Etiket arşivi: Abdülbâkī ÇİMİÇ

Dimağın iltizam mertebesi

Dimağın altıncı mertebesi “iltizam” kelimesiyle ifade edile gelen tarafgirlik, savunma, müdafâa etme ve îmân edip değer verdiği hususların taraftarı olma hâletidir.

Gönül dünyasında taraftar olunan hususların, zihnen savunulmasına, söz ile ifâde edilmesine ve bu uğurda mücadeleye “iltizam” denir.”1 Taassub2 dimağın iltizam mertebesinde doğar. İltizam, bir şeyi kendine lâzım kılma, icrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib ve zorunlu kılma hâline denir. Aynı zamanda  bir şeyi gerekli bulma, tarafgirlik etme, birinin tarafını tutmak mânâsına da gelir. İnsan akıl ve kalp olarak gerekli ve doğru bulduğu bir şeyi artık kendi için icra edilmesi, gerekli bir vazife olarak görür ve ona bütün gayreti ile taraftarlık gösterir.

Dimağın iltizam mertebesinin neticesi taassuptur. Taassuba menfî ve müsbet olarak iki cihetle bakabiliriz. Taassub menfî cihetten bir nev’î cehl-i mürekkebin menşeîdir. Cemiyette “seviye-i irfan bir olmadığından, fırkalarda husûmet, taassup ve taraftarlık intaç eder.”3 Çünkü “Vahşet ve cehaletten de husûmet ve taassup çıkıyor.”4 “Hem de keşf-i hakîkate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri”dir.5 İşte birçok insanın benim fikrim dediği enenin eşgal-i habisesinin menşeî olan ‘fikr-i infirâdî’ denilen ‘tahtiecilik’ bu mertebenin neticesi olmalıdır. Ancak şu nokta da unutulmamalıdır. “Zaman-ı medeniyette, ecnebiler, medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husûmet ve taassup zail olmuştur.”6 “Hem de, ecnebiler medeniyetleriyle beraber kuvvetli olduklarından, taassup ve husûmete mahal kalmamış.”7 Evet “İnat bazen müfrit fırka mutaassıplarına, dalâl ve batılı iltizam ettirir.”8

Bediüzzaman Hazretleri “Vicdanın ziyası, ulûm-i diniyedir. Aklın nuru, fünun-i medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüt eder.” der.9 “Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa, ‘dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dâhilde menfi tarzda istimal edilmez.”10

İltizama hak ve hakikat nokta-i nazarından bakılacak olursa “İslâmiyet, iltizamdır… İslâmiyet, hakka tarafgirlik”tir11 “Evet, İslâmiyet’in şe’ni, metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassup değildir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallitlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki, sathî şüphelerinde muannidâne ısrar gösteriyorlar; bürhan ile temessük eden ulemanın şe’ni değildir.”12 “Zira, îmân tasdikle beraber hem iz’andır; iz’an ile beraber teslim ve iltizamdır. Eğer zaafı olmazsa, iltizamla beraber mânevî imtisaldir.”13 Ey insan “İslâmiyet iltizamdır.”14 ve “İltizam başka, itikad başkadır.”15 Öyleyse “İltizam îmânın lâzımı.”dır.16 Demek ki iltizam-u itikat, her dem mesele-i îmânın şe’nidir.

Şu nokta da nazar-ı dikkatten kaçırılmaması gerekir. Bazan da “müslim-i gayr-ı mü’min” sıfatına lâyık olanlar iltizam-ı hak ve hak taraftarı olabiliyorlar.

Bediüzzaman Hazretleri bu noktaya şöyle işaret ediyor: “Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek, o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyet’e mazhardı; dinsiz bir Müslüman denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; gayrimüslim bir mü’min tabirine mazhar oluyorlar.”17

Dipnotlar:

1- http://hikmet.net/tag/taakkul/

2- Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma, tutucu davranma, aşırı bağlanma.

3- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 104.

4- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 86.

5- Muhakemat, 2013, s. 73.

6- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 73.

7- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 92.

8- Eski Said Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s. 499.

9- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 291.

10- Eski Said Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s. 498.

11- Mektubat, 2013, s. 58.

12- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 294.

13- Eski Said Dönemi Eserleri (Lemaat), 2013, s. 769.

14- Mektubat, 2013, s. 58.

15- Mektubat, 2013, s. 798.

16- Eski Said Dönemi Eserleri (Hakikat Çekirdekleri), 2013, s. 750.

17- Mektubat, 2013, s. 58.

Abdülbakî ÇİMİÇ

Dimağın ikinci mertebesi tasavvurdur!

