Etiket arşivi: 31. söz

Bütünü görmek insanı neden rahatlatır?

Şuradan başlayalım: Ene Risalesi üç yol (Fatiha’nın ahirindeki üç yol: mağdub, dallin ve sırat-ı müstakim ehilleri) analiziyle biter. Bu yollardan birisi yeraltından gider ki, müellif-i muhteremin ifadesiyle, “O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir.

Diğeri yeryüzünü kateder. O da “(…) esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü’l-hakaike ve Vâcibü’l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir.”  

Üçüncüsü Bediüzzaman’ın da ‘asansör’ ifadesiyle zikrettiği havadan bir yolculuktur. “Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur’ân’-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir.” Mürşidim bu yolun aslını da şöyle tarif eder: “(…) üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’ân’ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir.

Benim ‘Parçalarda Boğulmak’ başlıklı yazı serimi okuyanlar bilirler. “Hayır küllî, şer cüzidir…” ifadesinden ilham alan iddiam şudur ki: Biz şer dediğimiz herşeyde aslında parçada boğuluyoruz. Bütüne çıkamıyoruz. Bütüne çıkıldıkça ancak varlığın hayır ciheti görünüyor. Parçada kalındıkça nazar körleşiyor.

Andolsun ki onlara, ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, mutlaka ‘Allah’ derler!” buyuran Lokman sûresi de aslında buna dikkatimizi çeker. Kafir nazarı ‘yerlere ve göklere’ kadar çıktığında Allah’ın varlığını ve kudretini kabul etmekten kaçamaz. Fakat kendince küçük gördüğü muamelatta veya fiillerde (mesela yine Kur’an’ın ifadesiyle ‘çürümüş kemikleri kimin dirilteceği’ hususunda) Allah’a ortaklar/yardımcılar veya imkansızlıklar şart koşabilir. Şirk zaten budur. Yoksa Allah’ı büsbütün inkar değildir. O aslında tevhidin inkarıdır. Hata ile ilahların sayısını çoğaltmaktır. Ve sınırlandırmaktır. Öyle ya! İlahlar çoğaltıldıkça tasarruf alanları daralır. İnanılan ilahların sayısı arttıkça sınırları da artar.

İşte, bana göre, içinden şer ve dalalet çıkan bu nazar boğulması aslında ‘parçada boğulmaktır’ ve eşyada görünen teavün/yardımlaşma, tesanüd/dayanışma, teanuk/konuşma, tecavüp/cevaplaşma gibi fiilerin hakikati de ancak küllî bir bakışla keşfedilir. Tevhidin en büyük delili de zaten bu tarz ‘hep birliktelikten haber veren’ fiillerdir. Fakat modern aklın parçalayıcılığı herşeyi varlık adacıklarına ayırarak böylesi fiilerin okunmasına engel olur. Yine yüzümüzü Ene Risalesi’ne dönelim:

Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, ‘Kendime mâlikim!’ diyen adam, ‘Herşey kendine mâliktir!’ demeye ve itikad etmeye mecburdur.” Buradan şuraya gelelim. Selahaddin Yusuf, Sirenleri Taşa Tutun’un hemen başlarında yeralan bir yazısında Alan Watts’tan şöyle bir alıntı yapar:

Doğa bilimi incelemeleri başladığı zaman önce ayrıntılı bir biçimde türlerin ayrımı işine girişilmişti. Ekolojinin inceleme alanına alınması ancak son zamanlarda oldu. Son zamanlardadır ki, türlerin arasındaki ilişkilerin incelenmesine başlanıldı. Şöyle bir bakacak olursak aklın yapabildiği şey, olsa olsa dünyayı nesnelere ve olaylara bölmekten başka birşey değil. Bu da nesnelerin birbirinden bağımsız ve bağlantısızlığı ve tıpkı bunun gibi bizim de nesnelerden bağımsızlığımız bağlantısızlığımız üzerine abartılı bir vurgu yapmış oluyor. Aklın bundan sonraki görevi böylece bölünmüş olan şeyler arasındaki bölünüp koparılması olanaksız olan bağlantıları ve ilişkileri yeniden keşfedip sayısız parçalara bölünmüş olan evreni bütünlüğe kavuşturmak olmalıdır. Bunu yaparken akıl kendi sınırlarını görüp anlayacaktır. Anlayacaktır ki, akıl bunun için yeterli değildir. Akıl tek başına yeteri kadar akıllı olamaz. Nasıl suyu içtiğiniz zaman soğuk olduğunu anlıyorsanız, bunun gibi içgüdülerden gelen bir duyarlılıkta dünyaya yaklaşılmadıkça bu bağlantıları, bu ilişkileri bilmek olanağı olamaz…

Bu metin her nedense bana miracı hatırlattı. Bir insan düşünün ki parçalarda boğulabilmek tehlikesi adına en çetin sınavları vermiş. Kendi kavminden, kabilesinden, hatta öz amcasından düşmanlık görmüş. Boykotu yaşamış, baskıyı yaşamış, eşi Hz. Hatice annemizi kaybetmiş, ardından amcası Ebu Talib vefat etmiş, ardından Taif’e gitmiş ve orada taşlanmış. Ve hepsini aşmış. Taif’te üzeri kan içinde ettiği o meşhur münacaatta vurguladığı gibi: Eğer Onun rızası varsa bütün bunların önemli olmadığını söyleyebilmiş. Yüzü bu denli bütüne dönük. Bütünün sahibine dönük. Her hayrın onun elinde olduğunun farkında.

İşte yüzü böylesine bütüne dönük olanı, bütünden dönmez olanı, Rabbinin miraca çıkarıp bir ‘manevî asansörle’ bütünün bütün parçalarını göstermesi neden garip olsun? Allah parçalarla imtihan ettiği kulunu, onlarda boğulmaz görünce, iman ettiği bütünü görmek şerefine erdirmiş olamaz mı? Ki o zaten görmüş gibi iman ediyordu.

Bütünü görmek beşer için ferahlatıcıdır. Irvin Yalom Nietzsche Ağladığında’da der: “Evrensel bakış her zaman trajedinin etkisini dağıtır. Yeterince yükseğe tırmanabilirsek, o trajedinin artık trajik görünmediği bir yüksekliğe de erişebiliriz.” Ki parçalarda boğulanların merhemi de her zaman bütündür. Aleyhissalatuvesselamın vefatı hengamesinde acısından dolayı çevresine sert sözler söyleyen Hz. Ömer’i (r.a.) vahyin bütünlüğü ile tedavi eden de Hz. Ebu Bekir (r.a.) değil miydi? Hem zaten vahiy de bizi her zaman tevhidî bütünlüğü hatırlatarak tedavi eder. Allan Watts’ın ideal akılda hayal ettiği şeyi vahiy yapar aslında.

Şimdi, istersen yüzünü tekrar 30. Söz’deki Ene Risalesi’nin ahirine çevir, sonra da 31. Söz olan Miraç Risalesi’ne bak. Oralarda da parçalarda boğulmamayı başarmış bir kula, Allah, asansörünü lütfetmiyor mu?

Yerin altıdan veya üzerinden geçmeyi başaran, bu çetin yolculuklarda Kur’an’ın verdiği vesait ve araçları elinden bırakmayan, yani yola yenilmeyen bir kula ‘asansör’ lütfetmek. Belki de hakikat-i mirac ve vahiy böyle birşeydir: Yola yenilmeyenin yoldan aşkınlaşması. Bunu da bir düşün arkadaşım. Belki o iki risalenin arka arkayalığında böyle bir sır da var.

