Etiket arşivi: A.Raif Öztürk

Mübarek Günlerde En Makbul İbadet?

İnsanlık aleminin bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti, gayesi ve sebebi, Kainatın Halikını tanıyıp O’na cc İBADET etmektir. (Zariyat S. 56. Ayet. Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!) Bu ayetteki “Ancak” vurgusu, “başka bir sebeple değil” anlamındadır ve çok önemlidir. Peki, bu mübarek günlerde en makbul ibadet hangisidir?…
 
Her zaman en makbul ibadetler; öncelikle ‘haramların terki’ ve ‘farz ibadetlerdir’.
Farz ibadetlerden sonra vacip ibadetler geliyor ise de, en makbul, en avantajlı ve en karlı ibadet; elbette tüm ibadetlerin ANA HARCI ve “mayası” hükmünde olan, Kur’an ile meşgul olmaktır. Çünkü her ibadetin temeli Kur’ana dayanıyor. 
Peki, Kur’an ile meşgul olmak nasıl olur? 
 
1. Kur’an-ı Kerimi, “yüzünden ve doğru okuma eğitimi almak veya vermek”.
2. Kur’an-ı Kerimin içeriğini, insanlık alemine verilen MESAJ yönünü incelemek. Yani Kur’an ilmiyle meşgul olmak, Nurterapiler, Kur’an sohbetleri ve tefsir çalışmaları vb.
3. Kur’an-ı Kerim reçetesini, tüm insanlık alemindeki muhtaç gönüllere ulaştırmak. 
4. Kur’an-ı Kerimi yüzünden, tertilen (tecvid kurallarına göre, tane-tane, hazmederek, sesli bir şekilde) ve çokça okumak. 
5. Kur’an-ı Kerimi “mukabele” suretinde veya her zaman okumak ve dinlemek. 
Görüldüğü gibi, bu beş maddenin neredeyse tamamı, 1. maddeye yani Kur’an okumayı bilmeye bağlıdır. İşte bu nedenlerledir ki Kur’an okumayı öğrenmek, her Müslüman için mutlak bir vecibedir. Üstelik de Kur’an, bir Cennet lisanıdır. Bilvesile bendeniz öncelikle, KUR’AN-I Kerim hakkında birkaç önemli MÜJDE’Yİ de arz etmek istiyorum. 
 
Bu müjdeleri ben ilk okuduğumda çok duygulanmıştım, çok sevinmiştim. Özellikle ikinci müjdede kendimi ve duygularımı frenleyemediğim için, sevincimden ağlamıştım. 
 
Birinci müjde: Kur’an okumada veya dinlemede, herkes için üç etki alanı vardır. 
Bunlar: A- Cismani etki alanı, B- Nurani etki alanı, C- Ruhani etki alanıdır. 
A- Cismani yani Fiziki etki alanı hakkında herkes bir şeyler biliyor ve hissediyor. Kur’an okurken veya dinlerken rahatladığını, stresinin kaybolduğunu, hafiflediğini ve huzur duyduğunu söylüyor, fakat en bilimsel açıklamayı, Japon Prof. Masaru Emoto yapıyor. 
 
3 Yıldan fazla süren çalışmaları sonrası yazmış olduğu ‘Su Kristalleri’ adlı kitabında Prof. Dr. M. Emoto; “SU, cansız bir madde değil, canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşmaktadır. Su, çevresinden pozitif ve negatif bilgileri alır ve ona göre tepki verir.” diyor. Emoto, bu çalışmalarıyla görünmeyen bir ruh ve maneviyat aleminin varlığına özellikle Kur’an okunurken veya ezan okunurken, sudaki moleküller, meydana gelen o ulvi frekans ile mükemmel bir kristalik yapıya ve dizilime ulaştığını keşfediyor.
 
..Ve kitabının sonunda da şu iddiayı haykırıyor: “İnsan vücudunun yüzde 70’i de sudan oluştuğuna göre, İslam’ın, Kur’an’ın insan bedenine ve Ruhuna, ne denli ‘doğru hitap ettiği’ ortaya çıkıyor…” diyor.
B- ve C- Maddelerindeki Nurani ve Ruhani etki alanları ise kişilerin ihlasına, takvasına ve Yüce Rabbimizin takdirine göre, sınır konulmadan ecir ve taltif edilmektedir… 
 
Bir kimse aldığı herhangi bir ilacın mahiyetini, içeriğini ve TERKİBİNİ bilmediği halde, o ilaçtan yararlandığı gibi, Kur’an okuyan ve dinleyen kişi de, anlamlarını ve bu bilimsel avantajları bilmese bile, yine bu etki alanlarından mutlaka yararlanmaktadır… 
 
İkinci Müjde: Peygamber efendimiz sav. Sahabeleriyle sohbet ederlerken, buyurmuş ki: 
 
“Bir kimse öldüğünde, yakınları cenaze işleriyle meşgul iken, son derece güzel bir kişi gelir, mevtanın başının yanına durur. Mevta kefenlendiğinde, o güzel kişi küçülerek, kefen ile merhumun göğsü arasına süzülür. Mevta kabrine defnedildikten sonra herkes evlerine döner. Verilen talkından sonra ise Münker ve Nekir adlı iki özel melek gelir. 
Bu arada, kefen ile o kişinin göğsü arasına girmiş olan o güzel kişi de çıkar. 
 
Sorgu melekleri, mevtayı kişisel mahremiyet içinde ve imanı hakkında çok ciddi bir sorgulama yapmak için, o güzel kişinin oradan çıkmasını isterler. 
 
O güzel kişi Yüce Rabbinin emrini göstererek, şöyle konuşur. 
 
-‘Bu mevta benim refakatimdir. Bu benim dostumdur. Ben hiçbir şekilde onu yalnız bırakamam. Çünkü ben Yüce Rabbimiz tarafından yetkilendirildim. Sizler kendi görevlerinizi yapınız. Bu mevtanın, Cennet bahçelerine girmesini kabul ettirinceye kadar, ben bu mevtayı terk edemem…’ der. 
 
Bu olanları takip eden mevta, bu güzel kişinin kim olduğunu çok merak eder. 
O güzel kişi, mevtanın bu merakına cevap olarak şöyle konuşur:
• -“Hani sen dünya hayatındayken, bazen yüksek sesle, bazen kısık sesle, bazen de mırıltıyla sürekli okuduğum KUR’ANIM ben. Rabbim beni böyle şekillendirerek, senin için yetkilendirdi. Bundan sonrası için de sakın endişe etme. Bu sorgulamada da (Haşir, Kıyamet, Sırat vs.) sonrasında da üzüntü duymayacaksın…” der ve sorgulamayı izler. 
Sorgulama bitince o güzel kişi, mevtanın rahat etmesi için, Meleul a’ladan (meleklerin, yüksek semadaki makamlarından) misk kokularıyla bezenmiş bir döşek hazırlarlar…
 
Allah Resulü Muhammed sav. Bu müjdeyi anlattıktan sonra şöyle ilave buyurur: 
• -“Hesap gününde de, ne bir peygamber, ne de bir melek, Allahın cc. indinde, KUR’AN’dan daha imtiyazlı bir şefaatçi olmayacaktır…” (Ramud-ul Ehadis, İlahi Nizam, İhya-u Ulumiddin.)
Acaba, insanın en büyük endişesi olan, er veya geç çıkacağı bu zorunlu yolculukta, kişiyi tüm endişelerden kurtaracak bu güzel müjdeler için, neler feda edilmez ki?… 
 
Bu konuda bir Hadis-i Kudsi: 
 
“Siz Kur’an ile meşgulken, diğer kullarım dua ederek benden bir şeyler istiyorlar. Siz Kur’anla meşgul olduğunuz için isteyemediğiniz halde, onlara verdiklerimden çok daha fazlasını size vereceğim.” Ne kadar çok önemli bir müjde, değil mi?… 
Kur’an okumayı her ne sebeple olursa olsun, ihmal edenler, bu müjdelerden sonra, bütün imkanlarıyla Kur’an öğrenmeye, her gün ve her fırsatta okumaya, başkalarına da öğretmeye seferber olmazlar mı?… 
 
Bediüzzaman Hz.’nin ifadesiyle de; “Kur’an, yerin ve göğün sahibi olan Allah’ın cc., tenezzül buyurup bizimle konuşmasıdır.” (Şualar, s. 115.) Tek bu sebep bile, bir hazinedir.
 
“İçinde Kur’an’dan bir şey olmayan ceset, harap ve virane bir eve benzer ”
(Sünen-i Tirmizi; 5/177)
Bu güne kadarki imalimizin AF edilmesi niyazıyla; “..haydi BİSMİLLAH…”..diyerek, bu konuda ciddi faaliyetlere başlayalım, inşaalah… 
A. Raif Öztürk – nurdanhaber.com

Sünneti Hafife almak, Cinayet-i Azimedir

Son zamanlarda, fetö den umduğunu bulamayan ve ümitlerini kesen iç ve dış şer güçler, bazı İlahiyatçı görünümlü potansiyellerine sarıldılar. İlla ümmeti bölmek, böldürmek ve parçalamak adına bu kez akla ziyan konuşmalarla, İslam’ın temeli olan EDİLLE-İ ŞER’İYYENİN dört direğinden, ikincisini yani Sünnet-i Seniyyeyi hafife almaya, hatta tahrif ve tahrip etmeye başladılar. “Kur’an ve Ayetler bize yeter” safsataları da onların bir nevi sinsi tuzaklarıdır.
 
Televizyonlarda ve çeşitli mahfillerde, dört koldan yaptıkları bu saldırılarla kustukları zehirleri, yıllardan beri sinsi metodlarlacahil bırakılan kesime yutturmaya başladıklarını da eseflemüşahede etmekteyiz. Aklı eren her Müslümanın, bu cinayete seyirci kalması da asla düşünülemez. 
 
Yazı başlığındaki “Cinayet” kelimemi belki abartılı bulan kardeşlerim olabilir endişesiyle, önce hem bu Sünnet-i Seniyyeyi tahrifin ve hatta hafife almanın ne kadar çok muzır ve tahripkar bir davranış biçimi olduğunu ispat etmek zorunda olduğumuza inanıyorum. HAKK olan konuların, ispatı da çok kolay oluyor…
 
11. LEM’A, 11. Nükte’den:..”Sünnete ittiba etmeyen, (uymayan ve uygulamayan) tembellik eder ise HASARET-İ azime (çok büyük zarar, ziyan, kayıp), ehemmiyetsiz (önemsiz) görür ise CİNAYET-İ azime (büyük cinayet), tekzibini işmam eden tenkid(yalanlamayı hissettiren bir eleştiri)ise DALALET-İ azimedir. (Büyük sapıklık, İman, Hak ve hakikatten, İslamiyet yolundan sapmak. Azmak. Allah’a isyankar olmak.)” …
 
Yukarıdaki “önemsiz görme”, beğenmeme anlamında değil, farzları yeterli görüp, küçücük mazeretlerle sünneti terk etmek anlamındadır.
 
Şu edebi kelimelere yabancılaştırılan kardeşlerim için, kelime anlamlarını (…parantez içinde..) ben kısaca özetledim. Sünnet-i Seniyyeyi hafife almanın ne kadar büyük bir cinayet olduğunu şimdi daha iyi idrak ettik, değil mi? 
Kur’an-ı Kerimde Sünnete önem verilmesine dair, 10’dan fazla ayetler de varken, bu işe tevessül edilmenin, yani Sünnet-i Seniyyeyi hafife alarak, hatta tahrif ve tahrip etmeye gayret sarf etmenin ne denli bir yanlışlık olduğu çok net ortadadır. Onlara itibar edilmemesi için mücadele edilmesi de imkan nispetine, her Müslümanın üzerine bir vazifedir. En azından bu yazının tüm dost ve sevdiklerimizle mütalaa edilerek paylaşılması bile kafi gelebilir.
 
Hem bu konumuzun, yani Sünnet-i Seniyyenin daha da iyi idrak edilmesi, hem de te’yidi için, önemli bir hadis-i Şerifi daha hatırlayalım: “Sabah namazının iki rek`at sünneti, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.”(Müslim, Müsafirin 96.)
Aslında bir kuyumcu dükkanının içindekilerden, hatta 100$’dan daha hayırlı denilseydi, yine de ilk anda bize abartı gibi zannedilirdi. Çünkü 100$ kazanılmasından çok daha kolay icra ediliyor. Oysa “..dünya ve içindeki her şeyden hayırlı” buyrulması, abartı olmadığına göre acaba nasıl izah edilebilir? Diye,akla geliyor. Hemen arz edeyim ki hiçbir şüphe kalmasın:
 
Kabir hayatı ile başlayarak (Haşir, Kıyamet, Sırat, Mahkeme-i Kübra’yı içine alan) ve BERZAH denilen, o uzuuuun yolculukta, hatta o EBEDİ hayatta, kesinlikle DÜNYA ve İÇİNDEKİLERİN hiçbir değeri ve faydası olmayacaktır. Farz ibadetleri ifa etmeğe zaten insaniyet namına mecburuz. Fakat ister-istemez ve eninde sonunda sevk edileceğimiz o uzun yolculukta, nafile olan SÜNNET-İ Seniyyeler imdadımıza yetişecektir. İşte bu nedenle de bir tek namazın sünneti, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır sözü, elhak doğrudur, hakikattir ve yerindedir… 
 
Burada, Sünnetlerin önemini en güzel anlatan; “Ümmetimin bozulduğu bir sırada, kim SÜNNETİME sarılırsa, ona yüz şehit sevabı vardır” (Bkz.: Taberani, el-Mu’cemu’l-Evsat, c: 5, s: 315, hadis no: 5414; Münavi, Feyzu’l-Kadir, c: 6, s: 339, hadis no: 9171) ..Hadis’i Şerifini hatırlamadan geçmeyelim.
 
Nasılsa yukarıda bazı kelimelere aşina olunduğu için, 11. Reşha’dan iki küçük paragrafı hem tamamlayıcı olarak, hem de bir TAC mesabesinde arz ediyorum.
 
“Elbette o zatın (SAV) sünneti, harekatı, iktida edilecek (Tabi olunacak, uyulacak) en güzel nümunelerdir. Ve takib edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem (en sağlam) kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. (Sünnete en çok uyan kimse en bahtiyar kişidir.) Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azime; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azime; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azimedir… (Bkz.4. paragraf.)..

İşte böyle bir zatın (SAV) ef’al, (işleri) ahval, (davranışları) akval (sözleri) ve harekatının her birisi, nev-i beşere (insanlık alemine) birer model hükmüne geçmeye layık iken, ona iman eden ve ümmetinden olan gafillerin, (sünnetine ehemmiyet vermeyen ve yahut tağyir etmek istiyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.”…
 

NOT: Her zaman üzülerek itiraf ediyorum ki ben kardeşiniz, birçok önemli bilgiyi GENÇ değil, GEÇ fark ettim ve her zaman da hemen uygulamaya başladım. Bu nedenle de genç kardeşlerim bu gerçekleri erken farketsinler diye, hemen kaleme sarılıp, köşe yazısı halinde sizlere de sunmaya çalışıyorum. İşte bu gerçeği de bir toplantı sırasında çok saygı duyduğum bir hocamdan yeni öğrendim ve eve gelince, o Cihanşümul eserleri açarak ciddi bir araştırma yaptım ve sizlere arz ediyorum. Bilvesile o (H.Ü.Ş.) hocama da minnettarlığımı arz ederek, kendisine dualar ediyor ve sizlerden de dualar bekliyorum…
A. Raif Öztürk – Risale Ajans

Emin olunuz ki, Kurtuluşa eresiniz…

“Emin olmak” lügatlerde; güvenilir, inanılır, hiçbir konuda kendisinden şüphe edilmez bir karaktere sahip olmak, anlamlarına gelmektedir. Mü’min kelimesinin türevlerinden olup, Yüce Rabbimizin de bir vasfıdır.  (Haşr S., 23. Ayet.)
 
Her Müslümanın da Mü’min olması sebebiyle, mutlaka EMİN olması gerekir. Sınav gereği bazı engellere toslayan bizler, maalesef ne kadar erozyona uğradığımızın farkında bile olamıyoruz. Çünkü bizler, pek araştırmadan veya takliden Müslüman olduğumuz için, İslam’ın birçok güzelliklerinden mahrum yaşamaktayız. İslam’ı araştırarak Müslüman olan ünlü kişilerin, “İslam’dan önce, Müslümanları inceleseydim, Müslüman olmazdım” şeklindeki itirafları, bizleri çok düşündürmeli ve kendimize getirmelidir.
 
Şimdi sizlere Asr-ı Saadetten, gözyaşlarıyla okuyacağınızı umduğum, şablon olarak “emin” yani “Mü’min” bir portreyi arz edeceğim ki, kendimizin nerelerde olduğumuzu bilelim:
 
Bir gün Medine’ye Necran Hıristiyanlarından bir grup gelir. Hz. Peygamber SAV ile uzun görüşmelerde bulunurlar. Hz. Peygamber’den SAV kendilerine İslam dinini anlatacak ve yaşatacak “emin- güvenilir” bir isim isterler. Hz. Peygamber SAV onlara “Yarın size emin bir adam vereceğim. Hem de tam emin olan bir adam” buyurur.
 
Medine’deki bütün sahabe çok heyecanlanır. Çünkü peygamberimiz bu sözleriyle, sadece bir göreve bir adam tayin edeceğini belirtmiyordu. Hakikaten güvenilir olduğunu deklare ettiği ismi belirleyeceğini haber veriyordu. Çünkü bir Peygamber SAV en güvendiği ismi ilan edecekti. Desek ki, o gece Medine’de hiç kimse uyumadı, abartı olmazdı. Hatta Hz. Ömer bu olayı anlatırken şöyle bilgi verir:
 
“-O gece sabahı zor ettim. Ertesi gün, Peygamberimizin SAV haber vereceği adam olmayı ne kadar arzu etmiştim.Ben ki hiçbir zaman baş olmayı, yönetici olmayı istememiştim. Ama o gün istedim. Hz. Peygamber SAV ertesi gün gözleriyle mescidi tararken, ben sürekli beni görsün diye, kendimi O’na göstermeye çabalıyordum. Oysa o mübarek gözlerini bizim üzerimizden aşırıp, ta arkalarda gezdiriyordu.”…
 
Bu minval üzere, o sabah Medine Mescidi dopdoluydu. Namazdan sonra Hz. Peygamber SAV sahabeye döndü. Mescitteki heyecanı ve o anki hali anlatmak elbette mümkün değildir.Herkes, en sevgilinin dudaklarından çıkacak o EMİN ismi bekliyordu. Mescidi, mübarek gözleriyle taradıktan sonra o ismi şöyle seslendirdi: “..Ebu Ubeyde,nerdesin?!”
 
Arka saflardan orta boylu, zayıf ve ince yapılı, iki ön dişi kırılmış fakat son derece güzel yüzlü,mütebessim ve mütevazı görünümlü bir sahabe ayağa kalktı. Bütün gözler onun üzerindeydi. Hz. Peygamber SAV parmaklarıyla onu işaret etti ve şöyle buyurdu: “İşte şu anda bu ümmetin en emini EbuUbeybe’dir.” Elbette bu söz diğer sahabe emin değildir anlamına asla gelmez. Bu cümle Ebu Ubeyde’nin güvenilirlikte en önde olduğunu gösteriyor. Tıpkı Hz. Ömer’in adalette, Hz. Ali’nin ilimde ve cesarette, Hz. Ebu Bekir’in sadakatte en önde olduğu gibi…
 
Bu görevlendirmeden sonra Ebu Ubeyde (r.a.), Şam beldesine gitti. Emaneti hakikaten tam yerine getirdi. Yıllar sonra Hz. Ömer (r.a.), halife olduktan sonra Şam taraflarına gittiğinde, herkes yollara düşüp halifeyi karşılar. Ama Ebu Ubeyde yoktur. Ubeyde (r.a.) velayet (valilikteki sorumluluk) görevlerini tamamladıktan sonra gelir.
 
Hz. Ömer, o gün Şam valisi olan Ebu Ubeyde’nin evine misafir olur. Evine girdiği valinin dünyalık için hiçbir şeyinin olmadığını görünce sorar:
 
-“Neden evinde mefruşat namına bir şey yok? Neden evinde sadece birkaç lokma kuru ekmek var? Valinin evi böyle olmaz” der. Böyle der ama Ebu Ubeyde (r.a.) sadece susar. Hz. Ömer, bu konu hakkında Ubeyde’nin üzerine ısrarla gider ve zorlar.
 
Ebu Ubeyde (r.a.) zorunlu olarak şu cevabı verir:
 
-“Ey Müminlerin halifesi! Şam’ın kenar semtinde yiyecek bulamayan garipler yaşarken, valinin evinde ne olsun istersin ki? Maaşımın tamamını bu fakirlerle paylaşırım. Bu gördükleriniz bana yetiyor…”
Hz. Ömer duygulanır ve gözyaşları döker. Kendisinden yaşlı olan Ubeyde, dostu olan halife Ömer’in omzuna elini koyar ve onu teselli anlamında şöyle der:
 
-“Hatırlıyor musun ya Ömer!? Hani Medine Mescidi’nde birgün, Hz. Peygamber SAV ne demişti bizlere? ‘Sizler dünya hayatını şöyle görün; yoldaki bir kervan bir ara yorulur. Sonra bir ağacın gölgesine gelip oturur. Dinlenir. Sonra yola devam eder. İşte siz gölgede dinlenen bu yolcu gibisiniz. Ömür işte bu kadar kısa. Gölge yerinde kalır, ama siz göçersiniz. Dünya hayatı (50 000 senelik Berzah yolculuğuna göre) işte bu kadar kısadır’ (ya EBEDİ olan Ahiret hayatı yanında hiçtir) ..demişti… İşte ben de bu ihtara tam İman ettiğimden, tüm mal varlığımı esas yurdum olan Ahirete yolluyorum… “Hz. Ömer der ki: “Eyy Ebu Ubeyde, dünya hepimizi değiştirdi. Sen hariç.”…
 

-“Siz ahirzaman ümmetimi görseydiniz onlara DELİ dersiniz. Onlar da sizi görselerdi size deli derlerdi” Hadis-i Şerifini şimdi daha iyi anlamaya başladık, değil mi?…
 

Yıllar sonra:
 
Hz. Ebu Ubeyde’nin vefat haberi geldiğinde Hz. Ömer (r.a.) şöyle der: “Keşke yanımda bir oda dolusu Ebu Ubeyde olsaydı. Olsaydı da, bütün işleri onlara teslim etseydim.”…
 