Dimağın ikinci mertebesi tasavvurdur.

Tasavvur; bir şeyi zihinde şekillendirme, tasarlama ve suretler biçmedir. İnsan dimağda önce hayal ettiği şeylere suretler biçmeye başlar. Mânâlar kalbden hayale ma’kes bulunca hayalde suretler giyerler. Bu hayal ve düşünceler suretleri giyerek birer resim gibi şekillenmeye başlar. Bu resmedilen suretlere tasavvur diyebiliriz. Bu suretler bizim ilgi alanımıza ve gördüğümüz şeylere göre değişir ve şekil alabilir. Ancak bu hâl de mantıkça bir hükmü ifade etmez. İnsan bu hâlden istifade de edemez. Bu mertebede dimağda bîbehre (nasipsiz, mahrum) olma hâli vuku bulur. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Mânâlar kalpten çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında, bir nev’î suretleri nesç eder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır; hangi mana geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder.”1  dediği nokta tam da bu tasavvur mertebesi olmalıdır.

Tasavvur bir şeyi zihinde şekillendirmek, tasarlamak ve tersim etmektir. Yani hayal edilen tabloların biraz daha müşahhas olarak işlenmiş ve şekillenmiş aşamasıdır. Kalbten gelen soyut mânâlar, hayal ve tasavvur aşamasında resmedilip şekillenir. Böylece ilk şeklî tasavvurât merhalesi başlamış oluyor. Çünkü insanda “gayr-ı mazbut (kayıt altına alınamaz) olan tasavvurât ve efkâr”2 vardır.

Dimağın tasavvur mertebesine geçen fikir bu mertebede bir takım kesme, biçme ve giydirmelere maruz kalır. Bu mertebenin neticesinde ise insan nasipsizdir. Daha doğrusu bu tasavvur aşamasında netlik yoktur. Bu sebeple dimağ bu aşamada bu hâlden nasiplenemez. Bu sırdan dolayıdır ki beşerin nihayeti olmayan ve kâinatı ihâta eden tasavvurâtı vardır. Onun için tasavvurât kayıt altına alınamaz bir konumdadır. Böylece tasavvurât-ı insaniye gayr-ı mütenâhi bir hâlde insanın dimağında vuku bulur. Ayrıca “Çok defa lisân, insanın tasavvurâtından incelerini tabirden âciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez.”3 Bazen de insan hilâf-ı hakîkat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur. Bu hâl insan için hatarlı bir yol ve durumdur.

Bediüzzaman Hazretleri Muhakemât eserinde tasavvurdaki şekillenmeleri şöyle ifade eder: “Tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyulât (meyiller) tevellüt eder. Ondan hevaî (başıboş) mânâlar, bir derece aklın nazarına ilişmekle, aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar hâlindeki mânâ, bir kısmı tekâsüf etmekle (yoğunlaşmakla), temayülât ve tasavvurâtın bir kısmı muallâk kalıp, bir kısım dahi takattur (damla damla) ettiğinden, akıl ona rağbet gösterir. Sonra, mayi (sıvı) hâlindeki kısımdan bir kısım tasallüp (katılaşma) ve tahassul (hasıl olma) ettiğinden, akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra, o mütesallibden (katılaşmış, sertleşmişten) bir resm-i mahsus ile temessül ve tecelli ettiğinden, akıl, onun kametine göre bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir.”4 Böylece insanda “hissiyat iltihaba başlamakla, âmal (emeller) ve müyulât dahi heyecana gelip, birden o amaller üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdat istediklerinden, o hazinetü’l-hayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehasinini ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehasini ile işba olunmuş olan hayalât ise o amalin imdadına koşarlar. Beraber hücum edip, hayalden lisana kadar inme”ye5 başlarlar. Böylece hayalden tasavvura mânâların intikal aşamalarını Bediüzzaman Hazretleri veciz bir şekilde izah etmiş olur.

Hem “Bazı maâni-i muallâka6 vardır ki, bir şekl-i muayyenesi7 ve bir vatan-ı husûsiyesi yoktur. Müfettiş gibi her bir daireye girer. Bazı kendine husûsî bir lâfız takıyor. Bu muallâkatın bir kısmı ise, harfîye ve hevâîye gibidir. Başka kelime onu derununa çeker.”8 Konuya devam edeceğiz inşâallah…

Dipnot:

1- Sözler, 2013, s. 434
2- Muhakemât, 2013, s. 186.
3- İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s. 73.
4- Muhakemât, 2013, s. 135.
5- Muhakemât, 2013, s. 136.
6-Tam olarak anlaşılmamış, yerine oturmamış manalar.
7- Kesin olarak belirli olan şekil.
8- Muhakemât, 2013, s. 140-41.

