Etiket arşivi: Abdülkadir ÇELEBİOĞLU

Anarşi Sebep ve Çareleri – 1

Anarşi, “Başıboşluk. Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı. Birden başıboş kalmak. Başta hükümet olmamak. Hükümetinin otoritesi kalmamış olan bir milletin durumu.” (1) anlamına gelen Yunanca bir kelimedir.

Bu konu ile ilgili kendi şahsi fikirlerimizi beyan yerine Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin talebelerinden Mustafa Sungur Ağabey’in “10 Nisan – 18 Temmuz 1978 tarihleri arasında tefrika” (2) halinde yayınlanan ve sonra da kitap haline getirilen “Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi̇ Sebep ve Çareleri” kitabından iktibaslar halinde bir derleme serisi yapmayı düşündük.

“Kitap içinde atıflarda bulunulan Risale-i Nur Külliyatı’na ait eserlerin muhtelif baskıları bulunduğundan, verilen sayfa numaraları” (3) o zaman yapılan baskılara göre verilmiştir. “Diğer baskılarda sayfa numaralarında değişiklikler görülebilir.” (4)
Serimizi Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ve Mustafa Sungur Ağabey’imizin ruhlarına bir Fatiha’ya vesile olması temennisiyle kaleme alıyoruz.

Metin içinde bazı yerlerde köşeli parantez içinde ek notlar tarafımıza aittir. « » işaretleri içindeki ifadeler direkt alıntılardır. Yazılardan iktibas suretiyle alıntı yapılmıştır. Yazıların tamamı alınmamıştır. Bilginize.

SEBEPLER
«32 SENE ÖNCEKİ BİR MEKTUP
[1978 yılında bu kitap yayınlandığı için 32 sene öncesi 1946 olmaktadır.]
Bazı dostlar hatırlattılar: Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin bugünkü hadiseler hakkında fikir ve beyanatı, mütalaaları yok mu ki?.. Neden yazmıyorsunuz? Anarşi yalnız Türkiye’nin değil, tüm dünyanın en mühim meselesi oldu. Devletin bekası, milletin var veya yok oluşu gibi çok nazik bir devrede bulunuyoruz.

Bu ikazlar karşısında merhum muazzez Üstad’ın beyanlarından, haykırışlarından bazılarını derleyerek bütün vatanperverlerin, milliyetperverlerin ve hamiyetperverlerin nazar-ı dikkatlerine takdim etmeyi düşündük. Bu takdimin ötesinde derin mütalaa ve izahları, bütün akl-ı selim sahibi muharrirlere, vatanseverlere havale ediyoruz.
“Siz dünyevî çok diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da âhiret hesabına konuşan, benim gibi kabir kapısında vatandaşların haline ağlayan bir bîçareyi dinlemek lâzımdır.” diye ta 1946’larda millet ve vatanı tehdid eden tehlikelere parmak basarak zamanın selâhiyetli mercilerini ikaz eden ve bu beyanları sebebiyle gadre uğrayan bir vatanperverin ağlamalarını şimdi hadiseler söylüyor, memleketler, beldeler dile getiriyor.

Artık şahsi nüfuz temini iddialarına da yer ve zaman kalmadı. Dünyadan çekileli 20 seneye yaklaşan bir zatın 32 sene önce yazdığı şu mektupta, ileriyi gören bir âlimin vatanı ve milleti için duyduğu endişe ve ızdıraptan başka ne bulunabilir?
Bakın, “Eski Dahiliye Vekili, şimdi parti kâtib-i umumisi Hilmi Bey” hitabıyla 1946 yılında Halk Partisi Genel Sekreteri Hilmi Uran’a gönderdiği mektubunda Bediüzzaman Said Nursî ne diyor:
“Bin seneden beri âlem-i İslâmiyet’i kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle ispat ederim ki âlem-i İslâm’ın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâm’ı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup âlem-i İslâm’ın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet vereceksiniz.”

Bediüzzaman Hazretleri, tehlikeye parmak bastıktan sonra çıkış yolunu da gösteriyor. Mektubuna devamla diyor ki:
“Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak ancak İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihat etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyet’te bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve iman bütünlüğüdür.

Evet, bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverleri, her şeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’aniye yi terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah!”» (5)

«Üstad “Batılılaşsın, Avrupalı gibi olsun“ düşüncesiyle İslâm’dan uzaklaştırılmaya çalışılan gençliğin Avrupa solcusu, komünisti gibi olmayacağını, kelimenin tam manâsıyla anarşist halini alacağını bildiriyor. Bu hakikati Hazreti Üstad daha evvel de beyan etmişti. Risale-i Nur Külliyatının ilk telif yılları olan 1926’larda şunları yazıyordu:
“Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın! Eğer böyle ahmakane körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kàtil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan hayat-ı içtimaiyeye zehir olur.” (6)

Onun için Üstad, “Bir Müslüman ecnebilerle kıyas edilemez” diyor. Allah korusun, bozulduğu takdirde çok daha fena, yıkıcı ve tahripçi olacağını bildiriyor. Hilmi Uran’a yazdığı mektubu okumaya devam edelim:
“Sâlisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dâhilî ve haricî muarızlar var. Eğer bu muarızlarınız hakaik-i imaniye namına çıksaydı birden sizi mağlup ederdi. Çünkü bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile ruh ve kalp ile bağlanmış. Zahiren muhalif-i fıtratındaki emre, itaat cihetiyle serfürû etse de kalben bağlanmaz.

Hem bir Müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıt altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatin çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize havale ediyorum.
Bu asrın Kur’an’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. (1) […]” (7)

(1) Bediüzzaman Hazretleri’nin bu mektubu yazdığı yıllarda, bazı Avrupa ülkelerinde Kur’an’a karşı bir alaka belirmişti. Finlandiya’da Kur’an-ı Kerim’in Fince meali neşredilmiş: İsveç, Norveç ve Danimarka’da Kur’an üzerinde araştırma yapan âlimler, cemiyetlerindeki ahlaki çöküntüyü, ancak Kur’an’ın getirdiği hakikatlerin önleyebileceği neticesine varmışlardı.» (8)