Ahmet AY – risalehaber.com

Miraç (Sene 1954)

Sene 1954…

Miraç Kandili…

İmam efendi, miraçla ilgili olayları anlattı, minberden aşağı indi. O sırada bazı sorular, hem kafama hem de kalbime saplandı: “Peygamberimiz neden göğe çıktı? Nasıl çıktı? Ne yaptı?

Düpedüz, (haşa!) miraç ayetinden, imamın anlattıklarından şüphelenmeye başlamıştım. Aynı imam, daha evvel demişti ki, “Kur’an’ın bir tek harfine inanmayan kafir olur.

Beynim patlıyordu

Ben kafir mi oluyordum? Günlerce şehri dolaştım. Kime sorayım? Kim bana yardım eder? Arapça bilen bir hocaya aynı soruyu sordum. Ağladı… Ben de bekliyorum ki bu kadar duygulandığına göre bana da iyi bir cevap verecek. Mendille gözyaşlarını sildi. Ben hâlâ cevap bekliyorum. Yüzüme baktı, “Allah’ın hikmeti, evladım…” dedi. Büyük bir hırsla dönüp oradan uzaklaştım.

Bir arkadaşıma rastladım. Onunla sohbete başladım. Yahu, dedim, geçenlerde bir hoca miracı anlattı. Anlattığı şeyler kafama yatmadı!

Arkadaş beni evine götürdü. Kapıda bekliyorum; “Sözler” isimli kitabı getirdi; 31. Söz’ü açtı. “İşte, senin sorunun cevabı burada. İstersen içeri gir, okuyayım.” “Kendim okurum” dedim. Kitabı ödünç aldım, gittim eve…

Okudum… Bir şeyler söylüyor amma hiçbir şey anlamadım. Hutbeyi okuyan hocayı buldum, “Hocam, bende bir kitap var. Orada miracı anlatıyor. Okudum bir şey anlamadım. Siz okuyup anlatır mısınız?” Kitabı verdim. “Bir hafta sonra gel, konuşalım” dedi. Ondan sonra o hoca, hutbeleri Risale-i Nur’lardan yapmaya başladı.

Ben Miraç hadisesi üzerinde çok durmuşumdur. Onu anlamaya çalışmak için çok inat etmişimdir. Bunu anlayacağım, derdim. Defter, kalem, lügatler… Günlerce hatta gecelerce çalıştım 31. Söz üzerine…

Bir cümlesi beni irşat etti. O cümle şudur: “Miraç, eşyanın mahiyetinde seyr-i sülûktur.

Bu cümleyi de, bir çizgi film aydınlattı. Filmde bir adam, bir başka adamın damarından içeriye girdi. Başladı dolaşmaya. “Bu, alyuvarlardır, gıdaları taşır. Bu da akyuvarlardır, mikroplarla savaşır. Bunlar sinirler, duyguları nakleder. Bu da kemiktir, iskeleti oluşturur. Bunlar kaslardır, iskeleti hareket ettirir, bu gözdür, bu dildir…” diye çizgi filmdeki adam, vücudun mahiyetinde seyr-i sülûk ediyordu.

Buradan gelelim miraca… Allah, çok sıkıntılar çeken Peygamber’ini, kainatta dolaştırıyor. Gezegenler, denizler, bulutlar, ağaçlar, her şeyin mahiyetini gösteriyor. “Ey Resûlüm, işte ben bu kainata böylesine hakimim. Seni koruyan da benim. İtimat et, güven, tebliğe devam…

Evet, benim anladığım miraç, buydu ve böylece miraç ayetini inkardan kurtulmuştum.

Tabiat Risalesi’ni okudum; tabiatçılıktan kurtuldum. Ayet’ül Kübra’yı okudum, kainatı anladım. Risalet-i Ahmediye’yi okudum, Peygamber’imizi anladım. Risale-i Nur’da, benim her soruma cevap vardı… Hiç şüphe yok ki, bu kitaplar bizim imanımızı kurtardı.

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi