[3] ( Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi Senin dini üzerine sâbit kıl ) hadisi bu meseleyi vurgular. Âyette var: “ İn tensurullâhe fe yensurküm ve yüsebbit akdâmekum ”[4] ( Eğer siz Allah’a ve dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı dîni üzere sâbit kılar. ) Sübûtunun tahakkuku ise, kemal, bâtın ve zâhiri kuşattığı ve zuhur etmemiş kemal, kemal olmadığı ve İlâhî sanattaki nakışlarla İlâhî kemal zuhur ettiğinden, kâinattaki bu kadar ince ve hassas sanatlarla her şeyi nakış nakış işlemesi aslında kemalinin külli şekilde zuhur etmesine ve gerçek kemal olmasına, bu sürecin ebedî devam etmesi ise kemalin sabitliğinin kendini gözle göstermesine ve hakikatli olduğuna dair kanaat oluşturmasına işarettir. Cemal, gizlidir; kemal ise gizlinin gizlisidir. Çünkü bir insanın kemali idrak edebilmesi için, önce cemali görmesi; cemali görebilmesi için nesnelere sanat, muvazene, tenasüp gözüyle bütünden bakması gerekiyor. Kemal içinse o nesne ile içinde bulunduğu mekan, içinde bulunduğu an, geçmiş ve gelecek zamanlar ortasında bulunduğu konum noktasından bakması gerekiyor. Ki kâinattaki sanat ile ondaki sanatın ilişkisi ve bir birini bütünleyiciliği ortaya çıksın. Bu açıdan cemal tecellisini görüp Hakka âşık olan evliya çoktur. Ama kemal tecellisini görüp Hakka iştiyak makamına çıkan asfiya az sayıdadır. Üstad burada “mevcudatta tezahür eden” diyerek yine zuhur konusuna vurgu yapıyor. Zuhur hakikati, kâinatı ve mevcudatı görselliği olan bir keyfiyete büründürmüş. Bu cümleden alınacak ders “ yaratılanlardaki bu kadar ince sanatlar, en küçük mahlukta da en büyüğünde de olan bu sanat inceliği ve ustalıklar, her gün, her yıl yenilenen sanatlı yapılar gösteriyor ki kemal-i Hakk zâhir olmak istiyor, sâbit şekilde kendini göstermek istiyor, baki hakikatini zihinlerde sabitleştirmek istiyor. Ta ki insan nerede olursa olsun, nereye ve hangi âleme giderse gitsin orada da kemal tarafından kuşatıldığını bilsin. ]
ve bütün zîhayatlarda tezahür eden hadsiz envâ-ı ihsan ve in’amatiyle bilyakîn ve belki bilmüşahede vücûdu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır.
[ Burada vurgu ihsanın vücudunun tahakkuk etmesine dair… Vücud, bir şeyin varlığı, bulunurluğu ve görünürlüğü demektir. İhsan, bir manada güzelleştirmek, çirkinliklerini gidermek demektir. Genel bilinen manada, maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderecek şekilde muhtaç birine yardım etmek, iyilikte bulunmak, hibe yapmak anlamına gelir. Bu kısımda da bu manada kullanılmış. Vücudunun tahakkuk etmesi ise, ihsan fiile dayalı isimlerden Muhsin isminin eseridir. Yaratmakla, ihsan hakikati kendini gösterir; varlığını bildirir. Bu manada yaratıcılık ve yarattığı şeylerin maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde düzen kurma ve sürekli şekilde onları destekleme bir ihsandır. Canlıların rızıklandırılması, dünyanın güneşten belirli bir mesafede tutularak güneşe çekilmesinin engellenmesi dünyaya ve üzerindekilere de yapılmış bir ihsandır. Fakat şuurlu bir canlı için ihsanın sâbit bir varlığı olması çok önemli ki, üzüntülere düşmesin. İşte bu noktada Üstad ihsanın varlığının tahakkuk etmesini vurguluyor. Bir şey var olunca, ala külli hal, görünür olur. Yani bu manada vücud, şuhudu doğurur. Mesela bir mağarada mantar bulmak demek, orada mantarın var olduğunu bulmak demektir. Var olmayanı bulamayız. Bu açıdan Arapça’da vücud, bulmak anlamındadır. Aynı zamanda bir şeyi bulmak, onu görmek, onun gerçekliğine taraftar olmak demektir. Arapça’da şuhud, bir şeyi görmek, onun gerçekliğine taraftar hale gelmek demektir. Bu manada kâinattaki görünen hadsiz ihsan türleri ve nimetlendirmeler ile biz ihsan hakikatinin varlığına yakinen eriyor, onu müşahede ediyoruz. Bu açıdan Üstad “bi’l-yakîn ve bi’l-müşahede ” diyor. ]
Elbette zişuurların en câmii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor.