Abdülbakî ÇİMİÇ

Dimağda iz’an mertebesi…

Dimağda iz’an mertebesi…

 

Dimağın beşinci mertebesi iz’andır.

İz’an; akıl ve kalbin bir şeyin doğruluğu hakkında mutabık olmasıdır. O mutabakatı akıl kabul eder, kalb de o kabulü tasdik eder. Bu mertebede kişi yanlıştan kaçmaya ve doğru olanı yapmaya çalışır. Bu hâl “akıl fakültesinde değil, kalb ve gönül dünyasında gerçekleşir ve “iz’an” kelimesiyle ifade edilir. Kalben gönülden benimseme, iman etme, kabul anlamına gelen iz’an; mücerret bilgiden ziyade hissî algılamayla veya duygularla işlenmiş bilgiyle ortaya çıkar. İz’anın oluşmasında bilgiden ziyade duygular ve sezgiler ön plândadır. Gönülden his ağırlıklı bir kabul ve benimseme olan imanın yeri, bu yüzden akıl değil, kalbdir.”1

Dimağın iz’an mertebesinde imtisal (emre uyma, itâat etme) hâleti vuku bulur. İz’an; basîret, anlayış ve teslim olup itâat etmek mânâlarına geliyor. Bir şeyin hakikatine, hakkaniyetine ve doğruluğuna kalp ve akıl ile beraber karar vermek bu makamda meydana gelir. Bazen kalb bilir akıl bilemez, bazen de akıl bilir kalp karar veremez. İz’an da ise hem akıl, hem de kalb şuur ve idrak içerisindedir. İz’an akla kalbden aktarılan efkâra kalbten destek alınmasıdır, böylece iz’an sür’atli bir intikal hâlidir. Kalb bütünlüğünün ve kalbin destek verdiği sürecin başıdır. Tasdikde niyet, iz’anda ise bu niyete meyletmek vardır. İz’an meyil şeklinde kendini gösterir. Dimağdaki fikir bu mertebede artık o kişi için bir anlayıştır. Bu fikre o kişi artık sahip çıkar, benimser ve de tasdik eder. Zihin ile hariç arasında bir nev’i muamele olan iz’an ise, iki taraf ortasında bir münasebet-i tamme gibidir ki, nefsin inkıyadını lüzumlu kılar. Bu noktadan dolayı denilebilir ki; “İman, mantıkî tasdikten terekküb eder.” “Hem iz’anın mahkûm-u aleyhi yani (hakkında hükme varılan bir şeyi) tasavvur etmesi lüzumlu bir iştir.”2 Böylece iz’an vicdânî bir yakînidir. Öyleyse “İlimde iz’an-ı kalb olmazsa cehildir.”3 Tasdik ve iz’an bir mizana tâbidirler. Bundan dolayıdır ki tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür tasdik ve iz’an değiller.

Bu hakikate binâen “iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî imtisaldir.”4 Neticede hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak esastır. Teshir-i akıl ve iz’an biaynilyakîn bir hükümdür. “Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.”5 “Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki, her bir şeyle Rabbini bulabilir.”6

Hads-i kalbînin ve iz’ân-ı aklînin pek çok menbaları vardır. İz’an-ı yakînî bürhan-ı kat’înin talebine muhtaçtır. Çünkü ”tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar.”7 “Zira îmân, tasdîkle beraber hem iz’ândır, iz’ân ile beraber teslîm ve iltizâmdır.”8 “Bil ey kardeş! Sen her şeyi Cenâb-ı Hak’tan bildiğin ve ona göre iz’an ve yakîn getirdiğin zaman, elbette lâzım gelir ki; onun verdiği sürurlu olsun, zararlı olsun bütün hallere razı olasın.”9 Amma mü’mine-i arife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz’an ile isbatlı olarak Allah’a verir.10 “Kâinatın gidişatında teemmül eden bir kimse, hadsî bir iz’an ile; fâiliyet ve te’sir, latif ve nuranîlerin ve maddeden mücerredlerin şe’ni olduğunu bilecek… Fakat infial, kabiliyet ve teessür ise, maddî ve kesif ve cismanî şeylerin işi olduğuna yakîn hasıl edecektir.”11

Dipnot:

1- http://hikmet.net/tag/taakkul/

2- Talikat’tan bazı parçalar

3- Mektubat (Hakikat Çekirdekleri), 2013, s. 798.