Mesele; Ebu Ubeyde karakterli insanlar olabilmek, yani tam mü’min olabilmek. Hayatın her yerinde, emin, güvenilir ve imanında sadık Ebu Ubeyde’ler bulmaktır. Ancak, hiçbir şey ekmeden biçilmez ki. Bunun için de Milli Eğitimimizin her kademesindeki “pedagojik formasyon” bölümlerinin,“İman ve KUR’AN ahlakıyla” yeniden donatılması şarttır… Vesselam.
A. Raif Öztürk – Risale Ajans

Ticarette Avantaj ve Karlılık Kuralları

Her konuda avantajlı olmak ve helalinden daha çok kazanmak, her ticaret adamının arzusu ve gayesidir. Hatta bu konuda yüksek tahsiller yapılır, kurslara gidilir, seminerlere gidilir ve kendi ticari konularıyla ilgili kitaplar alınarak pürdikkat okunur. Çok ta doğru bir yaklaşım biçimidir. 
 
“Üç günlük” denilen dünya hayatı için bile olsa, böyle davrananlar hem gerçekten başarılı olurlar, hem de çevresinden takdir görürüler. Hatta bir teknik araştırma için Japonya’ya gönderileceğim zaman, bana 20 ay önceden bildirildikten sonra, okul İngilizcemi yeterli bulmadığım için, binlerce lira ödeyerek 18 ay İngilizce ve Japonca kurslarına gitmiştim. Hem çok faydasını gördüm, hem de çok takdir edilmiştim…
 
Dünya hayatına “üç günlük” denilmenin sebebi, 70-80 senelik bir dünya hayatının, 50 BİN senelik BERZAH (yani, kabir, haşir, kıyamet, sırat, mahkeme-i Kübra v.s.) hayatına, hatta SONSUZ ve EBEDİ bir Ahiret hayatına nispetive mukayesesi sebebiyledir…
 
Oysa üç günlük dünya hayatımız için yukarıda bahsedildiği gibi davrandığımız halde, 50 000 senelik berzah ve EBEDİ ve SONSUZ bir Ahiret hayatı için, hiç de öyle pürdikkat, temkinli, hesaplı-kitaplı ve planlı-programlı davranmıyoruz. Üç günlük dünya hayatımız için yıllarca tahsiller, kurslar ve seminerler görmemize mukabil, 50 000 senelik berzah hayatımız ve EBEDİ hayatımız için en az 10 kat daha çok tahsil ve eğitim şart olduğu halde, 3-5 seneyi bile çok görüyoruz. Hadi kendimizi ihmal ettik, evlatlarımız için de aynı gafletler ve ihmaller içinde yüzüyoruz, pardon yüzemiyoruz resmen boğuluyoruz… 
 
Birkaç örnek arz ettiğimde, bana kesinlikle hak vereceğinize inanıyorum:
1. Dünyevi bir ticaret adına 2-3 misli kar için, imkanı olan esnaf binlerce TL veya dolar masraflar ederek ve binlerce kilometre yollara düşerek, üretim yeri olan başka vilayetlere gidiyorlar. Hesabını kitabını daha iyi yapanlar ise ta ÇİN’e kadar bile gidiyorlar. Fakat evlerinde veya dükkanlarında kıldıkları tek bir vakit namaza mukabil 2-3 misli avantaj ve kar değil, cemaatle kılındığında tam 25-27 kat kar ve avantajgaranti olduğu halde,maalesef pek ciddiye bile alınmıyor. 25-27 Kat kar ve avantajı adeta göz göre göre terk ediyorlar. Bu gaflet niye?…
2. Takkesiz namaz kılmanın sevabı 10 derece ise takke ve özellikle sarıkla-cübbeyle kılınması halinde TAM 72 KAT derece avantaj ve kara rağmen, takkenin üzerine sadece bir bez sarmaya bile üşeniliyor. Fakat diğer taraftan, satışa sunacağı bir malını, birkaç kuruş avantaj ve karı için tek tekjelatinlemeye veya masraflı ve maliyetliözel ambalaj yaptırmaya hiç üşenilmiyor.
3. Sadece müşterinin, yani halkın beğenisini kazanmak için ofisini veya malını hiç üşenmeden defalarca sildiğive temizlediği halde, kendisini ve kendisine hizmet ettirilen tüm hayvanları, bitkileri, molekülleri, güneşi ve ayı, yani tüm kainatı yaratıp yönetenin beğenisini ve hoşnutluğunu kazanmak için, acaba neler yapıyoruz? Yüce Yaratıcımızın beğenisini ve hoşnutluğunu kazanmak, yaratılışımızın ANA GAYESİ olduğu halde, acaba niçin ihmal ediliyor? 
Bu örnekleri elbette çoğaltabiliriz ancak konu anlaşıldığına göre can alıcı soruları sorup, düşünelim: 
• Evet, BU NASIL BİR TİCARET ANLAYIŞI?…
Hani ticaret adamı önce kar ve avantajını düşünürdü? Peki bu gaflet niye?…
Üç günlük dünyevi kar ve avantajlarımızı böylesine çok düşünüp, 50 000 senelik berzah hayatı ve EBEDİ-SONSUZ bir ahiret hayatımız için kar ve avantajları ihmal etmek, acaba hangi akılla bağdaşır? Hangi ticaret anlayışına sığar? Hangi ileri görüşlülük ile izah edilebilir…
 
İşte,has bel beşer bu tür gafletlere düşeceğimizi ezeli ilmiyle bilen, Rahmet ve merhameti sınırsız olan Yüce Allah bizlereadeta kopyalar veriyor. Yüce Rabbimiz bizlere, o uzun yolculuklarda ve Ahirette pişman olmamamız içinşöyle ikaz etmektedir: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekirse öylece (Takvaya yakışır şekilde, yani tüm imkanlarınızı kullanarak) sakının! Ona layık olduğu tazimi gösterin ve ancak O’na teslim olan Müslüman olarak can verin!” (Ali İmran-102. Ayet)
 
TevbeSuresi, 24. Ayet: “Onlara de ki; eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler ve meskenler, size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan(mücadele etmekten)daha sevimli ise, artık Allah’ın (azap)emri gelinceye kadar bekleyin. Allah böyle fasıklar topluluğuna hidayet nasip etmez.”
 
Nur S., 37. Ayet: Nice adamlar vardır ki, ne bir ticaret, ne de bir alış-veriş, Allah’ı anmaktan (O’na ibadet etmekten ve emirlerine bağlanmaktan), namazı gereği üzere kılmaktan ve zekat vermekten kendilerini alıkoymaz. Onlar, bir günden (kıyametten) korkarlar ki, o günde kalpler ve gözler korkudan, halden hale döner kıvranır…
A. Raif Öztürk – Risale Ajans
 

Buruk bir Yılbaşı ve Sinsi Tuzaklar

Bu önemli konuya başlamadan önce, özellikle şunu ifade etmek istiyorum:
 
Tüm İslam alemi kan ağlarken, zalimler Müslümanların, kadınların, çocukların ve hatta yardıma giden masumların üzerlerine bombalar yağdırırken, ülkemize yedi düvel ŞER güçler acımasızca saldırırlarken, bu sene yılbaşı programlarına meyledecek bir mü’min olacağını düşünemiyorum.

Öyle ya, Haçlı müttefikler; ülkemizi iç savaşa sürükleyerek yağmalamak için, legal ve illegal projelerle bütün itlerini üzerimize salmışken, böyle bir ortamda onların paskalyalarını ve noellerini, hangi mü’min gafilce taklit edebilir ki?…
 

Ne güzel söylemiş bir mütefekkir: “Yedi Hristiyan ortak olup kurban kesmedikçe, ben onlar gibi çam süsleyip yılbaşı kutlamam.”..İşte bu konuda, şuurlucadik duruş budur…
 
Arz edeceğim tespitler sıradan tespitler değil, ayet, Hadis ve sosyolojik olaylara dayalı tespitlerdir. Bir Müslüman ülkesi diye bilinen ülkemizdeki yılbaşı gecesindeki, gayri meşru olayları, israfları, kavgaları, gürültüleri, trafik kazalarını, hatta cinayetleri, bir nebze hatırlayarak lütfen düşününüz. 
 
Bir de bunlara, masumca kutlama zannettiğimiz, “gayri Müslimleri TAKLİT” günahlarını, diğer gayri meşru kutlamaları ekleyecek olursak, bu konunun ciddi bir şekilde ele alınması gereği, çok net olarak ortaya çıkar. Bu nedenlerle, bunca çok önemli konular varken, bugün bu konu üzerinde duracağız. Önce şu Allah kelamına bakınız:
 
“…Sizden kim onları dost edinirse, oda onlardandır…”(Maide: 5/51)“Sen onların dinlerine uymadıkça ne Yahudiler senden hoşnut olur, ne de Hıristiyanlar. …” (Bakara, 120. Ayet.)
 
Hadis-i Şerifler:
 
“Kim bir kavme(topluluğa)benzemeye çalışırsa o da, onlardandır.”(Ebu Davud, libas 4.)”Bizden başkasına benzemeye çalışan, bizden değildir”(Tirmizi, istizan 7.) buyuruluyor.
 
Bakınız İmam Suyuti bu konuda ne diyor: “Gayr-ı Müslimlere benzemek ve onlarca kutsal sayılan gün ve vakitlerde onlar gibi hareket etmek, dinimizce bid’at(seyyi’e, yani mezmum, şer) kabul edilir.”
 
Peygamber Efendimiz SAV bir gün tırnaklarını sırasıyla keserken, bir Yahudi çocuğu onu görmüş ve: “Tırnaklarını aynı babam gibi kesiyorsun!” demişti. 
 
Bunun üzerine SAV, tırnaklarını karışık olarak kesmeye başladı. (Gazali, İhya-u Ulumiddin)
Anlaşılan o ki; en küçük bir adette bile böylesine titizlik gösterilmesi gerekirken, tamamen gayrimüslim adeti olan yılbaşı kutlamalarından sakınılması için, ne kadar çok titizlik gösterilmesi gerektiği çok net anlaşılıyor.
 
Dikkatinizi çekmiştir ki, kesinlikle haram olan fiillerden ve bu gecede yarışırcasına tüketilen içkiden ve kumardan hiç bahsetmedik. Çünkü muhatabımız, masum Müslüman kardeşlerimizdir. Fakat yine dekesinlikle haram olduğu halde, bazı saf Müslüman kardeşlerimizin ve sevdiklerimizin de düştükleri günahlardan birini daha hatırlatmadan geçemeyeceğim.
Yüce Dinimizin haram kıldığı “Milli piyango, toto, iddaa veya kumar gibi diğer şans oyunları” talihlilerine (!) genelde, “vayy be, döndü köşeyi” diye gıpta edilir.
 
Fakat; ehli takva kişiler veya din görevlileri ise bu şeytani tuzağa düşenlere çok acırlar ve bu haram gelir, hayra ve hasenata bile harcansa, cezalarının, Ahırette verileceğini haykırırlar. Oysa hırs ve cehaletleri yüzünden bu cürümü işleyenlerin birçoğunun cezalarını, ibret için daha dünyadaki sefaletleriyle çekmeye başladığını da görüyoruz. 
Mesela; Yıllarca deneyip de kazanamayan milyonlarca kişi, zaten kazanamamakla, boşu boşuna beklide bir serveti israf etmiş (haramda tüketmiş) oluyorlar. 
 
Ayrıca, harama bulaştığı için de kazancının bereketi kaçıyor. 
Bu tür olaylara çok rastladığım için, en büyük ikramiye çıkan talihlileri(!) inceleme ihtiyacı duydum ve ciddi bir araştırma yaptım. Ortaya çok İLGİNÇ bir netice çıktı:
 
Pek inancı olmayanların cezaları zaten ahirete bırakılıyor, bu herkesçemalum. 
Özellikle, az İmanı olup da bu cürmü işleyenlerin çoğunluğu ise başkalarına İBRET için daha dünyada, hatta kısa zamanda sefilleri oynamaya başlıyorlar. Ya aile huzuru tamamen bozluyor, ailesi dağılıyor. Ya da çok düşman kazanıyor veya ondan para koparamayanlar tarafından öldürülüyor. Bazıları da amansız bir hastalığa yakalanıyorlar veya acımasız sefalete dayanamayıp intihar ediyorlar… 
 
Bunlar kuru iddialar değil, günlük haberlerde de gördüğümüz olağan vakıalardır.
 
• Peki; bir Müslüman yeni yılı nasıl kutlamalıdır? 
 
Öncelikle bu günü veya bu geceyi; kendisini bu yaşa ulaştıran, sayılamayacak kadar çok nimetlerini bahşeden Yüce Rabbine,hamd ve şükürle geçirmelidir. Her akşam evine giderken kuruyemiş vs. alıyor olsa bile, Allah cc. rızası ve Rasulüllah SAVhoşnutluğu adına, bu akşam o adetini (onlara benzememek için) mutlaka ertelemelidir. Her akşam TV açıyor olsa bile, o akşam aynı niyetle TV’u kapalı tutmalıdır.

O akşam, kendisine yeni bir yılı bahşeden Yüce Rabbine karşı, şükür, hamd, zikir ve niyazlarda bulunmalıdır. Bu hassasiyetini, aile efradına, komşularına ve ulaşabildiği insanlara, “emr-i bilma’ruf ve nehy-i anilmünker niyetiyle”anlatmalıdır.

Eğer bu tebliğe de vakit bulamıyor ise en azından, bu yazıyı ve benzeri uyarıları FW ederek, birçok kimseye ulaşmasını sağlamalıdır. Bu vesileyle, hepinizin yeni yılınızı tebrik eder, ahir ömrümüzü bu ulvi duygularla değerlendirmemizi Yüce Rabbimizden niyaz ediyorum…
 

NOT: Esasında; Müslüman kişinin yılbaşısı, Hicri aylardan Muharrem ayının ilk günüdür. Bu tavsiyeler o gecede de uygulanmalıdır.
A.Raif Öztürk – Risale Ajans