«MAKES BULAMAYAN İKAZLAR
Bediüzzaman Hazretleri, son senelerde vatanı sarsan tehlikeleri, yıllar önce daha bu tehlikelerin tohumları atılırken görmüş ve tehlikeyi önlemek için bütün azm ve iradesi ile çalışmıştır. O zamanki devlet selahiyetleri, Bediüzzaman’ın bu gayretlerine kulak vermek şöyle dursun, hakiki tehlikeyi bir yana bırakarak güya Bediüzzaman Hazretlerini bir tehlike olarak görmüşler ve onu susturmak için akla gelmedik tertiplere, eza ve cefalara müracaat etmişlerdir. Üstad Hazretleri’nin bir müdafaasından aldığım şu cümle, bu durumu ortaya koymaktadır:
“Hem beklerdim ki: Vatanımızda anarşiliğe inkılab eden komünist tehlikesine karşı Nurların hizmeti ne derecededir ve bu mübarek vatan bu dehşetli seyelandan nasıl muhafaza edilecek?” gibi dağ misillü meselelerin sorulmasının lüzumu varken, sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan ve hiçbir medar-ı mes’uliyet olmayan cüz’î ve şahsî ve garazkârların iftiralarıyla habbe, kubbeler yapılmış meseleler için bu ağır şerait altında hiç ömrümde çekmediğim bir perişaniyetime sebebiyet verildi.” (9)
Zamanın idarecileri için memleketin geleceğini kaplayan tehlikeler bir endişe mevzuu teşkil etmiyordu. Komünizm ve anarşi gibi devleti temellerinden sarsacak bir tehlike üzerin de durmak ihtiyacını hissetmeyenler, Üstad Hazretlerinin şahsıyla uğraşmayı kendilerine âdeta vazife edinmişlerdi. Gerçi bu gayretler, Üstad Hazretlerini susturamadı, milletimizin ona olan teveccühünü kıramadı. Fakat bu arada atı alan anarşi de hayli mesafe kat etti..» (10)

«Evet, “milleti medenileştireceğiz, terakki edeceğiz” diye düşülen en büyük hata, bu milleti dininden uzaklaştırarak dün yaya sevk etmeye çalışmakla olmuştur. Sanki din, bu milletin ilerlemesine mani imiş, sanki dinine bağlı vatandaşın dünya ile uğraşması mümkün değilmiş, gibi, maddi terakkinin bir şartı, maneviyattan uzaklaşmak şeklinde telâkki edilmiştir. Netice de arzu edilen şey gerçekleşmediği gibi, memleketin emniyet ve asayişi de tehlikeye düşürülmüştür.

Bediüzzaman’ın bu husustaki teşhisinin de en büyük şahidi, bu satırların yazılışından bu yana geçen yarım asrin hadiseleridir.
Bediüzzaman Hazretleri, fen, sanat ve terakkiyata ait meselelerde Avrupa’nın taklit edilmesine karşı değildir. Onun muhalefet ettiği şey, fenni ve sanatı bırakıp da sefahet ve batıl fikirlerde Avrupa mukallitliğine saplanmaktan ibarettir. Bu hususta Bediüzzaman, “Kesb-i medeniyette Japonlara iktida lâzımdır” der ve kendi milli geleneklerinden fedakârlık etmek sizin medeniyetin en üst seviyesine ulaşan Japonlar gibi, bizim de milli ve manevi değerlerimizi muhafaza etmek suretiyle garbın seviyesine erişmemiz icab ettiğini söyler. Bediüzzaman’a göre fen, sanat ve terakkiyat Avrupa’nın değil, umumun malıdır. O, Avrupa’nın sırf İslâm’dan uzaklaşmak için taklid edilmesine karşı çıkar ve der ki:
“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız! Âyâ Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklit edenler, ittiba değil belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünkü şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!” (11)» (12)

Devam Edecek.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Anarşi̇ maddesi
2- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi̇ Sebep ve Çareleri, s. 7
3- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi̇ Sebep ve Çareleri, s. 7
4- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi̇ Sebep ve Çareleri, s. 7
5- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi̇ Sebep ve Çareleri, s. 19-21
6- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 112
7- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 214-216
8- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi̇ Sebep ve Çareleri, s. 21-23
9- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 318
10- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi̇ Sebep ve Çareleri, s. 24-25
11- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 111
12- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi̇ Sebep ve Çareleri, s. 26-27

FARAZÂ HAKİKİ BEKLENİLEN O ZÂT

Risale-i Nur Külliyatı’nda birçok cümleler birbiriyle, bir binanın tuğlaları ve bir kalenin taşları gibi sıkı sıkıya bağlıdır. Tuğla veya taş tek başına ele alınır ise, bütünü yansıtmadığı malumdur. Risale-i Nur Külliyatı’ndan da istediği cümleyi cımbızlama yaparak alıp, yanlış yorumlar ile amacından uzaklaştıranlar her zaman vardır ve olmaya da devam edecektir.

Cümleyi bağlamından koparmak İslâm tarihinde ilk olarak âyet ve hadîsler ile başlamıştır. Konuyla ilgili meşhur misâl şudur ki;
«Bektaşî’ye: “Ne için namaz kılmıyorsun?” demişler. O da: Kur’ân’da
لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ
var.” demiş. Ona demişler: “Bunun arkasını, yani
وَ اَنْتُمْ سُكَارٰى
yı da oku.” denildiğinde “Ben hâfız değilim.” demiş.» (1)

Burada geçen âyette “lâ takrabû-ssalâte” ifadesi “namaza yaklaşmayın” (2) anlamındadır. Âyet-i Kerîme’nin içinden sadece bu kısmı cımbızlayarak almak, sonrasındaki “veentum sukera” yani “sorhoş iken/sarhoş olduğunuz zaman” (3) ifadesini almamak tamamıyla anlam sapmasına sebebiyet vermektedir.

Bu örnek gibi birçok örnek verilebilir.

Hadîsler içinde aynı şey söz konusudur. Mesela;
“Muhakkak ki ölü, ehlinin üzerine bağırıp çağırmalarıyla azap duyar.” (4) hadîsinin sebeb-i vürudunu yani ‘hadîs-i şerîflerin buyurulma, söylenme sebebi’ni (5) bilmeden ele alır isek yanlış mânânın ortaya çıkmasına sebebiyet verilir.

Hz. Âişe Radıyallahu Anha validemiz bu hadîs-i şerîfi duyunca bunun, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez.” (6) âyetine aykırı olacağını belirterek, Rasûlullah (asm)’in, bir Yahudi kabri yanından geçerken mezarın başında ağlayanlar gördüğünü ve onların ağladıkları kişinin, kabrinde azap görmekte olduğunu söylediğini, (7) aile efradının ağlaması ile Allah’ın ancak kâfirin azabını artıracağını ifade etmiştir. (8)

İşin aslı daha iyi anlaşılmıştır sanırım. Risale-i Nur Külliyatı da hem Kur’ân-ı Hakîm’in tefsiri ve bu asrın fehmine bir dersi, hem de Hadîs-i Şerîflerin bir izah, şerh ve hakikatlerini anlatan bir külliyattır. Bu eser külliyatından da alıntı yapan insanlar eserlerin tamamını ele alarak, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.” (9) şeklindeki ifadelerini göz önünde bulundurarak çalışma yapmalıdırlar.

Ele alacağımız mesele hassas bir mesele olması hasebiyle külliyat-ı Nur’dan misâller ile delillendirerek mevzuyu vuzuha kavuşturmak gerekir.