4- Eski Said Dönemi Eserleri, 2013, s. 631.

5- Şuâlar, 2013, s. 172.

6- Şuâlar, 2013, s. 255.

7 -Nurun İlk Kapısı, 2000, s. 129.

8- Eski Said Dönemi Eserleri, 2013, s. 769.

9 -Mesnevî-i Nuriye (Trc: Abdülkadir), Şule.

10- Mesnevî-i Nuriye (Trc: Abdülkadir), Şemme.

11- Mesnevî-i Nuriye (Trc: Abdülkadir), Habbe-    nin Zeylinin Zeyli.

 

Abdülbakî ÇİMİÇ

Dimağda tasdik mertebesi

Dimağda tasdik mertebesi

Dimağın üçüncü mertebesi taakkuldür.

Bîtaraf (tarafsız) olma taakkul mertebesinde doğar. Düşüncelerin hayal ve tasvir aşamasından çıkıp akledilerek değerlendirildiği aşamadır. Bu mertebede akıl, taakkulden önceki hayal ve tasvirleri eline alıp inceleyerek, tedkik ve tahkik etmeye başlar. Daha da somut bir veri haline dönüştürür. Taakkul, tasavvurda oluşan verileri süzerek ve eleyerek bir karara varır. Bu mertebe tarafsız olarak devam eden bir aşamadır. Taakkul mertebesinde akıl buraya gelen malûmatları tartmaya ve de akletmeye başlar. Bu fikrin olur, ya da olmazlarının makuliyetini arar. Taakkul, fikrî bir seyerân ve aklî bir cevelandır. Ayrıca insan bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder. Çünkü taakkul bir hüküm değil, dimağın bir mertebesidir ve taakkulde insan bîtaraftır. Bediüzzaman Hazretleri de “Bu cüz’î aklınızla hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz.”1 der.

Taakkul, akıl terazisi ile tartmak, ölçmek, biçmek ve bir şeyin mahiyetini anlamaya çalışmaktır. Ölçmek, muhakeme etmek, değerlendirme yapmak bu mertebenin vazifesidir. Akıl, taakkul mertebesinde bir denetleyici gibi meseleyi net bir biçimde ortaya koymaya çalışır. İnsan taakkul mertebesinde düşündüğü ve aklettiği şeylerde “bitaraf” olması gerekir, ta ki taraftarlıkla hakîkati taharriden uzaklaşmasın. Tarafsızlık ancak taakkul mertebesinde gözükür. Bir meseleyi aklen idrak etmiş olmak, hemen tasdik, iz an ve itikadı gerektirmez. Çünkü taakkul, tahayyül ve tasavvurdaki birikimleri süzmeye, tartmaya ve elemeye çalışır. Dimağ bu mertebede bir terazi gibi tarafsız olarak kendisine gelen malûmatları tartmaya çalışır. Daha sonra tasdik edilecek olan fikirlerin şekillenmesine çalışılır. Safsata ve bîbehre hallerden tecerrüt edilerek bitaraf konumuna geçen dimağ ne kadar makul malûmat varsa toplamaya ve toparlamaya çalışır.

Risâle-i Nur’da Hutbe-i Şamiye eserinde akıl ile ilgili mühim noktalara temas edilmiştir. Şöyle ki: “Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin” diyor. Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” hakikatine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız” mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.”2

Demek ki taakkul etmek Rabbimizin âyetlerle bizlere gösterdiği bir hakîkattir. Çünkü insan hedef ve maksadına taakkul ile ulaşır. Bediüzzaman Hazretleri “hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden”3 diyerek avamda taakkulün mahiyetine işaret etmiştir. Ayrıca “fikren taakkul edebiliriz”4 diyerek de taakkulün fikirle yapıldığını ifade etmiş olur. Ancak “Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder.”5 Dimağ “taakkulde bîtaraf”tır.6 Yani hakîkate ulaşmak için dimağ bu mertebede tarafsız konumundadır.

İnşâallah konuya devam edelim…

Dipnot:

1- Muhakemat, 2013, s. 107.
2- Eski Said Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), 2013, s. 329, 330.
3- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 210.
4- Eski Said Dönemi Eserleri (Nutuk), 2013, s. 184.
5- Sözler, 2013, s. 439.
6- Sözler, 2013, s. 1148.

