Etiket arşivi: Abdülkadir ÇELEBİOĞLU

Allah geometri biliyor mu?

Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar tanıyoruz? Veyahut Cenâb-ı Hakk’ı tanımayanlar nasıl bir Zât-ı Zü’l-celal’i tanımaktan gaflet ediyorlar? Yaşanmış bir olay ışığında Cenâb-ı Hak hakkında bir öğretmenin “Allah Geometri Biliyor Mu?” sorusuna verilmiş ibretlik bir cevaptan ders almak için istifadeye sunmak istiyorum. Bizzat olayı yaşayan kişi anlatıyor;

******

Ben Ankara’da üniversiteye hazırlanma kursuna gidiyordum. Orada bir Fizik öğretmeni vardı. Sadece dini ilimler görüp, fenni ilimleri görmeyen genç sakallı bir hoca vardı. Öğretmenler ona ‘Hocaefendi’ diye tabir ederlerdi. O hocamız da üniversite hazırlık kursuna bizimle beraber devam ediyordu.

Fizik öğretmeni genç sakallı hocaya dedi ki: “Hocaefendi, Allah geometri biliyor mu?”
Genç hocaefendi başını eğdi, kırmızı oldu ve dedi ki: “Ben hastayım, lütfen benimle istihza [alay] etmeyin.”

Ben o anda işe müdahale etmek mecburiyetinde kaldım.

Önünde bir tane Turan Tan’ın Geometri kitabı vardı.
Ben de Fizik öğretmenine dedim ki: “Hocam, Turan Tan Geometri biliyor mu?”
Fizik öğretmeni de güldü. Dedi ki: “Adam kitap yazmış, kitap!.. Sen biliyor mu diye soruyorsun. Bu kadar cehalet olur mu?”

Ben de dedim ki: “Bir cehalet var. Bir de echeliyet var. Bir de cehaletini bilmeyecek kadar cahil olanlar var. Turan Tan, üç tane dört tane prizma yapmış. Bu kâinat geometri kitabını yazan, çizen, tanzim eden İlâhî bir kudret, küçük ay ile büyük ay arasında, galaksiler arasında öyle bir nizam derc etmiş ki; cisim halinde bir geometri kitabı yazmış. Dünya ile Güneş arasında 149 milyon km mesafe vardır. O kadar dakik bir nizamla tanzim ediliyor ki; biz gözümüzü açtıkça, kâinat yüzüne nazar ettikçe, en evvel gözümüzü çarpan tam ve mükemmel bir nizam. Ve hassas ve dakik bir intizam içinde olduğunu görüyoruz. Her şey hikmetle tanzim edilmiş. Kâinatta hiç abes bir şey yok. Hepsi hikmetli yapılmış. Bu hareket edenler neden hareket ediyorlar? Çünkü her harekette bir hikmet tanzim edilmiştir. Dünya dönüş hareketinde biraz nakise veya zaide yapsa bir anda üstünde bulunan bütün varlıkları fezaya fırlatacak. Nedir bu? Bu camid, şuursuz, akilsiz kâinat; bu kadar nizamlı, bu kadar intizamlı, bu kadar hikmetli, bu kadar maslahatlı, bu kadar gayeli hareket ediyor!”

Sonra ayağa kalktım ve dedim ki: “Şimdi bu sınıfa bir daire çizeceğim.”

Bir daire çizdim ve sonra dedim ki: “Hocam mesela birisine desem ki 30 defa dön ve şu hızla dön. Hem kendi çevrende dön, hem de şu dairenin etrafında dön. Yapabilir mi?”

Fizik öğretmeni dedi: “Bunu hiçbir insan yapamaz, mümkün değil!..”

Ben de ona dedim: “Peki hocam 30 defa bir dairenin çevresinde ve kendi etrafında belirli bir hızda dönemeyen insan mı akıllıdır yoksa bu dünya mı akıllıdır? Bu kâinat işte böyle bir nizamla hareket ediyor! Demek ki şuursuz, camid kâinatı; şuurlu ve nizamlı bir şekilde hareket ettiren bir ilim sahibi olan Allah vardır!..”

Fizik öğretmeni dedi: “Yahu kardeşim! Sen bunları nerede okumuşsun?! Nedir Bu izahlar?! Bunlar nasıl bilgilerdir?!”

Ben de dedim: “Ben İslâm mektebinde okuyorum. Büyük bir İslâm mütefekkirinin şöyle bir sözü vardır; ‘Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.’ (Münâzarât) Yani vicdan, din ilimleri ile ziyalanır-ışıklanır. Akıl da fenni ilimler ile nurlanır. İkisinin yani din ilimleri ile fen ilimlerinin birleşmesi ile hakikat ortaya çıkar. O iki kanat ile talebenin himmeti pervaz eder, kanatlanır. Eğer bu iki ilimden sadece fenni ilmi alsa hile ve şüphe olur; aynı senin gibi. Yalnız dini ilimleri alırsa da taassub doğar; hocaefendi gibi.”

[Burada sadece dini ilim gören hocamız mahçup edilmek istenilmemiştir. Sadece dini ilimler görülüp, fenni ilimler alınmaz ise taassuba sebebiyet vereceği söylenilmiştir.]

Bunu söyleyince sınıftaki herkes gülmeye başladı.

******

Evet bu yaşanmış olayda, o cevapları veren talebe; bir Risale-i Nur Talebesidir.

Bahsettiği “İslâm mektebi”, Kur’ân ve İman hakikatlerini öğrendiği yerlerdir.

Nakil aktardığı “Büyük bir İslâm mütefekkiri” de; Üstâd Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’dir.

Anlattığı hakikatlerin geçtiği eserler ise; Risale-i Nur Külliyatı’dır.

Cenâb-ı Hakk’ı daha iyi tanımak, marifetullahta ilerlemek ve akli delilleri ile öğrenmek isteyenler için şu eserleri tavsiye ederiz;

Bediüzzaman Hazretleri’nin “fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlık’ı tanıttırıyorlar.” dediği 11. Şua olan Meyve Risalesi’nin 6. Meselesini..

22. Söz eserini..

Bediüzzaman Hazretleri’nin “Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor, küfrün temel taşını zîr ü zeber ediyor.” diye vasfettiği 23. Lem’a Olan Tabiat Risalesi’ni..

“Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.” denilen 7. Şua olan Ayetü’l-Kübra Risalesi’ni..

Cenâb-ı Hak, Kur’ân ve İman hakikatleri olan Risale-i Nur eserlerinden istifademizi ziyade eylesin.

Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Mehmed Feyzi Efendi’nin (Rahmetullahi Aleyh) Ali Ulvi Kurucu İle Hacda Yaptığı Sohbet: İslâm Garip Başladı Yine Garip Olacak

1970 yılı haccında Arafat’ta, Ali Ulvi Kurucu ve bir grup hacının ziyâreti münasebetiyle, Mehmed Feyzi Efendi’nin (Rahmetullahi Aleyh) yaptığı sohbettir. (Teyp kaydından yazıya geçirilmiştir.)

Ali Ulvi Kurucu, Mehmed Feyzi Efendi’ye (Rahmetullahi Aleyh) birtakım bilgiler aktarırken Mısır ulemasından bir zâtın, Türk milleti hakkındaki kanaatlerini nakleder. O zât şöyle söylemektedir:

-“Türk milleti, yüz elli seneden beri, hususan kırk elli seneden beri yağmur gibi belalara giriftar olmakta: buna rağmen imanını kaybetmemiş. On hacı gönderemeyen ülke, bu sene elli yedi bin hacı gönderdi. Demek ki bu millet büyük bir dua almış. Allah yolunda çok şehid vermiş. Cenab-ı Hakk’ın din-i mübini uğrunda, çok ihlasla kan dökmüş. Bu millet için ve bütün alem-i İslâm için bu makamât-ı mukaddesede dua ettim. Eğer, Türk milletinin başına gelen felaket, başka bir milletin başına gelseydi perişan olurdu.”

Ali Ulvi Bey’in bu şekildeki anlatımlarından sonra, Mehmed Feyzi Efendi Rahmetullahi Aleyh Hazretleri sohbete başlar:
-“Her Arefe günü bu fakir, İslâmiyet lehinde bir fütühat hissediyorum. Hiç olmazsa, onların bazı entrikaları akim kalıyor. İnşâallah, bu defa da perişâniyetleri vardır.
Zaten Allahu Teala buyurdu:

اَلْيَوْمَ يَئِسَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ د۪ينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِۜ اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ي وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪ينًاۜ

“Bugün kafirler, sizin dininizden ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.” (Maide Sûresi, 3. Ayet-i Kerime ve Meali)
ayetinin fütuhatını nasıl ki Haccetü’l-Veda’da görüyoruz ondan itibaren daima bunun timsali her arefede var. Çünkü kafirlerin son hacca kadar ümitleri varmış: “Müslümanları kandırabiliriz” diyerek… O gün, ümitleri kesilmiş, me’yus bir vaziyette bir tarafta bakıyorlarmış. Aralarında me’yus olduklarını müşavere etmişler. Hemen, Resûl-i Ekrem deve üzerinde hutbe irad buyururken bu ayet nazil oldu:

İslâmları dinlerinden usandırmaktan me’yus oldular. Madem hakikat böyledir:
فَلَا تَخْشَوْهُمْ
“Onlardan korkmayın.”
وَاخْشَوْنِۜ
“Benden korkun.”
اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ
“Bugün dininizi tamamladım.” yâni “Ahkame dinikum. Bugün, işte dininizin ahkamını ikmal ettim.”
وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ي
“Nimetimi, üzerinize itmam ettim” ki. “gerek bâtınî, gerek zahiri nimetimi…” demektir.
وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪ينًاۜ
“İslâm dinini, būtün edyan içinde intihab, ihtiyâr ettim.” buyurur. Eğer tâbir caizse o gün, bir “kemal günü”. “yevm-i kemâl”, “yevm-i tamam”, “yevm-i intihâb”dır. O bir nokta, mesned oluyor.
Şimdi, oradan bir pergel cevirelim. Şöyle: Sahabe devri, tabiin devri… Artık, Emevilerin, Abbâsilerin ve Şanlı Türklerin devri.
Gelegele şimdi, şu güne kadar geldik. Fakat, seyir, amudî değil dâirevî, kürevî. Henüz, daire kapanmıştır.

وَلٰكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَخَاتَمَ النَّبِيّ۪نَۜ
“Fakat o Allah’ın Rasûlü ve Peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab Sûresi, 40. Ayet-i Kerime ve Meali)
sırrıyla, bu dâire mâdem kapanmamıştır: pergel ikmâl edecek. Dâire, dâire olacak. Mebde ile müntehâ ittisal ettiğinde, dâire tamam olur. Ve illâ, eksik olur. Dâire noksan kalır. Öyle bir hal olacak ki, inşaallahu Teâlâ, mebde ile müntehâ arasında bir mümâselet oluşturacak.

Hem mebde, hem münteha birleşecek.
Dâire-i İslâm devam ediyor. Nokta-i merkeziyye: Mekke-i Mükerreme, Medine-i Tahire’dir. Dairenin herhangi bir noktasından bir hat çekilse. Nokta-i merkeziyyeye uğrar. Ne aranırsa, orda olacak.
Şimdi, bu daire mâdem açıktır, kapanmamıştır: Öyle bir hac olacak ki, Haccetü’l-Veda’nın bir timsali, Lâakal yüz yirmi dört bin evliya mevcut olacak sahâbe adedince…

Bir zaman bu fakir demiştim ki, -buna bir mesnedim yok- “Yüz bin Türk haccetmedikçe kıyamet kopmaz!” demiştim.
O vakit on bindi. (Türklerden hacca gidebilen.)

وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
“Rabbinin nimetine (ihsanına) gelince onu minnet ve şükranla an.” (Duha Sûresi, 11. Ayet-i Kerime ve Meali)
Elhamdülillah, bu adet çoğaldı.
Inşaallah, Cenáb-1 Hak yalancı çıkarmaz.
(Bu sohbet, 1970 yılında Arafat’ta yapılıyor ve o sene Türk hacılarının adedini, Ali Ulvi Kurucu Beyefendi elli yedi bin olarak ifade ediyor. Mehmed Feyzi Efendi Rahmetullahi Aleyh Hazretleri’nin beyan ettiği rakamı Türk hacılar, 1976 haccında ilk defa aşıyorlar.)

Efendim. Millet-i Ahmed, Millet-i Muhammed için gayet beşaretli bir durum var.
Şimdi, tashih ettirmek için benim arz edeceğim bir mes’ele daha var. Ama, tashih için arz ediyorum:
Resûl-ü Ekrem Efendimizin:
بَدَأَ اْلاِسْلاَمُ غَرِيباً وَسَيَعوُدُ غَرِيباً
“İslâm garib olarak (eşsiz) başladı tekrar başladığı gibi garip hale dönecektir.” (Müslim, İman, 232, 145; Tirmizî, İman, 13 – 2631)
buyurdukları hadisin anlamı, fukahânın ıstılahında yerleşmiş. Meselâ: Istılâh-ı fukahâda. “garib”:
بعد عن الوطن
“Vatanından uzak olmuş” kişidir. Mesâil-i fikhıyye sadedinde bu suretle mânâ veriliyor.
Şimdi, Fakir, istilâh-ı ehl-i hakikate göre olan manayı almak istiyorum.
Ehl-i hakikat istılâhında:
كل شئ ما بين جنسه عديم فهو غريب
“Herhangi bir şey ki, cinsi mâbeyninde adîmu’n-nazirdir; o şey garibdir.”
Biz, şimdi bu mânâyı esas alıyoruz. Çünkü, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bu hadis-i şerif beyan etmeleri, mesâil fikhiyyeden bir mesele hakkında değildir. Hadisin vürudu, belki, İslâm’ın mebde’den, müntehaya doğru seyrini beyan ediyor.

Yani, nasıl adîmu’n-nazir (benzeri olmayan) bir din olarak mebde’de zuhúr ettiyse, münteha tekrar adîmu’n-nazir bir din olarak bütün edyan içinde netice bulacağını mebde ile müntehânın ittisâlini beyan sadedindedir. Yoksa ki, mesâil-i fıkhiyyeden bir mesele hakkında değildir ki fukâha istilâhıyla buna tevcih edilsin! Çünkü hem bu şekildeki tevcih, avâma göre yeis veriyor.
“İslâmiyet garib olarak başladı, garib olarak neticelenecek” gibi bir mânâ, yeis veriyor. Bu ise kuvve-i mâneviyyeyi kırar.
Demek, hadis-i şerifi ehl-i hakikat istilâhı üzere tevcih, daha münâsib oluyor. Kuvve-i mâneviyye vermek için…

Zâten de Mesnevi’de bir mısrâ var: Mevlânâ Hazretleri, Şems’e (Güneşe) “garib” diyor:
خود غریبی در جهان چون شمس نیست
شمس جان با قیست اورا أمس نیست
“Hakikaten dünyada güneş gibi garip bir şey yoktur. Can güneşi bakidir. Onun için (dün) yâni geçmiş zamanın itibarı olmaz.” (Mesnevi-i Şerîf, beyit: 120)

Şems’in garib olması, kevâkib içinde adîmu’n-nazir olmasındandır. Yoksa, bizim bildiğimiz “bîkes” mânâsına değil.
İşte, din-i İslâm da bütün edyân içerisinde adîmu’n-nazir bir din olduğu için; adîmu’n-nazir bir din olarak zuhûr etti. Tekrar, seyrini adîmu’n-nazir bir din olarak tamam edecek. Sırr-ı hatmiyyet zuhûr edecek. Zâten, Nüzûl-u İsâ Aleyhisselam da, daire-i nübüvveti temhir içindir. Bu hikmete binaen Mehdi Âl-i Resûl Aleyhisselâm’ın zuhûru da dâire-i velâyeti temhir içindir.