Ele alacağımız cümle şudur;
“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, farazâ hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” (10)

Burada geçen “hakikî beklenilen o zât” tabirini ele alıp bu ifadeden hemen önce geçen “farazâ” kelimesini ele almamak sonucunda yanlış anlaşılmalar ortaya çıkmaktadır.

Burada geçen mühim kelimemiz “farazâ”dır. Yani “farz edelim ki, öyle sayalım ki” (11) anlamına gelir. Ve farazî “farzedilen, varsayılan” (12) misallerde bu kelime kullanılır. Olması mümkün olmayan şeyler için kullanılmaktadır. Buna Risale-i Nur Külliyatı’ndan örnekler vererek izah edelim. Şöyle ki;

“Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli muti’ askerleri var; farazâ şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.” (13)

Burada geçen “farazâ şeytanlarınız dayanabilseler” demek “asla dayanamayacaklarını” söylemek anlamına gelir.

“Eğer farazâ Güneş zîşuur olsa idi, harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvan-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mani olmazdı. Herbirimizle âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.” (14)

Bu paragrafta “Eğer farazâ Güneş zîşuur olsa idi” diye geçen yer de “Güneşin şuur sahibi olamayacağını ve bunun imkan dairesinde olmadığını, ama eğer farz edersek ki şuur sahibidir” anlamına gelir.

“…Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünki farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına müvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler.” (15)

Nil Nehri ile ilgili bir misal verilirken de “farazâ” tabiri kullanılmıştır. Burada da imkansız olan şey için kullanıldığı ayan beyan ortadadır. “…farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar…” denilerek zaten bunların muhal örnekler olduğu ve farazi şeyleri söylediği ifade ediliyor.

«Evet farazâ zîşuur bir elmaya biri dese: “Sen benim san’atımsın.” O elma lisan-ı hal ile ona “Sus!” diyecek. “Eğer bütün yeryüzünde bütün elmaların teşkiline muktedir olabilirsen, belki yeryüzünde münteşir bütün hemcinsimiz olan bütün meyvedarlara, belki sefinesiyle hazine-i rahmetten gelen bütün hedaya-yı Rahmaniyeye mutasarrıf olabilirsen, bana rububiyet dava et.” O elma böyle diyecek ve o ahmağın ağzına bir tokat vuracak.» (16)

Burada da elmanın zîşuur yani şuur sahibi olması ve konuşması misalinden önce «Evet farazâ zîşuur bir elmaya biri dese: “Sen benim san’atımsın.” O elma lisan-ı hal ile ona “Sus!” diyecek.» denilmesi bu dediklerimizi ispat eder. Ne elma zîşuurdur ne de konuşabilir.

“Eğer farazâ şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyzden daha ağır olamazdı.” (17)

“Eğer farazâ şems, fâil-i muhtar olsa idi” diye başlayan cümleden de “şems”in yani güneşin “fâil-i muhtar” olamayacağı anlaşılır. Yani güneş “İstediğini yapmakta serbest olan” değildir, bir Zât-ı Zü’lcelal’in emrine itaatkardır, anlamı çıkar.

“Bir incir meyvesinin fabrikası, farazâ çuha makinesi gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hâkeza… O binaların, o cisimlerin proğramları birbirinden başkadır.” (18)

Burada da “Bir incir meyvesinin fabrikası, farazâ çuha makinesi gibi olsa” diye muhal yani imkansız bir örneği vermiştir. “Bir incir meyvesinin fabrikası”nın hiçbir zaman “çuha makinesi gibi ol”ması beklenemez. Bunu iddia eden kimse bulunamaz.

“Farazâ saati sayan ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa; herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.” (19)

Burada da olmayacak bir misalden bahsedilmiştir.

“Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat ve sefer ve seyelan-ı mahlukat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ve idare edilir ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basîrane, hakîmane, müdebbirane kumandanlık ediyor ki bütün akıllar farazâ ittihad edip bir tek akıl olsa o hakîmane idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkit edemez.” (20)

Burada geçen “bütün akıllar farazâ ittihad edip bir tek akıl olsa” ifadeleri muhali yani imkansızı ifade etmektedir. Bütün akılların birleşip bir akıl olması imkansızı belirtir.

“Nasıl ki güneşin –farazâ– şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı o cihette ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı.” (21)

Yine olmayacak bir cümle için “farazâ”nın kullanıldığını görüyoruz. Çünkü “güneşin –farazâ– şuuru ve hayatı olsaydı” ifadelerinden de anlaşılacağı üzere güneşin şuuru da hayatı da yoktur. Bu imkan haricindedir.

«Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb’asının tesaviri ve güneşin tecellisi olan şu gûnagûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı farazâ lisana gelseler her biri “Güneş benim gibidir.” veyahut “Güneş benim.” diyeceklerdir.» (22)

Burada geçen “rengârenk çiçeklerin elvanı farazâ lisana gelseler” tabiri de imkansız olan bir olayda “farazâ” tabirinin kullanıldığının delillerindendir. Çünkü rengarenk çiçeklerin renkleri dile gelip konuşamazlar.

“Farazâ güneşin ilmi, şuuru bulunsa idi; her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, her şeyle bizzât temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi.” (23)

Bu cümle de “farazâ” kelimesini nasıl anlamamız gerektiğine yeterli bir cevaptır; “Farazâ güneşin ilmi, şuuru bulunsa idi…” deniliyor. Yani eğer “farazâ” kelimesi için imkan dairesindedir diyen kişinin “güneşin ilmi, şuuru bulun”masını da kabul etmesi gerekir ki; bunu hiç bir aklı başında olan kimse kabul edemez.

Aynen bu misallerde verdiğimiz gibi “Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, farazâ hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” (24) cümlesindeki “farazâ” kelimesini bu şekilde anlamalıyız.

Tarihçe-i Hayat eserinde bulunan bir yer ile bu yer arasında bir ifade değişikliği tek vardır; “Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, farazâ hakikî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zât dahi bu zamanda gelse idi, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” (25)

İki yer arasındaki tek fark şu ibaredir; “…ve bir asır sonra gelecek…” Bu yeri de cümle içinde “farazâ” kelimesi ile birlikte değerlendirmek gerekir. Çünkü “ve” bağlacı ile birbirine bağlanmaktadır. Ve bu şekilde “farazâ” kelimesi burada geçen her iki ifadeye de şamil hale gelmektedir.

Şimdi Üstâd Bediüzzaman Hazretleri burada Mehdi’nin vasıflarını izah ediyor; “…harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek…” Demek ki Mehdi’nin (ra) vasfı; hareketini siyasi cereyanlar kaptırmamak, siyaset âlemindeki vaziyetlerden feragat edip, hedefini siyasi alanda kullanmamak. Bu vasıflar acaba kimin vasıflarıdır?

«Cây-ı dikkat bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, 

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌ 

dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.» (26)

22. Mektub olan Uhuvvet Risalesi’nde
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌
yani “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” deyip ardından da “hayat-ı siyasiyeden çekildi”ğini söyleyen Üstâd Bediüzzaman Hazretleri değil midir?

«Bedîüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhir zamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül Kur’an hakkında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” Tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesaî edemeyeceği için, kendisine tevdi’ edilmek istenen meb’usluk, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki a’zâlığı, hem vilayat-ı şarkıye vaiz-i umumîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım meb’usların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar…» (27)

Tarihçe-i Hayat eserinde geçen bu ifadeler konumuza ışık tutmaktadır. “Bedîüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhir zamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür.” Âhir zamanda çıkacağı haber verilen şahısların İslâmiyet ve insaniyet âleminde zuhur ettiğini yani ortaya çıktığını görüyor Üstâd Bediüzzaman Hazretleri. Bu ifadeler te’vîl götürmez ifadelerdir.

“O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” ifadesini de şu şekilde anlamak daha istikametli olur; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin o dehşetli şahsa karşı siyaset ile mücadele edilemeyeceği mânâsı, bizzat Hadîs-i Şerîfin metninden değil, Hadîs-i Şerîfin mânevî canibinden geliyor. Veyahut Hadîs-i Şerîfin mânevî ve işarî yönlerinden, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin istihrac ettiği bir mânâdır. Deccal, Süfyan, Mehdi ve âhir zaman hadiseleri ile o şahıslarla ilgili Hadîs-i Şerîflerin, mânevî ve işarî yönlerinde zaten o mânâlar mevcuttur.

Siyaset mevzusu ile ilgili “Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.” (28) diyen de Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’dir.

“Bedîüzzaman’ın İstanbul’da hayatı, bir derece siyasîdir. Siyaset yoluyla İslâmiyete hizmet edilecek, diye kanaat besliyordu. Siyasî hayata karışması, İslâmiyete hizmet aşkının bir neticesi idi.” (29) ifadeleri Bedîüzzamân’ın ilk hayatında geçiyor. “Eski Said, nurun parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli bir ümid ve tam teselli ile, siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken; diğer bir hiss-i kabl-el vuku’ ile dehşetli ve lâdinî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir Hadîs-i Şerif’in manasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Said’in teselli haberlerini, o istibdad-ı mutlak yirmibeş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ
deyip siyaseti bırakmış, Yeni Said olmuştur.” (30) bu cümleler ise “…harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek…” tabirlerine bakmaktadır.

Buraya kadar yaptığımız alıntılar ve tahliller ile “hakiki beklenilen o zât”ın kim olduğu gayet rahat anlaşılabilir. Nitekim Risale-i Nur’da geçen bir şiirdeki bu beyit de konumuza bakmaktadır;

“Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber
Risalei’n-Nur’dur vallah o son müceddid-i ekber” (31)

Bu yerde geçen “müceddid-i ekber” tabiri ile Mektubat’ta geçen “âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid hem en büyük bir müceddid hem hâkim hem mehdi hem mürşid hem olarak bir zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.” (32) cümlesi tam birbirine muvafık düşmektedir.

“Bedîüzzaman Said Nursî, on dördüncü asr-ı Muhammedî’nin ve yirminci asr-ı miladînin minaresinin tepesinde durup muasırları olan ehl-i İslâm ve insaniyete bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmiş ve müstakbel sıralarında saf tutmuş olan nesl-i âti ile bir mürşid-i a’zam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor…” (33) cümlesinde geçen “müceddid-i ekber” ifadesi yukarıdaki “en büyük bir müceddid” ifadesine, “mürşid-i a’zam” ifadesi de yukarıdaki vasıfları sayılanlardan “mürşid” ifadesinin kapsamına girmektedir. Tam da birbirini açan yerler olduğu görülmektedir.

Aynı zamanda Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin, talebesi Mehmed Feyzi Pamukçu Ağabey’e yazdığı “Feyzi kardeşim!” diye başlayan mektubun sonunda geçen paragraftaki “bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a’zam gelse seni on günde velayet derecesine çıkaracağım dese sen, Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.” (34) ifadeleri dikkat çekicidir. Bu cümleden de Risale-i Nur’un ve Risale-i Nur şahs-ı manevîsinin kutubdan daha üstün olduğunu çıkarmak mümkündür. Burası da Mektubat’ta geçen “kutb-u a’zam” ifadesi ile örtüşmektedir.

Tarihçe-i Hayat’ta geçen ‘Said Nur ve Talebeleri’ yazısında “Mahkûmken bile hükmediyordu.” (35) ifadelerinden “hükmeden” yani “hâkim” mânâsı da ortaya çıkmış oluyor. Burası da yine Mektubat’taki sıralı vasıflardan “hâkim” ifadesinin izahı mahiyetindedir.

Mektubat’ta geçen cümle. “zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır” diye bitmektedir. “Âl-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır.” (36) cümlesi ile “…ben de manevî Âl-i Beyt’ten sayılabilirim.” (37) ifadeleri bu konuya bakmaktadır.

Aynı zamanda şu ifadeler konumuzu tam mânâsıyla izaha kâfidir; “Âhirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacak. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir veled-i manevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed (A.S.M.) bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim. Fakat Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ü şeref kazanmak olmaz.” (38)

Yani “Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ü şeref kazanmak olma”dığından dolayı Üstâd Bediüzzaman Hazretleri kendi şahsını arka planda tutmuştur. İlk sıraya Kur’ân ve İman hakikatlerini koymuştur.

Burada Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Âl-i Muhammed (A.S.M.) bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim” demektedir. Osmanlıca El Yazma Lem’alar eserinde 22. Lem’a’nın sonunda bir haşiye vardır ki o yer de burayı açmaktadır; “Risale-i Nur’un müellifi ve zamanın Abdülkadir’i Üstâd’ımız Saidü’n-Nursî Hazretleri’nden sâir evliyâya muhalif olarak mübhem değil, sarîhan haber vermesi, bizce Üstâd’ımız Saidü’n-Nursî’nin birinci âlden olduğu kat’îdir.” (39) Bu haşiyenin sonunda geçen bu ifadeler de yukarıda aldığımız yerin izahı mahiyetindedir; “Üstâd’ımız mahkemelerde ehl-i vukufa karşı, ikinci Âl-i Beyt’ten olduğunu isbât etmiştir. Fakat maksadı, tam ihlâsa muvaffak olduğu için, kendi şahsını azlediyor. Ve Kur’ân’ın bir elmas kılıcı olan Risale-i Nur’u gösteriyor.” (40)

Seyyidlik konusu ile ilgili Emirdağ Lâhikası 1’de bir mektupta Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “manevî silsile-i şerafet ve siyadet” (41) meselesine değinilmiş. Ve paragrafın sonunda da meselenin “setr ve ihfa” yani örtme ve gizleme yönünden bahsedilmiştir.
Risale-i Nurların, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin, Nur Talebelerinin ve Risale-i Nur mesleğinin “Âl-i Beyt/Ehl-i Beyt” ile ilişkisi başlı başına ele alınması gereken bir mevzudur. İnşaAllah şu ana kadar yapılan çalışmalar ile birlikte ileride kapsamlı çalışmalar ortaya çıkar.