Abdülbakî ÇİMİÇ

Dimağın ikinci mertebesi tasavvurdur.

mevlevi tasarımTasavvur; bir şeyi zihinde şekillendirme, tasarlama ve suretler biçmedir. İnsan dimağda önce hayal ettiği şeylere suretler biçmeye başlar. Mânâlar kalbden hayale ma’kes bulunca hayalde suretler giyerler. Bu hayal ve düşünceler suretleri giyerek birer resim gibi şekillenmeye başlar. Bu resmedilen suretlere tasavvur diyebiliriz. Bu suretler bizim ilgi alanımıza ve gördüğümüz şeylere göre değişir ve şekil alabilir. Ancak bu hâl de mantıkça bir hükmü ifade etmez. İnsan bu hâlden istifade de edemez. Bu mertebede dimağda bîbehre (nasipsiz, mahrum) olma hâli vuku bulur. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Mânâlar kalpten çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında, bir nev’î suretleri nesç eder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır; hangi mana geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder.”1  dediği nokta tam da bu tasavvur mertebesi olmalıdır.

Tasavvur bir şeyi zihinde şekillendirmek, tasarlamak ve tersim etmektir. Yani hayal edilen tabloların biraz daha müşahhas olarak işlenmiş ve şekillenmiş aşamasıdır. Kalbten gelen soyut mânâlar, hayal ve tasavvur aşamasında resmedilip şekillenir. Böylece ilk şeklî tasavvurât merhalesi başlamış oluyor. Çünkü insanda “gayr-ı mazbut (kayıt altına alınamaz) olan tasavvurât ve efkâr”2 vardır.

Dimağın tasavvur mertebesine geçen fikir bu mertebede bir takım kesme, biçme ve giydirmelere maruz kalır. Bu mertebenin neticesinde ise insan nasipsizdir. Daha doğrusu bu tasavvur aşamasında netlik yoktur. Bu sebeple dimağ bu aşamada bu hâlden nasiplenemez. Bu sırdan dolayıdır ki beşerin nihayeti olmayan ve kâinatı ihâta eden tasavvurâtı vardır. Onun için tasavvurât kayıt altına alınamaz bir konumdadır. Böylece tasavvurât-ı insaniye gayr-ı mütenâhi bir hâlde insanın dimağında vuku bulur. Ayrıca “Çok defa lisân, insanın tasavvurâtından incelerini tabirden âciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez.”3 Bazen de insan hilâf-ı hakîkat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur. Bu hâl insan için hatarlı bir yol ve durumdur.

Bediüzzaman Hazretleri Muhakemât eserinde tasavvurdaki şekillenmeleri şöyle ifade eder: “Tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyulât (meyiller) tevellüt eder. Ondan hevaî (başıboş) mânâlar, bir derece aklın nazarına ilişmekle, aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar hâlindeki mânâ, bir kısmı tekâsüf etmekle (yoğunlaşmakla), temayülât ve tasavvurâtın bir kısmı muallâk kalıp, bir kısım dahi takattur (damla damla) ettiğinden, akıl ona rağbet gösterir. Sonra, mayi (sıvı) hâlindeki kısımdan bir kısım tasallüp (katılaşma) ve tahassul (hasıl olma) ettiğinden, akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra, o mütesallibden (katılaşmış, sertleşmişten) bir resm-i mahsus ile temessül ve tecelli ettiğinden, akıl, onun kametine göre bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir.”4 Böylece insanda “hissiyat iltihaba başlamakla, âmal (emeller) ve müyulât dahi heyecana gelip, birden o amaller üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdat istediklerinden, o hazinetü’l-hayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehasinini ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehasini ile işba olunmuş olan hayalât ise o amalin imdadına koşarlar. Beraber hücum edip, hayalden lisana kadar inme”ye5 başlarlar. Böylece hayalden tasavvura mânâların intikal aşamalarını Bediüzzaman Hazretleri veciz bir şekilde izah etmiş olur.

Hem “Bazı maâni-i muallâka6 vardır ki, bir şekl-i muayyenesi7 ve bir vatan-ı husûsiyesi yoktur. Müfettiş gibi her bir daireye girer. Bazı kendine husûsî bir lâfız takıyor. Bu muallâkatın bir kısmı ise, harfîye ve hevâîye gibidir. Başka kelime onu derununa çeker.”8 Konuya devam edeceğiz inşâallah…

Abdülbakî ÇİMİÇ

Dipnot:

1- Sözler, 2013, s. 434
2- Muhakemât, 2013, s. 186.
3- İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s. 73.
4- Muhakemât, 2013, s. 135.
5- Muhakemât, 2013, s. 136.
6-Tam olarak anlaşılmamış, yerine oturmamış manalar.
7- Kesin olarak belirli olan şekil.
8- Muhakemât, 2013, s. 140-41.

www.Nur.Net.Org