Resûlullah Hazretleri, Hâtemül-enbiyâdır. Yani, onun risâletiyle, nübüvvetiyle, dâire-i nübüvvet temhir edilmiştir. Bir kıraata göre:
خاتم انبيين
[Hatimi’n-Nebiyyin]dir. Bu da mütevâtir kıraattır. O vakit, “mühürleyici” demektir. Kendisi irtihal buyurdular. İsâ Aleyhisselam vekili olarak; Mehdi Âl-i Resûl Aleyhisselâm da onun evlâdından tekrar vekili olarak, o daireyi bizzat Fahr-ı Âlem hesabına temhir edecekler. O daire kapandıktan sonra, artık, bir müddet yaşama var. Ama, artık bir daire çizmiyor. Nes-nas denilen bir kavim yaşayacak. Fakat ne insâniyet, ne İslâmiyet, onlardan hiçbir eser yok. Çünkü, daire çizmez bir daha.

Ama, henüz dâire kapanmazdan evvel, menfi seyir ve merhaleler geçilip, inşaallah mebde ile münteha ittisal edecek. Pek parlak ittisâl edecek! Fakat bu yine, nokta-i merkeziyye olan makamât-ı mübârekede zuhûr edecek. İnşaallahü Teâla.

Lâakal, o hacda yüz yirmi dört bin evliyâ bulunacak. İnşaallah. Ama, diğer halkın hesabını Allah bilir. Bunu, tashih için arz ettim, zât-i âlînize (Ali Ulvi Kurucu Bey’e hitap ediyor).

Not: Ali Ulvi Kurucu Bey, bazı hadis kitaplarının şerhlerinde bunu teyid eden açıklamalar gördüğünü ifade etmişlerdir.

(Rafet Küllüoğlu, Mehmed Feyzi Efendi’den Feyizli Sözler Sohbetler, s. 87-94 arasındaki sayfalardan muktebes olarak düzenlenerek alınmıştır.)

Abdulkadir Çelebioğlu

Anarşi Sebep ve Çareleri – 4

MEDENİYETİN İKİ GÜNAHI

Bu milletin hususiyetlerini dikkate almadan girişilen sözde ıslahat hareketlerinde, birincisi Müslümanları dini hislerinden tecrid ederek dünyaya sevk etmek, diğeri de hürriyetçilik namı altında nefsin istibdadına yol açmak olmak üzere iki dehşetli hataya düşülmüştür.
Birinci hatanın temelinde, din ile içtimaî hayatı birbirinden ayrı tutmak gibi yanlış bir zan yatar. Daha önce de Üstad Hazretleri’nden nakillerle işaret ettiğimiz gibi, din ve hayatı birbirinden ayırarak terakki etmek, Batı dünyası için bir reçete olabilir. Fakat bu formül şark için bir reçete değil, öldürücü bir zehir hükmündedir. Bediüzzaman, “İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası” demek suretiyle bu mühim hakikati ifade etmektedir. (1)
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Lem’alar adlı eserindeki şu ikazlara kulak verelim:
“Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve sanat ve terakkiyat-ı ecnebiyeye cebir ile sevk eden bedbaht hamiyet-füruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın! Eğer böyle ahmakane körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kàtil hükmünde o dinsizler zarar verecekler.”
“Ey divane baş ve bozuk kalp! Zanneder misin ki ‘Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar.’ Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.
اَلْحَرٖيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ
durub-u emsal hükmüne geçmiştir.
Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.
Âyâ zanneder misin bu milletin fakr-ı hali, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki Çin ve Hint’teki Mecusi ve Berahime ve Afrika’daki zenciler gibi Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor.
Sizin cebren böyle ehl-i imanı mimsiz medeniyete sevk etmekteki maksadınız, eğer memlekette asayiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise kat’iyen biliniz ki hata ediyorsunuz, yanlış yola sevk ediyorsunuz. Çünkü itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde asayiş temini, binler ehl-i salahatin idaresinden daha müşküldür.
İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevk etmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler.” (2)
Müslümanları dinlerinden uzaklaştırarak dünyaya teşvik etmek, onlarda çalışma ve istihsal edici olmak yerine, tüketici olmak, israfa ve sefahete yönelmek meylini kamçılar. Hamiyet hissi böylece köreltildiği için, fertlerde artık “Milletime ve vatanıma nasıl faydalı olurum?” sorusundan ziyade, “Memleketi kurtarmak bana mı kaldı? Üç günlük dünyanın tadını çıkarmaya bak” fikri hakim hale gelir. Ve görenek belasıyla herkes zevk ve sefahette kendisinden yukarıdakileri görür, onlardan aşağı kalmamaya çalışır. İhtiyaçlar birden bine çıkar. Bu ihtiyaçları karşılamak için de ne lazımsa, hangi yola baş vurmak icab ediyorsa, onu yapar.
“Serbest hevanın tahakkümüyle, havaic-i gayr-ı zaruriye havaic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y masrafa kâfi gelmediğinden hileye harama sevketmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir.” (3)
Muhâkemat adlı eserinde Bediüzzaman, medeniyetin kötü taraflarının iyi taraflarına ağır basmasına iki sebep gösteriyor:
“Birincisi: Din ve fazileti düstur-u medeniyet etmemeklikten neş’et eden müsaade-i sefahet ve muvafakat-ı şehvet-i nefistir.
İkincisi: Hubbu’ş-şehevat ve diyanetsizliğin neticesi olan merhametsizlikten neş’et eden maişetteki müdhiş müsavatsızlıktır.” (4)» (5)
«…Divan-ı Harb-i Örfî adlı eserinde “Cahil efrad ve avâm-ı nâs kayıtsız hür olsa; şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur.” demektedir. (6)
Münâzarât’ta ise sefihane arzulara kayıtsız hürriyet tanınmasını Üstad Bediüzzaman “Sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.” (7) şeklinde tarif etmektedir.
Hutbe-i Şamiye isimli eserinde de Üstad, böylelerinin aslında hürriyeti değil, esareti arzu ettiklerini ifade ile şöyle der: “Bazen sefih ve lâubaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.” (8)
Öyleyse hürriyet nedir? Kayıtları ve sınırları ne olmalıdır?
Bunun tafsilâtına, “Çareler” kısmında gireceğiz. Burada, Münâzarât’tan yapacağımız iki nakille iktifa edelim: “Hürriyetin şe’ni odur ki: ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.” (9)
“Hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahâne serbest olsun.” (10)
Bu son nakilde işaret edildiği gibi, hürriyeti tahdit edecek, sadece âdil kanunlar olmalıdır. Kanunda adalet olmazsa, veya şahısların şahsa tahakkümüne müsaade edilirse, rejimin adı ne konulursa konulsun mahiyeti yine istibdad olacaktır. İstibdad ise, ister bir şahısta toplansın, ister birkaç şahıs veya makam arasında paylaştırılsın, netice itibarıyla değişen bir şey yoktur. Bediüzzaman Hazretlerinin Hutbe-i Şamiye’de ifade ettiği gibi, “Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdad tevzi olunmuş olur.”(11)
Bediüzzaman Hazretleri’nin hürriyetten anladığı, “şahane” bir serbestliktir, fakat meşru hareketlerde… Tahriple neticelenmesi muhakkak olan gayrimeşru hareketlerin başlangıçta az bir müsamaha görmesi bile, ileride önü alınması fevkalade güçleşecek menfi gelişmelere yol açacaktır. Bunun mânâsı, hak edilmeyen hürriyetlerin neticede hak edilmiş hürriyetleri de yok edecek bir istibdadla son bulmasıdır. Bahusus dininden uzaklaştırılarak manevî dizginlerinden boşanmış bir gençliği nameşru hareketlerinde kanuni tahditlerden [burada geçen tahdit kelimesi sınırlama anlamındadır, yoksa tehdid anlamında olup yanlış yazım değildir] de azade kılmak, anarşiye zemin hazırlamaktan başka bir şekilde tefsir edilemez.» (12)

DİNİN YERİNE TEK GÖZLÜ FELSEFE Mİ?

İnsan sadece bir cesetten ibaret olsaydı, Avrupalılaşmak bahanesiyle Türkiye’de yapılan tahribatın belki bir kısmı mazur görülebilirdi. Çünkü Avrupalılaşmak hareketi, insanın sadece maddî arzularını tatmin gayesine müteveccihtir. “Madem insan yalnız cesetten ibaret değil. Cesedi beslemek için kalp, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez, onlar imha edilmez. Onlar da idare ister.” (13)» (14)
«Din de, felsefe de insan için birer gözlük hükmündedir. İnsan kainatı ve hadiseleri o gözlerin ardından seyreder. Fakat “felsefe her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, her şeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nurani bir gözlüktür.” (15)
Kâinata iman yerine felsefe gözlüğüyle baktığınız zaman karşınıza çıkacak manzarayı, Üstad şöyle tasvir etmektedir:
“…elbette kâinatın şeklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi, belki düşman ve camidatı dehşetli cenazeler ve bütün zevi’l-hayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.” (16)
Evet, kalbinde iman olmayan, kendisinin ve bütün mevcudatın niçin yaratıldığını, nereden gelip nereye gittiğini bilemez. Onun gözünde canlı-cansız bütün varlıklar Allah’ın birer mahluku ve memuru değil, başıboş serseriler hükmündedir. Gayet meyus, ağlayan bir adamın bütün kâinatı ağlar görmesi gibi, üç günlük fani dünya hayatının sonu olan ölümü, hayattan ebedî bir ayrılış olarak, yok olmak şeklinde gören bir adam da bütün varlıkları ayrılık ve yokluk azabına mahkûm olarak görür.» (17)
«Maddeci felsefe, cerbezecidir. İnsanı, kâinata siyah bir gözlük ardından baktırdığı için sadece çirkin şeyleri gösterir, güzellikleri nazardan saklar. Ve hayatı, insana cehennem eder. Bediüzzaman Hazretleri, Tulûat adlı eserinde şöyle bir misal zikreder:
“Meselâ: Sizden yorulmuş yolcu bir adam, yalnız bir saât tenezzüh etmek üzere, gâyet müzeyyen ve müzehher bir bahçeye girse (nekaisten müberra olmak, cinan-ı Cennet’in mahsusatından ve her kemâle bir noksanı karıştırmak, şu âlem-i kevn ü fesadın mukteziyâtından olmakla) şu bahçenin müteferrik köşelerinde bâzı pis ve murdar şeyler bulunduğu için, inhiraf-ı mizac sevki ve emri ile, yalnız o taaffünatı taharri ve o murdar şeylere idâme-i nazar eder. Güya onda yalnız o var. Hülyanın hükmüyle fenâ hayâl tevessû ederek, o bostanı bir selhhâne ve mezbele suretinde gösterdiğinden midesi bulanır ve istifrağ eder, kemâl-i nefretle kaçar.” (18)
Evet, kainatta güzel ve çirkin şeyler birbirine karışmıştır. Fakat dikkatli bir nazar, güzelliklerin her zaman çirkinliğe galip geldiğini ve çirkinliklerin kâinatta bulunmasının da pek güzel bir maksada matuf olduğunu fark eder. Dalâletli felsefe, bu güzel maksadı göremediği için sadece çirkinliklerle meşgul olur, insanın gözüne elem ve ızdırap dolu bir manzara gösterir.» (19)
«İslâmiyet ise, mânâya da, maddeye de lâyık olduğu yeri verir. Kalbimde, ruhumda, aklımda tam mânâsıyla tatmin eder. Lemeât adlı eserinden aşağıya alacağımız nakilde, Bediüzzaman Hazretleri maddeci felsefeye “deha”, İslâmiyetin gösterdiği yola ise “hüda” ismini vererek her ikisinin mukayesesini gayet özlü bir şekilde yapmaktadır :
“Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı.
Hüda kalpte işliyor, dimağı da işletir. Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır.
Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır. İstidad-ı kemali birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sima ediyor insan-ı himmet-perver.
Deha ise evvela nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşv ü nema buluyor. Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor.” (20)
Deha, yani maddeci felsefe tek gözlüdür. Sadece dünyayı görür; onun ardından gelecek ebedi bir âlemden habersizdir. Bu dünyaperestliği, dünyaperestlik ise kayıt ve nizam tanımamayı netice verir. Canavar hayvanların dünyasında muteber olan “Kuvvet kimde ise hak onundur” düsturu böylece insanlar arasında kuvvet bulur. İnsan, gücünün yettiği yere kadar kanun – nizam tanımaz. Kendisine bunca nimetleri veren bir Rabbi tanımadığı için, şükran ile o nimetlerden istifade etmek yerine, kendisini sahipsiz arazide otlayan hayvan derekesine düşürür.» (21)
« “Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe’ni, tecavüzdür.
Hedef-i kasdı, menfaattir. O ise şe’ni, tezahümdür.
Hayatta düsturu cidaldir. O ise şe’ni, tenazudur.
Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe’ni, böyle müthiş tesadümdür.
Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise şe’ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebep olmaktır.
Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. İşte onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şakavete atmış; onunu mümevveh (hayalî) saadete çıkarmış, diğer onu da beyne-beyne (ikisi ortası) bırakmış.
Saadet odur ki külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir…” (22)
Hulasa edersek: Maneviyatı bir yana bırakarak maddeye tapan ve insanın sadece maddî ihtiyaçlarını karşılamayı hedef alan bir medeniyetin gözünde insan sadece bir cesetten ibarettir. O medeniyetin insana verdiği mevki insaniyetin gerçek mevkii değil, belki hayvaniyetin de altında bir makamdır. Ondan alınacak mahsul ise saadet değil, bilakis dertler, sıkıntılar, kavgalar olacaktır.
Medeniyetin sadece bu sefih kısmını kendimize örnek alarak içtimaî hayatımızda ona göre tanzim – veya daha doğru bir tabirle “tahrip”- hareketlerine giriştikten sonra ortaya bugünkü anarşinin çıkmış olmasına şaşmayalım!
Bizde çok şeyler beklenmiştir maddiyatçı felsefeden. En azından, İslâmiyetin yüksek hakikatlerinden boşalan yeri doldurması beklenmiştir. Bu hiç mümkün mü?
İşte ne aklı, ne de ruhu tatmin edilememiş nesiller hala arayış içinde… Cumhuriyetimizin yarım asırlık eğitim sistemi ile yetiştirilen gençlerden herbiri bu arayış içinde bir tarafa saplanmış gidiyor.
“İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazen bâtıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken ihtiyarsız dalalet başına düşer, hakikat zannederek kafasına giydiriyor.” (23)
Aklı, kalbi, ruhu tatminsizlik içinde kıvranan gençlerin gözlerinden hakikat saklanırsa, onları olduğu yerde tutabilir misiniz? Bilhassa gençliğin bu arayışından istifade etmek isteyen kötü niyetli mihrakların, gençliğin bazı heveslerini de istismar etmek suretiyle onlar üzerinde girişecekleri oyunları hangi kuvvetinizle, hangi felsefenizle önleyebilirsiniz?
Terakki edeceğiz zannıyla Avrupa medeniyetinin ikinci ve bozuk kısmının batıl felsefesine yapışmaktan doğan en zararlı netice, bu felsefenin yol açtığı buhran ile, dinsizlik cereyanının kuvvet bulması, komünizm ve anarşinin de oradan yol bularak bünyemize girmesi olmuştur. Üstad Hazretleri, elli sene öncesinden beri bu hususa devamlı olarak dikkati çekmiş, bugünleri âdeta gözüyle görüyormuşçasına, şimdi devleti temelinden sarsan anarşi tehlikesini haber vermiştir. Ve bütün mesaisini, gelecek nesilleri tehdit eden dinsizlik ve anarşi cereyanından kurtarmaya, bu cereyanlara karşı sed teşkil edecek Kur’ân ve iman hakikatlerini asrın anlayışına uygun bir şekilde, akli ve ilmi delillere dayandırarak izah ve neşretmeye hasretmiştir.» (24)

Devam Edecek.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 761
2- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 112-113
3- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 44-45
4- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, s. 37-38
5- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 59-61
6- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 15
7- Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, s. 15-16
8- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 87
9- Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, s. 14
10- Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, s. 16
11- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 79
12- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 64-66
13- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 162
14- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 68
15- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 633
16- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 244
17- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 69-70
18- Bediüzzaman Said Nursî, Tulûat, s. 77
19- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 71
20- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 758
21- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 74-75
22- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 116-117
23- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 442
24- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 76-78

Anarşi Sebep ve Çareleri – 3

FRANSIZ İHTİLALİ BİZE ÖRNEK OLAMAZ

Evet, insanlığın yüz karası engizisyon işkenceleri ve benzeri vahşet ve zulümler, Avrupa’da Hristiyanlık taassubunun en kuvvetli olduğu devirlerde cereyan etmiştir. Avrupalılar bu taassubun perdesini yırtmak suretiyle vahşetten kurtulmak ve medenileşmek fırsatını bulabilmişlerdir. Bizdeki Avrupa hayranları da bu noktadan hareketle, “İşte”, demişler. “Madem Avrupalı Hristiyanlıktan uzaklaşarak medenileşti. Biz de İslâmiyetten uzaklaşarak terakki edip medeni olacağız.” Acaba öyle mi?
Sözü yine Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne bırakıyoruz. Mektubat’ın 407’nci sayfasından:
“Din-i İsevîde yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı a’zamı, kütüb-ü sâbıka-i mukaddeseden alındı.
Hazret-i İsa Aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci olmadığından esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi şeriat-ı Hristiyaniye namına örfî kanunlar, medeni düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse yine Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın esas dini bâki kalabilir. Hazret-i İsa aleyhisselâmı inkâr ve tekzip çıkmaz.” [1]
Evet, Hristiyanlıkta reform yapanlar, o dinin esaslarına dokunmamışlar ki… Çünkü değiştirdikleri kanunlar ve esaslar, zaten Hazreti İsa Aleyhisselâm tarafından vaz edilmemiş Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın getirdiği şeriatın, insanların içtimaî hayatını tanzim etmek gibi bir iddiası yoktu. Eğer olsaydi ve reformcuların değiştirdikleri esaslar Hazret-i İsa Aleyhisselâm tarafından getirilen esaslar olsaydı, yapılan şey reform değil, Hristiyanlık dinini değiştirip yerine başka bir din ikame etmek olacaktı. Ama böyle olmamıştır. Dolayısıyla, Hristiyanlıkta yapılan reformdan, Hazret-i İsa Aleyhisselam’ı inkâr mânâsı çıkarılamaz. Peki, ya İslâmiyet?
Bediüzzaman Hazretleri devam ediyor:
“Halbuki din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hint, birer taht-ı saltanatı olduğundan din-i İslâm’ın esasatını bizzat kendisi gösterdiği gibi o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdabını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor.
Demek füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki onlar tebdil edilse esas-ı din bâki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir cesettir, lâekall bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş, kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzip etmek çıkar.”
Bediüzzaman Hazretleri, Hristiyanlık ile İslâmiyet arasındaki bu farkı izah ettikten sonra bir suali de şöyle cevaplandırıyor:
“Ehl-i bid’a, dinsizliklerine ve ilhadlarına şöyle bir bahane buluyorlar. Diyorlar ki: ‘Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisatına sebep olan Fransız İhtilal-i Kebiri’nde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i hâssı olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrip edildi. Sonra çokları tarafından tasvip edildi. Frenkler dahi ondan sonra daha ziyade terakki ettiler?’
Elcevap: Bu kıyasın dahi evvelki kıyaslar gibi farkı zahirdir. Çünkü Fransızlarda, havas ve hükûmet adamları elinde çok zaman din-i Hristiyanî, bâhusus Katolik mezhebi; bir vasıta-i tahakküm ve istibdat olmuştu. Havas, o vasıta ile nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve “serseri” tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyet-perverlerini ve havas zalimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dört yüz seneye yakın Frengistanda ihtilaller ile istirahat-i beşeriyeyi bozmaya ve hayat-ı içtimaiyeyi zîr ü zeber etmeye bir sebep telakki edildiğinden o mezhebe, dinsizlik namına değil belki Hristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve feylesoflarda bir küsmek, bir adâvet hasıl olmuştu ki malûm hâdise-i tarihiye vukua gelmiştir.
Halbuki din-i Muhammedî (asm) ve şeriat-ı İslâmiyeye karşı; hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki ondan şekva etsin. Çünkü onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir iki vukuattan başka dâhilî muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi ise dört yüz sene ihtilalat-ı dâhiliyeye sebep olmuş.” (2)
Burada Üstad, Hristiyanlık içinde girişilen reform hareketlerini, İslâmiyet’i hedef alan tağyir hareketlerinden ayıran çok mühim bir farka daha işaret etmektedir. Hristiyanlıktaki reform, dinsizlik adına Hristiyanlığa tevcih edilen bir taarruz değildi. Bu, Hristiyanlık içinde bir mezhebin başka bir mezhebe karşı hareketinden ibaretti. İslâmiyette ise hak olan mezheplerin esasları birdir. Hepsi de Resulullah Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in tesis ettiği Ehl-i Sünnet cemaatinde birleşirler. Bu esası değiştirmeyi hedef alan her hareket, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ı ve İslamiyetin kendisini hedef alan bir hareket olacaktır. Nitekim 1950 öncesinde devlet eliyle dinde yapılmak istenen değişiklikler,-haşa- İslâmiyet’i ıslah etmek değil, ortadan kaldırmayı hedef almıştır. Öyle bir anlayışla yetiştirilen nesilden de Avrupa medenileri değil, bugünün anarşistleri alınmıştır mahsul olarak…
Yine İslamiyetle Hristiyanlık arasında Üstad Hazretleri’nin işaret ettiği bir başka fark, avam ve havassın, yani halk ile idareci zümrenin, zengin ve fakir sınıfların her iki dindeki durumlarıdır.
İslâmiyette ruhban sınıfı yoktur. Bizim dinimiz Allah ile kul arasında bir vasıta kabul etmez. Ortada sadece delil ve yol gösterici vardır. Yani insan, kendisine verilen akıl nimetini kullanarak, Kur’ân’ı ve Peygamber’i anlamaya çalışır. Onlar ne söylüyor? Dinler. Bakar ki baştan başa hakikattir; tabi olur. Artık rehberi Kur’ân ve Peygamberdir; hedefi yalnız ve yalnız Allah rızasıdır. Bunun dışında kalanlar, olsa olsa rehberi daha iyi anlamasına yardımcı olabilir; İslâmiyet bunun dışında kimseye, başkalarına tahakküm vasıtası olabilecek bir makam vermemiştir. Ve bir Müslümanın gayesi de Allah rızası olunca, artık başkalarının rızasını kazanmaya, başka kulların önünde eğilmeye tenezzül etmez. İslâmiyetin bu esasıdır ki, kuvvetlilerde tevazuu, zayıflarda ise izzet-i nefis ve hukuku muhafaza etmiştir.
Hristiyanlıkta ise ruhban sınıfı, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın güya bir mukaddes vekili sıfatıyla avam üzerinde bir rüçhaniyet kazanmıştır. Bu, gururu ve enaniyeti teşvik eden bir unsurdur. Bu sebepten Hristiyanlıkta mutlak bir eşitlik mefhumu yoktur. Gurur ve tekebbürün kırılması diye bir mesele bahis mevzuu değildir. Gurur ve tekebbürün meydani boş bulması ise, dünyaca servet ve mevkii yüksek olanların, kendilerinden aşağı olanlar üzerinde tahakküme yol açmaktadır ve açmıştır.
Ayrıca Hristiyanlık, Bediüzzaman Hazretleri’nin Sünuhat’ın 27’nci sayfasında ifade ettiği gibi, “zalime karşı miskinliği esas tutar.” [3] Yani zalime karşı müdafaayı teşvik etmez. İslâmiyette ise, Hadîs-i Peygamberî ile “En güzel söz, zalimin yüzüne karşı söylenen hak sözdür.”