Aynen bu örnekler gibi Şualar eserinde de akla kapı açılmaktadır;
«Eğer şeddeli “mim” dahi şeddeli “lâmlar” gibi bir sayılsa o vakit bin iki yüz seksen dört (1284) eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un doksan üç (1293) muharebe-i meş’umesiyle âlem-i İslâm’ın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resaili’n-Nur şakirdleri yerinde Mevlana Hâlid’in (ks) şakirdleri o bulut zulümatını dağıttıklarından bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor.
Şimdi hatıra geldi ki eğer şeddeli “lâmlar” ve “mim” ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise Hazret-i Mehdi’nin şakirdleri olabilir. Her ne ise… Bu nurlu âyetin çok nurani nükteleri var.
اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ
sırrıyla kısa kestik.» (42)

Bir önceki paragrafta “Resaili’n-Nur şakirdleri yerinde Mevlana Hâlid’in (ks) şakirdleri o bulut zulümatını dağıttıklarından” bahsediyor. Bir sonraki paragrafta ise “bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise Hazret-i Mehdi’nin şakirdleri olabilir” denilmektedir. Bu ikisini birleştirerek anlayınca konu vuzuha kavuşuyor.

Risale-i Nur eserlerinde bunun gibi birçok yer mevcuttur. Dileyenler 130 eserden müteşekkil Risale-i Nur Külliyatı’nı tetkik edebilir. Bu verdiğimiz deliller ile meseleye baktığımız zaman bir tek kelime olan “farazâ”nın cümle içinde ne kadar anlam kazandığını görebiliyoruz.

Cenâb-ı Hak bizleri âhir zamân’ın tüm fitne ve fesadından muhafa eylesin. Cenâb-ı Hak bizleri; Kur’ân-ı Kerîm’i, Sünnet-i Seniyye’yi ve bu iki kaynağın izahı, tefsiri ve şerhi olan Risale-i Nur’u en layık şekilde okumayı, anlamayı ve yaşamayı nasib ve müyesser eylesin.

Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 292
2- Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Suresi 43. Âyet-i Kerîme Meâli
3- Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Suresi 43. Âyet-i Kerîme Meâli
4- Buhârî, Cenâiz, 42, 43
5- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Sebeb-i vürûd maddesi
6- Kur’ân-ı Kerîm, En’âm Suresi 164. Âyet-i Kerîme Meâli
7- Bkz. Buharî, Sahih, Cenâiz, 33, c. II, s. 81-82; Müslim, Sahih. Cenâiz, 9, c. II, s. 639; Tirmizî, Sünen, Cenâiz, 23, c. II, s. 235; İbn Mâce, Sünen, Cenâiz, 54, c. I, s. 508; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. I, s.47-50; Muhammed b. İsmail, Sübülü’s-Selâm, c. I, s. 204
8- Bkz. Buharî, Sahih, Cenâiz, 32, c. II, s. 81; Müslim, Sahih, Cenâiz, 9. C. II, s. 643; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. VI, s. 79, 281
9- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 371
10- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdiki Gaybî, s. 49
11- Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Farazâ maddesi
12- Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Farazî maddesi
13- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 199
14- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 214
15- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 275
16- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 336-337
17- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 592
18- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 617
19- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 571
20- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 416
21- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 124
22- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 260
23- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 683
24- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdiki Gaybî, s. 49
25- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, 282
26- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 299
27- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat 144
28- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 97
29- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 53
30- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 80
31- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdiki Gaybî, s. 222
32- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 499
33- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 156
34- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 68
35- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 626
36- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 1, s. 204
37- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 414 [Envar Neşriyat, 2005 baskılardaki Hata-Savab Cedvelinin Zeyli]
38- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 442 [Envar Neşriyat, 2005 baskılardaki Hata-Savab Cedvelinin Zeyli]
39- Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca El Yazma Lem’alar, Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hattı, Altınbaşak Neşriyat, s. 183-184
40- Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca El Yazma Lem’alar, Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hattı, Altınbaşak Neşriyat, s. 184
41- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 1, s. 86
42- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 608

Üstâd Bediüzzaman’ın Tekfire Bakışı

Günümüz Müslümanları içerisinde, mü’mini mü’mine kırdıranların kullandıkları bir silah da tekfirdir. Tekfir yani “birisine’ kâfir’ deme, kâfirliğine hükmetme.” (1) Öncelikle unutulmaması gerekir ki, Selef-i Salihin yani Sahabe – Tabiin ve Tebe-i Tabiin Radıyallahu Anhum Ecmain’in hiçbirisi bir şahsı kastederek tekfir etmemişlerdir. Günümüzde çıkan bazı franksiyonlar maalesef “Selef”in adını kullanarak tekfire cüret etmektedirler. Küçük bir mesele değil, azim bir cinayete sebebiyet veren bu fiile bir de Sahabe mesleğini takip eden Allâme-i Asır, Asrın Müceddidi Üstâd Bediüzzaman Hazretleri nazarı ile bakmak gerektiği kanaati hâsıl oldu. Bakalım tekfir konusunda Asrın İmâmı Bediüzzaman ne diyor, diye araştırma yapmaya karar verdim. Konu ile ilgili mektuplarını ve Risale-i Nur’da geçen müteferrik yerleri cem’ etmeyi münasip gördüm.

Öncelikle Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin tekfir konusuna dair müstakil bir mektubu ile başlayalım;

«Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Bir ehemmiyetsiz mes’eleyi size beyan etmek için bir ihtar aldım. Şöyle ki: Gizli düşmanlarımızın telkinatıyla benim aleyhimde hatır ve hayale gelmeyen propaganda yapılmış. Mahkameye ve makam-ı iddiayı şaşırtıyorlar. Meselâ, birisi şudur: Müslüman memurları aleyhime çevirmek desisesiyle derler ‘Said bize dinsiz der’ Hattâ savcının doksan hatasını gösteren cetvelde, otuz altıncı hatayı resmen mahkemeye okudu. Buna karşı bir iki yerde ve mahkemede bir defa kısaca cevap verildiği halde, yine o propaganda kimseyi kandırmadığı ve akim kalmakla beraber devam ediyor. Şimdi buna karşı derim:
Evvelen: Ben fıtratında ziyade şefkat itibariyle, eskiden beri sair âlimlere nisbeten mümkün olduğu kadar tekfirden çekindiğimi beni tanıyan bilir.
Saniyen: Mezheb-i Hanefîde çok maddelere küfür denildiği halde, Mezheb-i Şafiîde, o günahlara küfür denmez. Günah-ı kebire denilir. Eğersarih küfürü görse, o vakit hüküm eder. Ben Şafiî iken, yine te’vili mümkün olsa hüküm etmekten çekinirim. Çünkü, tekfir bana çok ağır geliyor.
Salisen: Benim sarfettiğim zındık ve dinsiz kelimelerini gizli ve şahsen tanımadığım ve kırk seneden beri, bu millete, iman ve İslâmiyet aleyhinde çalışmalarımı bildiğim kökü Avrupa’da bir komite efradına diyorum. Bana zulüm edenlerin çoğunu, masumların hatırı için hakkımı onlara helâl ediyorum. Yalnız bazan hiddet ettiğim vakit, ehl-i dalâlet derim. Yâni harekâtında dalâlet ve zulme ve fıska düşer. Yoksa küfre düşer demek değildir.
Rabian: Gayr-i muayyen ve şahısları ve isimleri zikredilmeyen insanlara dair, fena sıfatlar için, ‘Böyle yapan münafıktır, veya dinsizliğe yardım eder veya kâfir olur’ denilse, hattâ gıybet dahi sayılmaz. Ve Kur’ân-ı Hakimde böyle mübhem şahıslar hakkındaki şiddetli tabiratı gibi bir tabirolduğu halde, savcı o tabiratı kendine muayyen şahıslara alsa, kendi kendini tekfir eder. Bana ilişmesi bütün bütün kanunsuzdur.
Said Nursî» (2)