[ Câmi, kendinde cem eden, toplayan demektir. Cemal, Ehadiyetin tecellisidir. Ehadiyet ise, bir cem’dir, 1001 ismin cem olmuş halidir. Kemal, Vahdaniyetin tecellisidir. Vahidiyet ve Ehadiyetin toplamıdır. Vahidiyet, kâinattaki 1001 ismin cem olmuş halidir. Bu manada kemal, cem’in cem’idir. Bu cem’ü’l-cem’i idrak edebilecek yapı da zişuurun en câmiinde olabilir.
En cami’ potansiyel demek, zaruri olarak en muhtaç demektir. Çünkü Samed, müstağni demektir. Ondan gayrısı ise ihtiyaç içinde bir fakîr demektir. En büyük potansiyel kimdeyse en muhtaç odur. Onun ihtiyacına göre Samediyet hazineleri kapılarını açar. Samed, doyuran demektir. Bu manada hadiste “el-fakru fahrî”[5] (Ben Allah’a karşı fakrımın çapıyla iftihar ederim) deniliyor.
Buradaki “ cami ” lafzını Üstad insanın akıl-kalb-nefis boyutlarıyal eşleştirerek şöyle açıyor: Hırslı nefsiyle “en muhtacı”, meraklı aklıyla “en mütefekkiri” ve âşık kalbiyle “en müştâkı…” İhsanatın her çeşidine ve nimetlendirmelerine en muhtaç beşeriyettir. Kemalinin sonsuz perdelerini açma konusunda en meraklı hayranı, Âdemoğludur. Cemalinin tecellilerine âşık ve müştak insanoğludur. Bu açıdan hadsiz cemali, nâmütenahi kemali ve külli ihsanatıyla insanın fıtratından hadsiz bir muhabbetin Allah’a yükselmesi hikmet ve hakikat gereğidir.]
Evet herbir insan, o Hâlık-ı Zülcelâl’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi, o Hâlık dahi, herkesten ziyâde cemâl ve kemâl ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbûbiyete müstehaktır.
[ Üstad, bu iki cümle şu noktaya parmak basıyor: İnsan, fıtratı gereği Habîbiyetin sonsuz mertebelerinde ilerleyebilecek potansiyeldedir ve zikir gibi anahtarlarla bu potansiyeli aktif hale getirebilir. Sevgi meselesinin insana bakan cephesi bu şekilde izah edildi. Üstad şimdi, Mahbubiyet cephesine geçiyor ve Halık-ı Zü’l-Cemali ve’l-Kemal’in sonsuz bir mahbubiyete müstehak olduğunu ispat edecek… ]
(Devam edecek…)
[1] Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte, İsm-i Kayyum Bahsi, 5. Şua, 3. Vazife.
[2] Taha suresi 36 ve 37. âyetlerde vurgulandığı üzere…
[3] Tirmizî, Kader 7, Daavât 90, 124. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 182, VI, 91, 251, 294, 302, 315.
[4] Muhammed suresi, 7. Âyet.
[5] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2/87.