Yine Sünuhat’tan:
“Kendini havas zanneden zâlimlere, mazlumîn ve avâmın hücumu ile, Hristiyanlık havassın tahakkümüne yardım ettiğinden parçalanabilir. İslâmiyet ise dünyevî havastan ziyâde avâmın malı olduğundan, esasât itibariyle müteessir olmamak gerektir.” (4)» (5)
«Yine Hristiyanlığın aksine, İslâmiyette akıl hakimdir. Hristiyanlık taklid, İslâmiyet ise tahkik ister.
“Hem Kur’an-ı Hakîm lisanıyla
اَفَلَا تَعْقِلُونَ ٭ اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ٭ اَفَلَا يَتَفَكَّرُونَ
gibi kudsî havaleler ile aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike sevk ediyor. Onun ile ehl-i ilim ve ashab-ı akla din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körü körüne taklit istemiyor.”
“…Hristiyan’dan çıkan feylesoflar, dinlerine karşı lâkayt veya muarız vaziyeti alması ve İslâm’dan çıkan hükemaların kısm-ı a’zamı, hikmetlerini esasat-ı İslâmiyeye bina etmesi; yine mühim bir farkı gösteriyor.” (6)
Burada bir hususu tasrih etmek gerekir. Bediüzzaman Hazretleri’nin Avrupa ve Hristiyanlığa hücumu, her ikisinin de bozuk kısmınadır. Üstad, Avrupa medeniyetini iki cihetten tenkit eder:
Birincisi, Hristiyanlığın bozulmuş ve taassupla vahşete ve zulümlere medar olmuş kısmıdır.
İkincisi de, dinden uzaklaşmış, insanlığı imansızlığa ve sefahete teşvik eden kısmıdır.» (7)
«…Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Hristiyanlıktaki değişimleri şöyle tefsir eder:
“Nasraniyet, ya intıfa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silah edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfa bulup sönecek veya hakiki Nasraniyet’in esasını câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.
İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm işaret etmiştir ki: ‘Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.’ ” (8)
İleride bu hususlarda tafsilata gireceğiz. Şimdilik burada keserek, Türkiye’de anarşinin esas kaynağı diyebileceğimiz Avrupalılaşmak taassubunun bünyemize girişine dönüyoruz.» (9)
«HAMİYETİN ÖLÜMÜ
(…) Hamiyet nedir?
Bediüzzaman Hazretleri, Sünuhat’ta hamiyeti, “muhabbet, hürmet, merhametin netice-i zaruriyesi” olarak tarif eder. Fakat Avrupa mukallitlerinin hareketlerinde ne hürmet, ne de muhabbetin zerresine tesadüf etmek mümkün değildir. Yine Sünuhat’tan:
“Avrupa’ya şedid bir meftuniyet ve milletine karşı amîk bir nefret hissiyle, kendini Avrupa’nın veled-i nâmeşruu gösterdiği gibi, fikr-i ihtilal ve meyl-i tahrip ve aldatıcı cerbezenin neticesi olan hicv-i âsiyane, müfteriyâne, namus-şikenane ile kendi fir’avuniyetini ve zımnen medih ve gururiyetini ve bilmediği halde İslâm’a düşmanlığını göstermekle beraber; fir’avuniyet, enâniyet, gurur hükmü ile:
Milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef olduğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir, meyl-i incizab yerine meyl-i nefret, meyelan-ı muhabbet yerine irâde-i istihfaf, temayül-ü ihtiram yerine meyelan-ı techil, arzu-yu merhamet yerine arzu-yu taazzum, seciye-i fedakârî yerine temayül-i infiradî ikame edip; hamiyetsizliğini, asılsızlığını gösterdiğinden nazar-ı hakîkatta öyle bir câni ve menfur olur ki, meselâ birisi Paris’te sefâhet âleminde bir âlüfte madamın kametinde istihsân ettiği bir libası, câmide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi bir hareket-i ahmakane ve câniyanede bulunur.”(10)
Millete hizmet davasında bulunanlar, evvelâ kendileri o milletin hakikî bir evlâdı olmak, milletine sarsılmaz bir muhabbetle bağlı bulunmak ve milleti için her şeyini gerekirse fedadan kaçınmamak gerekir. Halbuki Avrupa meftunları öyle mi?
Üstad Hazretleri’nin de ifade ettiği gibi böylelerinden millete karşı tahkir, nefret, istihfaf görülmüştür. Güya bir ferdi oldukları bu milleti hakir görmüşler, cahillikle itham etmişler; kendilerini ise milletin akıl erdiremediği meseleleri bilen kimseler tevehhüm etmişlerdir. Bu tevehhüm ile, kendi dar zihinlerince kurtuluş çaresi olarak gördükleri bazı reçeteleri, millet üzerinde zorla tatbike kalkmışlardır. Böylece ferdîleşmek temayülü kuvvet bulurken, hamiyet hisleri tahrip edilmiştir.
“Zira hamiyet ise; muhabbet, hürmet, merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illâ yalandır, sahtekârlıktır. Nefret, hamiyetin zıddıdır.
Mutaassıblara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri herbiri yüz mutaassıb kadar meslek-i sakîminde mutaassıbdır. Bunlardan birisi Şekspir medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh-i Geylanî medhinde etse idi, tekfir olunacaktı.
Heyhât! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyet?!.” (11)
Millette hamiyet hissini canlandırmak ve milleti bir vücut halinde bir maksada sevk etmek için, milleti kendi fitratına uygun, ulvi bir gayede birleştirmek gerekir. Yoksa insanlarda ferdileşmek temayülüne kuvvet vermek ve onların süflî hislerini teşvik etmekle bir netice elde edilmez.
Avrupa’dan ahkâm dilenciliği yapmanın neresinde ulviyet bulunabilir ki millet canla başla bu gayeyi benimsesin?
“Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur’an’dan gelen şu fikirdir: ‘Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim.’ Kemal-i şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş. Daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, safi kalpli olan neferatın ruhunda şöyle ulvi fedakârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir? Ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?” (12)
Bediüzzaman Hazretleri, bu milletin en mühim vasfını “hamiyet-i diniye” olarak tarif ederek “Hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı” diyor. “Hususan biz şarklılar, garblılar gibi değiliz. İçimizde kalblere hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i ezelî ekser enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki; yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn, bunun bir bürhân-ı kat’îsidir.” (13)
Tarihe bir göz atalım: Şark milletlerinin, dinlerinden uzaklaşmakla bir şey kazandıkları vaki midir? Bilâkis, dinlerine bağlandıkça şark milletleri dünyaca da ilerlemişler, hatta bütün dünyaya örnek teşkil etmişlerdir. Tarihin bu gerçeğini görmezlikten gelmekle girişilen hareketlerden bize fayda değil, ancak zarar ve tahribat geleceğini, son asrın tecrübeleri göstermiştir.
Bir memlekette ıslahata girişileceği zaman o memleketin hususî şartlarının en başta nazara alınması icab eder. Bir hastayı tedavi eden ilâcın başka bir hastayı öldürebileceği unutulmamalıdır. Cemiyetlerde de durum böyledir. Bir cemiyetin bünyesinde tedavi tesiri yapan bir ıslahat hareketi, aynıyla başka bir millete tatbik edildiği zaman tahribat yapabilir. “Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız.” (14) Yani şu kâinatta carî olan kanun ve nizamları dikkate almaksızın girişilecek hareketler, hayalperestlikten ve maceracılıktan öteye gidemeyecektir. İnsana hayat veren oksijenden, akvaryumdaki balığı da istifade ettirmeye çalışırsanız onu boğarsınız. Ne kadar güçlü ve kudretli olursanız olun, kâinattaki kanunları değiştiremezsiniz. Bir milletin üzerinde tahakküm etmeye kalkanlar da görünüşte ne kadar kuvvetli olurlarsa olsunlar, güçleri hiçbir zaman -şimdikilerin tabiat kanunları dedikleri- âdetullah kanunlarını aşamaz.
“Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.” (15)» (16)

Devam Edecek.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 407
2- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 407-408
3- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 27
4- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 26
5- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 47-51
6- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 408-409
7- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 52
8- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 442
9- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 53
10- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 61
11- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 61-62
12- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 302
13- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 56-57
14- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 75
15- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 160
16- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 54-58

Anarşi Sebep ve Çareleri-2

BEDİÜZZAMAN İLE NEDEN UĞRAŞTILAR?