Burada da görüleceği üzere Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ne “tekfir çok ağır geliyor” ve hiçbir mü’mini tekfir edip, küfür yaftası vurmamaktadır. Bir hadîs-i şerîflerinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;
“Herhangi bir kimse, din kardeşine ‘Ey kafir!’ derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne ala. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.” (3)

Tekfire yeltenenlerin, kendilerine dayanak gördüğü bir husus ise şudur; ‘Küfür ameli işledikleri için kâfir olurlar. Bu nedenle biz tekfir ediyoruz.’

Bu husus ile ilgili şu açıklama çok yerindedir; “Bazen kelâm küfür görünür fakat sahibi kâfir olamaz.” (4) Aynen böyledir. Bu husus cezbe halinde iken müvazene dahilinde görünmeyen bir kısım şathiyeleri söyleyen kişilere şamildir. Söylediği kelâm zahire bakılırsa küfür görünüyor ama o sözü söyleyen kişi kâfir olmuyor. Buna İslâm tarihinden birçok örnek vermek mümkündür.

Risale-i Nur Külliyatı’nda geçen bir diğer düstur akla geliyor; “…herbir müslümanın herbir sıfatı müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez.” (5) Günümüzde de bunu gözlemlemek mümkündür. Mesela Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir” (6) demektedir. Ama her yalan söyleyen kâfir olmaz. Aynı şekilde İşârâtü’l-İ‘câz eserinde de “Kizb, küfrün esasıdır.” (7) şeklinde ibare geçmektedir. Yalan, küfrün esası olmakla birlikte her yalan söyleyene kâfir diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz. Aynen bunun gibi de kâfir olan bir kişi dürüst olabilir. Çünkü kâfir olan birisinin “bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez.”

Konuyla ilgili Sünuhat eserinde Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şöyle demektedir;
«Meselâ, demiş: “Bu şey küfürdür.” Yâni o sıfat îmândan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile “O zât küfür etti” denilir. Fakat mevsufu ise; mâsume ve îmândan neş’et ettikleri gibi, îmânın tereşşuhatına da hâize olan başka masume evsafâ mâlik olduğundan, “O zât kâfirdir.” denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline. Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde “şekk” var. Îmânın vücudunda da “yakîn” var. Şekk ise yakînin hükmünü izâle etmez.
Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!» (8)

Demek ki, bir mü’ minde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahatten yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlara “kâfire” tabir ediliyor. Yine o mü’minin, imanından kaynaklanan birçok da mâsum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zâta kâfir dememize mâni. Onun dilinden küfrü icap eden bir söz çıkmışsa, yahut o mü’min, imandan kaynaklanmayan ve ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse, yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yâni o adamın küfür niyetiyle bunları yaptığını kesinlikle bilmedikçe kendisine kâfir diyemeyiz. “Sıfatın delâletinde şekk var.” cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor.

Yâni yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın onun kâfir olduğuna delil olması şüpheli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kesin olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mü’min olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak, ‘Ben mü’minim, Müslümanım’ diyecektir.

Buna göre imanın delâletinde yakîn var, kesinlik var, katiyet var. Ama küfrün varlığında şek, yâni şüphe var, zan var, tahmin var. Biz kesin bilgimizi, şüphe ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.
Müslüman bir kimsenin yalan söylemesi konusu ile ilgili bir rivayet şöyledir;
Ebu’d-Derda ile Resulullah (a.s.m) arasında şöyle bir konuşma geçer:
– Ebu’d-Derda: Yâ Resulallah! Mümin hırsızlık yapar mı?
– Resulullah (a.s.m): Evet, bazen olabilir.
– Ebu’d-Derda: Peki, mü’min zina edebilir mi?
– Resulullah (a.s.m): Ebu’d-Derda hoşlanmazsa da “Evet!”.
– Ebu’d-Derda: Peki, mümin yalan söyler mi?
– Resulullah (a.s.m): “Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.” (9)
Rivayetin son kısmında geçen “Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.” hadîsi ile “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir” sözü, görüldüğü üzere tam bir mutabakat içindedir.

Bir başka misal verelim;
«Rivayette var ki: “Âhir zamanın dehşetli bir şahsı, sabah kalkar; alnında هٰذَا كَافِرyazılmış bulunur.”
اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ‌
Bunun tevili şudur ki: O Süfyan, kendi başına Frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanun ile tamim ettiğinden o serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtida eder, daha herkes –yalnız istemeyerek– onu giymekle kâfir olmaz.» (10)

Bu yeri daha iyi anlamak için şu ifadeler ile birlikte meseleye bakmak gerekiyor;
«Üç mahkemede ondan beraet kazandığımız ve kırk sene evvel bir hadîsin hârika tevilini beyan ederken, cin ve insin şeyhülislâmı Zembilli Ali Efendi’nin “Şapkayı şaka ile dahi başa koymaya hiçbir cevaz yok.” demesiyle beraber bütün şeyhülislâmlar ve bütün ulema-i İslâm cevazına müsaade etmedikleri halde, avam-ı ehl-i iman onu giymeye mecbur olduğu zaman, o büyük allâmelerin adem-i müsaadeleri ile onlar tehlikede yani ya dinini bırakmak ya isyan etmek vaziyetinde iken, kırk sene evvel Beşinci Şuâ’nın bir fıkrası: “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah Müslüman edecek.” demesiyle avam-ı ehl-i imanı hem isyan ve ihtilalden hem ihtiyarıyla imanını ve dinini bırakmaktan kurtardığı ve hiçbir kanun münzevilere böyle şeyleri teklif etmediği ve yirmi senede altı hükûmet beni onu giymeye mecbur etmediği ve bütün memurlar dairelerinde ve kadınlar ve çocuklar ve camidekiler ve ekser köylüler onu giymeye mecbur olmadıkları ve şimdi resmen askerin başından kalktığı ve örme ve bere çok vilayetlerde yasak olmadığı halde hem benim hem kardeşlerimin bir sebeb-i ittihamımız gösterilmiş. Acaba dünyada hiçbir kanun, hiçbir maslahat, hiçbir usûl bu pek manasız ittihamı bir suç sayabilir mi?” (11)

Bu iki yeri birlikte ele alınca konu daha iyi anlaşılacaktır. Şapka meselesi ile ilgili cin ve insin şeyhülislâmı Zembilli Ali Efendi’nin “Şapkayı şaka ile dahi başa koymaya hiçbir cevaz yok.” diyor. Ama Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, meseleyi farklı bir boyuttan alıyor ve şöyle diyor; “…cebir ve kanun ile tamim ettiğinden o serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtida eder, daha herkes –yalnız istemeyerek– onu giymekle kâfir olmaz.” Tabirleri dikkatle okuyunca “cebir” yani “zoraki ve kuvvet kullanarak” geldiğinden dolayı ve bunu da “kanun” olarak yürürlüğe sürenlerin bulunduğu dönemde; “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah Müslüman edecek.” demesi çok ehemmiyetlidir. Bu tavrı ile Üstâd Bediüzzaman Hazretleri “avam-ı ehl-i imanı hem isyan ve ihtilalden hem ihtiyarıyla imanını ve dinini bırakmaktan kurtar”maya vesile olmuştur.

Eğer ki bu şekilde tavır göstermemiş olsa idi hem ehl-i imanın avam yani halk tabakasını, sıradan insanlarını, bilgili olmayan kesimi isyan ve ihtilal çıkarmalarına sebebiyet vermiş olacaktı.

Şapka ve küfür konusu ile ilgili İşârâtü’l-İ‘câz eserinde şöyle bir soru cevap da dikkat çekmektedir;

«Sual: Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalpte o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden ne için küfür hasıl olsun?

Cevap: Gizli olan umûra, şeriat emarelere göre hükmeder. Hattâ illet olmayan esbab-ı zahirîyi, illet yerine kabul eder. Binaenaleyh itmam-ı rükûya mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir. Gizli olan o sıfat-ı küfriyenin yok olduğuna kat’iyetle hükmedilemediğinden bu gibi emarelere göre hükmedilir.” (12)

Burada geçen “…şeriat emarelere göre hükmeder. Hattâ illet olmayan esbab-ı zahirîyi, illet yerine kabul eder.” cümlesi üzerinde durmak gerekir. (13)
Şöyle ki;

İslam zahire göre hükmeder. Yani bir kişinin inanç kimliği ancak ifade ve tavırlarından tespit edilebilir. İnsanın iç ve kalp dünyasındaki hedef ve niyet, Allah ile kul arasındadır. Bu sebeple bir insanın zahir ifade ve tavırlarında küfrü gerektiren bir hal varsa, zahiren ve hukuki açıdan bu kişi küfürde kabul edilir.

Belki iç dünyasında ve niyetinde öyle bir hal yoktur. Yani iç dünyasında Müslüman, dış dünyasında küfür içinde olabilir. İç dünyası bize gaybi ve meçhul olmasından dolayı biz onunla mesul olmayız. O, Allah ile kul arasında olan bir durumdur. Günümüzde niyet ve kalp noktasından Müslümanken, zahiri hal ve ifade noktasından küfürde olan çok insan vardır. Bu da cehaletten ileri geliyor.

İlm-i kelam kaynaklarında insanların iman noktasından tasnifleri yapılmıştır. İmanın rüknü ve sıhhati kalp ile tasdik, dil ile ikrardır. Kalp ile tasdik asıl rükün iken, dil ile ikrar tali bir rükündür. Kişi bu rükünlerden sadece kalp ile tasdiki yerine getirse, dil ile ikrarı yerine getirmese, dünyada hükmü kafir, ahiretteki hükmü ise mümindir diyen alimler olmuştur. Bu noktadan bakacak olursak, böyle insanlar hakikatte mümin sayılırlar. Ama hal ve tavırlarına dikkat etmedikleri için, büyük bir harama ve günaha da girmiş olurlar.

Bunun aksini söyleyen Ehl-i sünnet alimleri de vardır. Dil ile ikrar mazeretsiz terk edilir ise, kişi küfre düşer. Mazeret Hazreti Ammar (r.a)’in ölüm tehlikesini ve işkenceyi bertaraf etmek için kalben değil, sadece dilinden hubel demesi gibidir. Hazreti Ammar (r.a)’in bu hali bir özürdür. Kişi özürsüz ve mazeretsiz olarak küfrü gerektiren lafız ve hallere düşerse, imanı gider. İslam alimleri cehaleti mazeret olarak kabul etmiyorlar.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İslam hukukunda hükümler zahire göre verilir. Yani hukuk delil ve işaretlere göre hareket eder; insanın niyet ve iç yapısına göre hareket etmez. Bir insan hakikat noktasında masum iken, zahiren ve görünüşte deliller ve işaretler aleyhinde bulunsa, bu kişi hukuk açısından suçlu sayılır. Zira hukuk kalbe değil, ele bakar. Yani insanın hakiki haline değil, zahiri haline göre hüküm verir. Zaten insanların hakiki halini Allah’tan başka da kimse bilemez. Bu yüzdendir ki, bazen adil bir mahkemede hakikat noktasında haksız, zahiren haklı hükümler çıkabiliyor.

İllet, bir şeyin hakiki sebebine denir. Yani hakikati haline illet denilir. Zahiri sebepler ise, bir şeyin hakiki illeti olamazlar. Mesela elmanın zahiri sebebi ağaç iken, hakiki sebebi Allah’ın kudretidir. Burada zahiri sebebi illet yerine koymak şirktir. Yani elmayı ağaç yapıyor demek şirk olur. Ama aynı tabir ve hüküm insanların hukuk davasında tersinedir. Yani zahiri sebep hukukta hakiki illet olurken, hakiki illet sebep gibidir. Burada itibar olunan zahiri sebeplerdir. Zira insanlar hakiki illeti göremez, ancak zahiri sebepleri görebilir ve hüküm ve kararını da buna göre verebilir.

Mesela bir insan profesyonel bir şekilde cinayet işleyip, başka birisinin üstüne suçu atacak şekilde plan yapsa. Deliller ve işaretler başka masum birisini gösterse. Zahiri sebepler açısından suçlu masum insan iken, illet, yani hakiki sebep noktasından suçlu, gerçek katil olan adamdır. Katil adamı affedip, masum adamı hapse atmak zahiri deliller açısından normal iken, illet bakımından, yani hakikat noktasında zahiri deliller ile masum bir insanı hapse atıp, katili serbest bırakmak da zulümdür. Yalnız hakim hakiki illete muttali olamadığı için, ona bir günah yazılmaz. Şu var ki, hakim, olması gereken tetkik ve tahkiki yapmak zorundadır; aksi taktirde mesul olur.