Bilindiği gibi Tanzimatla birlikte bizde bir Avrupalılaşma hevesi başgöstermişti. Gerçi Bediüzzaman Hazretleri yukarıda da arz ettiğimiz gibi [yani bir önceki tefrika edilmiş yazıda] ilim ve teknikte Avrupa’nın örnek alınmasına karşı değildi. Bediüzzaman, aynı zamanda hürriyetin de hararetli bir taraftarıydı. Hürriyet hareketinin başlangıcında Şarktaki aşiretleri dolaşarak bu hareketi müdafaa ediyor, bu hususta eserler telif ediyordu. Fakat diğer taraftan da Üstad, hürriyet hareketinin öncülerini de “Meşrutiyeti, meşruiyet ünvanıyla telakki ve telkin ediniz. Ta, yeni ve dinsiz bir istibdad, pis eliyle o mübarek ağrazına siper etmekle lekedar etmesin” şeklinde beyanlarıyla ikaz ediyordu. Daha sonra 1935 yılında Eskişehir’de muhakeme edilirken cumhuriyet hakkındaki fikri sorulduğu zaman verdiği karşılık şu olmuştur:
“Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu, elinizdeki Tarihçe Hayatım isbat eder!” (1) Fakat Bediüzzaman Hazretlerinin anladığı hürriyet ve cumhuriyet, sadece isimden ibaret bir hürriyet ve cumhuriyet değildi. İstibdad sadece isim değiştirmek suretiyle başka bir kılıkla karşımıza çıkacak olduktan sonra, o isimden ibaret hürriyetin, meşrutiyetin ya da cumhuriyetin ne mânâsı kalırdı! Bu, meselenin bir tarafı…
Diğer taraftan, cemiyet bünyesinde yeni bir tanzim hareketine girişilirken, çok dikkatli davranmak gerekiyordu. Aksi takdirde başlangıçta az da olsa girişilecek menfi hareketlerin, ileride büyük ve vahim neticeler doğurması kaçınılmazdı. İşte, yukarıya aldığımız beyanında “hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimâiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübâlilik göstermeleriyle, yirmi otuz sene sonra; dince, ahlakça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinde…” diyerek Üstad bu hakikate işaret etmekte ve Cumhuriyetçilere, aynı hataya düşmemeleri için ikazda bulunmaktadır.
Fakat o zaman hakim olan zihniyet için cumhuriyet de Avrupalılaşmak da başka manalar taşıyordu. Tekniğiyle, medeniyetiyle değil, âdet ve inançlarıyla Avrupalı bir millet meydana getirilmek isteniyordu. Günün moda tabiriyle “asrileşecek”, “küçük bir Amerika” olup çıkacaktık.
Bediüzzaman Hazretlerine göre asrileşmek, başka bir millet olmaya çalışmaktan çok farklı bir şeydi. Üstelik onun ideali, “küçük bir Amerika” çerçevesine sığdırılamayacak kadar da genişti. Batılılar bugünkü medeniyet seviyelerine öküz arabasıyla geldiler, biz balonla uçarak kısa zamanda onları geride bırakacağız diyordu Üstad.» (2)
«Bütün milleti, bütün İslâm âlemini, bütün insanlığı, hatta bütün mahlûkatı kucaklayan bir gönül: İşte Bediüzzaman Said Nursî burdur!
Böyle bir gönül genişliği içinde Üstad, dünyanın geçirmekte olduğu ve yurdumuzu da tesiri içine alan bir büyük buhran karşısında bigâne kalamazdı. Bilhassa baştaki idarecilerin bu buhranı teşhis etmekten ve milletin istikbalini görmekten aciz kaldıkları bir devrede Bediüzzaman Said Nursî gibi ileri görüşlü bir alimi, ikaz vazifesini yerine getirmekten zindanlar da alıkoyamazdı.
“Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı, İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak?
Garb’ın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi?
Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı?
Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” (3)
“Büyük Kafalar”, Üstad Hazretleri’ni susturmak için çareler araştırırken o, böyle şeylere ehemmiyet vermiyordu. Bediüzzaman nefsine gelecek tehlikeler sebebiyle vatan ve millet hizmetinden geri duracak bir kişi değildi. Onun fedakârlığının ne büyük ölçülere ulaştığını anlatmak bu sütunların kârı değildir. Bir örnek olarak, Afyon hapsinde maruz kaldığı muamelelerden bir nebze söz etmek isteriz.
Üstad Hazretleri hakkında Denizli Ağır Ceza Mahkemesindeki muhakemesinde ittifakla beraat kararı verildikten ve eserleri kendisine iade edildikten sonra, 1947 nihayetinde arasında bizim de bulunduğumuz talebeleri ile birlikte tekrar tevkif edildi ve Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde muhakemesine başlandı. Muhakeme sırasında Üstad, Afyon Cezaevinde 20 ay kaldı. Bu 20 ay zarfında, o sıralarda 75 yaşında bulunan ve hasta olan Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatına kastetmek için her türlü çareye başvuruldu. Pencerelerin buz tuttuğu şiddetli kış günlerinde Üstad, altmış kişilik sobasız bir koğuşta yalnız başına bırakıldı, talebelerinden bir tek kişi ile görüşmesine izin verilmedi.
Bu şartlar altında, Üstad’ı bir de yemeğine zehir katarak öldürmeye teşebbüs ettiler. Şiddetli zehrin acısıyla kıvrandığı sıralarda bile yanına kimse bırakılmadı. Onunla görüşmeye te teşebbüs eden talebeleri insafsızca kırbaçlandı.
Bunlar başkasından dinlediğim hikâyeler değil. İçinde bulunduğum, gördüğüm, şahit olduğum hadiseler… O zaman on sekiz yaşındaydım.» (4)
«“Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” (5)
Uğradığı bütün muamelelere rağmen, Üstad Hazretleri davasından bir an geri durmadığı, bir nebze fedakarlık etmediği gibi, bu muameleleri kendisine reva görenlere karşı da gönlünde hiçbir zaman kin ve intikam hissi beslememiştir. Dedik ya, o gönül, kainatı kucaklayan bir şefkat abidesi! Kin, intikam ve şahsi garazlar o gönülde kendine yer bulamaz!» (6)

RİSALE-İ NUR OLMASAYDI…

Risale-i Nur’un öyle bir devirde yüz binlerce kişinin imanını kurtarmaya vesile olması, küçümsenecek bir hadise değildir. Milletin dinine ve an’anelerine yöneltilen külli taarruzlara karşı o zaman Risale-i Nur gibi bir hareket ortaya çıkmamış olsaydı, anarşinin bugün ulaştığı merhale belki de çoktan geride bırakılmış olacak, memleket geri dönülmesi mümkün olmayan bir felaketin içine çoktan yuvarlanıp gidecekti.
1950 öncelerine erişenler, iyi bilirler. Kısaca o günlerin şartlarını hatırlamaya çalışalım.
Devir, laiklik adı altında dini inançların ve her türlü dinî hareketin bastırılmak istendiği bir devirdi. Garptaki laik devletler, dinin yanında yer aldığı halde bizde laiklik devletin dine karşı cephe alması şeklinde telâkki ediliyordu. Devlet, ezanı yasaklamak gibi icraata girişebiliyordu. İslâmiyeti tahrip ve tağyir gayretleri devlet eliyle yürütülüyordu.» (7)
«Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri böyle bir vasatta [yani dinî neşriyatların yapılmasına izin verilmediği bir dönemde] mücadele vermiştir. Bir hocanın bir talebeye Kur’ân okumasını öğretmesi gibi en basit dini hareketlerin jandarma dipçiğiyle ve insafsızca bastırıldığı, âlimlerin küçük bir dini risale bile neşredemedikleri devirlerde Bediüzzaman Hazretleri beş bin sayfalık [o tarihteki kitapların yazı puntosuna göre bu sayı verilmiştir. Günümüzdeki baskılarda altı bin küsür sayfalık] Risale-i Nur Külliyatı’nı telif ve çeşitli yollardan neşretmeyi başarmıştır. Bu eserleri okuyarak iman hakikatlerini öğrenen bahtiyar insanların meydana getirdiği büyük bir cemaat devlet eliyle dine ve manevi değerlerimize karşı yürütülen baskı ve terör hareketlerine karşı metanetle mukavemet etmiş, inançlarından en küçük bir taviz vermeyerek din-i İslâm’ı memleket sathında yaşamışlardır. Rahatça söyleyebiliriz ki, o dehşetli devirde aleni olarak İslamiyet’i yaşayan ve yaşatan ve bu uğurda her türlü zulme kahramanca göğüs germekten çekinmeyen böyle bir cemaatin bulunması, bu gün minarelerimizden “Allahu Ekber” sedasını hala işitiyor olmamızın başlıca sebebidir.» (8)

AVRUPA NASIL İLERLEDİ, BİZ NASIL GERİ KALDIK?
Avrupa’nın terakkisini Bediüzzaman Hazretleri biri maddî, diğeri manevî olmak üzere iki sebebe bağlıyor. Meşrutiyetin ilk senelerinde telif ettiği “Sünuhat” adlı eserinde, bu sebeplerden birincisini şöyle izah ediyor:
“Birinci sebep: Umum Hristiyan’ın kilisesi ve mâden-i hayatı olan Avrupa’nın vaziyet-i fıtriyesidir. Zira dardır, güzeldir, demir mâdenidir, girintili çıkıntılıdır. Deniz ve enharı bağırsaklarıdır, bâriddir.
Evet Avrupa, Küre-i Zemin’in hums-u öşrü iken, nev-i beşerin bir rub’unu letafet-i fıtriyesi ile kendine çekmiş. Hikmeten sâbittir ki; efrad-ı kesîrenin içtimaı, ihtiyacatı intac eder. Görenek gibi çok esbab ile tekessür eden hacât, zeminin kuvve-i nâbitesine sığışmaz.
İşte şu noktadan ihtiyaç san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefâhete hocalık edip tâlime başlarlar.” (9)
Yani Avrupa, coğrafi vaziyeti itibarıyla ve umum Hristiyanlığın merkezi olması cihetiyle, insanları kendisine çekmiştir. Nüfus kesafeti, diger kitaplardan daha fazladır. Ve bariddir, yani soğuktur. Soğuk iklimin neticesi ise, Üstad’ın “Muhâkemat” adlı eserinde izah ettiği gibi, “her şeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet etmek”tir. (10)» (11)
«“Görülmüyor mu ki; en hürriyetperver maskesini takan İngiliz elini uzatıp arıyor. Nerede Hristiyan bulsa, hayat veriyor. İşte Habeş, Sudan. İşte Tayyar, Ertuşî. İşte Lübnan, Havran. İşte Mal-Sur ve Arnavut. İşte Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ilâ âhir…
Elhasıl: Onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren yeistir. Meşhurdur ki, biri demiş: “Eğer bir nokta-i istinad bulsam, küre-i zemini yerinden oynatırım.” Bu faraziyede acib bir nokta vardır. Demek bu küçücük insan, nokta-i istinad bulsa, küre gibi büyük işleri çevirebilir.” (12)
İşte Avrupa’nın eline, dünyanın mizanını bozacak kadar büyük kuvveti veren, Hristiyanlık hasebiyle aralarındaki birleşme ve yardımlaşmadan ibaret olan nokta-i istinaddan ibarettir. Bu nokta-i istinadın vücuda gelmesi, mutaassıp bir ittihadla olmuştur. Mazide cehil, vahşet ve taassup sebebiyle İslâm’a karşı birleşerek Haçlı orduları teşkil eden Avrupalı, bir yandan bu birlikten kuvvet elde ederken, diğer taraftan dahil de papazların tahakkümleri ve engizisyon tazyikatı karşısında bir mukavemet ruhu doğmuş ve bu ruh, istidatlarını inkişaf ettirmiştir.
Bizde ise, medeniyetin zirvesine ulaştıktan sonra hakim olan rehavet, gayret ve müsabaka gibi terakkinin başlıca sebepleri olan istidatların körelmesine yol açmıştır. Böylece ortaya, Hristiyan Avrupa’nın İslâm dünyasına faikiyeti gibi garip bir durum çıkmıştır.
Vaziyet kısaca bundan ibarettir. Yani Avrupa ile aramızdaki uçurumun meydana çıkması İslâmiyet’in – hâşâ – kusurundan ve Hristiyanlığın meziyetlerinden değil, tam tersine İslâm’ın bazı düsturları Avrupalının sahip çıkmasından olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri’nin Muhâkemat’ta belirttiği gibi, “Mehasin-i medeniyet denilen emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş birer mes’elesidir.” (13) Garp medeniyetinde insanların menfaatine ne varsa, hepsinin bin dört yüz sene önce İslâm şeriatının vaz’ ettiği düsturlarda mevcut bulunduğu görülür. Siz bu düsturlara ister medeniyet deyiniz, ister başka isimler takınız, hakikat olan şudur:
İslâmiyet’in ferdî ve içtimaî hayatta ortaya koyduğu dürüstlük, yardımlaşma, teşrik-i mesai, çalışmaya teşvik gibi hadsiz düsturlarından sadece bir kısmını tatbik etmekle Batı dünyası bugünkü medeniyet seviyesine ulaşmıştır. Bizim parlak bir medeniyetten bugünkü vaziyete düşmemizin sebebini ise, bu düsturları bir yana bırakmamızdan başka yerde aramak beyhudedir.
Müslümanları Batılılaştırarak kalkındırmak fikrinin altında böyle bir beyhude gayret yatar. Zira kör bir Batı taklitçiliğinin temel felsefesi, “Hristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslamiyet’in düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek”tir. Böyleleri, sanki Avrupa’nın hiç kötülüğü yokmuş ve bize zararı dokunmamış gibi bütün iyi tarafları nazara vermek ve bizim de sanki hiç iyiliğimiz yokmuş gibi hep hata ve noksanlarımızı dile dolayarak bu ikisini birbirine mukayese etmek suretiyle hakikatleri ters göstermeye çalışmışlardır.
Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinin birçok yerinde işaret ettiği bir hakikati, Sünuhat adlı eserinde şöyle ifade ediyor:
“Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise, terakki etmiş. Ne vakit dinde zaaf göstermişse, tedenni etmiştir. Başka dinde, bilakis kuvveti zamanında vahşet, zaaf samanında temeddün hâsıl olmuştur.” (14)» (15)

Devam Edecek.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 304
2- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 31-32
3- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 553
4- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 34-35
5- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 554
6- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 37
7- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 39
8- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 41
9- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 58
10- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, s. 38
11- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 42-43
12- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 59-60
13- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, s. 39
14- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 36
15- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 45-46