İşte bunun gibi, bir kişinin Müslüman ve mümin olduğunu ancak zahiri halinden anlarız, niyet ve kalbi bize meçhuldür. Kalben mümin olan birisi zahiren kafir görünse, biz ona kafir deriz. Zahiren mümin ama kalben kafir olsa, biz ona mümin demek zorundayız. Biz hükmü, illete göre değil, zahiri sebebe göre veririz. İllete, yani hakiki hale göre hüküm vermek, sadece kalpleri bilen Allah’a mahsustur.
“…Binaenaleyh itmam-ı rükûa mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir…” cümlesine göre insanların kalbine bakmaksızın giyim kuşamlarına göre kâfir gibi nitelemek İslâmiyet’e münafi değil midir? Ve “Ameller niyetlere göredir.” hadîs-i şerîfi ile çelişkili değil midir? şeklinde bir soru akla gelirse şu cevabı veririz; (14)

İslam inancında hayati bir tehlike söz konusu değilse, kalpteki imanın ifade edilmesi ve gösterilmesi farz kılınmıştır. İnanç açısından insanlar ancak bu cihetle birbirlerini tanıyabilirler. Ve hukuk sistemi de buna göre işler. Yoksa kimse kimsenin kalbindeki inancı görüp bilemezdi ve kim Müslüman kim değil belli olmazdı.

Bu belirsizliğin giderilebilmesi ancak semboller ile mümkündür. Semboller içteki görünmeyen alemin dışa aktarılması ve gösterilmesi ve manaların lafız şeklinde belirmesidir. Semboller insanlar arasında iletişimi sağlayan temel unsurlardır. Semboller olmadan hayat felç olur.

Her inanç gurubu kendi değerlerini kendi kimliğini kendi hüviyetini oluştururlar ve bunu da semboller üzerinden ifade ederler. Bu yüzden semboller temsil ettiği inançlar kadar gerçek ve önemlidirler.

Mesela sarık, takke, ezan, tesettür, Cuma, sakal vesaire Müslümanların inanç sembolleri iken zünnar, haç, vaftiz, kilise, çan gibi semboller de Hristiyanların sembolüdür. Zünnar, “Hristiyan rahiplerinin veya puta tapanların, papazların bellerine bağladıkları örme kuşak. (Rükûa mâni olduğu için kuşanılması İslâmiyette küfür alâmeti sayılmıştır.)” (15)

Etek, bluz, kadınların simgesel giysileridir; pantolon, ceket ise erkeklerin simgesel giysileridir. Kadının erkek erkeğin de kadın gibi giyinmesi sembolik ve simgesel açıdan ters bir durumdur ve toplum bunu kabul etmez.

Papazın sarık cübbe giymesi nasıl Hristiyan inancına aykırı ise, bir Müslümanın da papaz gibi giyinmesi İslam inancına aykırı bir durum olur. Bir Müslümanın “Benim kalbim temiz” deyip İslam inancından farklı bir sembole bürünmesi İslam’a aykırıdır.

Nötr ve insani simgeler ise, her inanç gurubunda normal kabul edilir. Ve her insanın bu simgeleri kullanması helal ve caiz olan bir durumdur. Mesela inanç simgesi içermeyen pantolon, ceket, gömlek, ayakkabı gibi şeyleri kullanmak ve tüketmek normaldir ve onları kullanmakta herhangi bir sorun yoktur.

Yunan bayrağını, ‘İ’lâ-yı Kelimetullahın bayrağı olan (Hilal yıldız Bayrağı)’nı (16) indirerek Ankara’nın göbeğinde göndere çeksek simgesel açıdan bu bir egemenlik sorunudur. Demek simge ve semboller en az can, namus ve vatan kadar önemlidir. Bu nedenledir ki sarık konusunda Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Bu sarık bu başla beraber çıkar!” (17) demiştir.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin bir “iddia” ve o iddiaya verdiği “cevab” tam da konumuza bakmaktadır. Şöyle ki;
«İddiacı demiş: Said’in gizli düşmanı yok. Ve onu zehirleyen yok. Ve zındık namını verdiği ve kırk seneden beri Said onların ehl-i iman hakkındaki ifsadatına karşı Kur’an’ın hakikatları ile mukabele ettiği bir komite yoktur. Belki onu tazyik eden bir kısım memurlara zındık ve münafık diyor.

C: İddiacının bu ittihamı, hem kaç vecihle hata ve yalan hem bîçare ve aldanmış ve vazife itibariyle Said’i hapis veya tazib etmiş bir kısım müslüman ve ehl-i iman memurlara, o münafık ve zındık tabirini vermek büyük bir cinayettir. Ve bu dindar milleti bir tahkir ve ittihamdır ki, Said mükerrer demiş: O vazifeperver müslümanlar Nurlara zarar vermeyen ve istifade eden adliye memurları beni i’damla mahkûm etseler, hakkımı onlara helâl ederim deyip, mümkün olduğu kadar musalahakârane onların vazifelerine dokunacak harekâttan çekinen bir münzevi ve garib adam hakkında bu ittiham büyük bir günah ve bir iftiradır. Halbuki Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine tevile çalışır. Onu tekfir etmez. Her vakit hüsn-ü zan ile hareket ettiği halde ona bu ittihamı yapan elbette kendisi o ittiham ile tam müttehemdir.» (18)

Burada geçen şu cümle mühimdir; “Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine tevile çalışır. Onu tekfir etmez.” Bu cümleyi Mektubat’ta geçen şu cümle ile birlikte anlamak yerinde olacaktır; “Zulümde, fıskta, kebairde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır.” (19)

Hiçbir cihetle içinde lezzet olmayan, elem içinde elem, zulmet içinde zulmet, azap içinde azap olan imansızlık ile insanları damgalayıp, yaftalayanların kulakları çınlasın!

Tekfir meselesi ile ilgili siyasî tarfgirlerden de şu örneği vermektedir Üstâd Bediüzzaman Hazretleri;
«Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌
dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.» (20)

“Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti.” cümlesinden de anlaşılacağı üzere siyasî tarfgirliğin bu derece vahim neticeleri vardır. Dindar olan bir âlim, kendi siyasî fikrinde olmayan sâlih bir âlimi, küfre girmiş ve imansız olmuşçasına zayıf göstermeye çalışıyor. Allah bu hallerden muhafaza eylesin. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, bir başka eserinde ise aynı mânâyı ifade ederken; “….mübarek bir âlim takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile salih ve büyük bir âlimi onun fikrine muhalif olmasından tekfir derecesinde tahkir edip kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü sena etti.” (21) demektedir.

Bir diğer konu; Ehl-i dalalet ve bid’at fırkalarından bir kısım zâtlardan iki ismi misal vererek mukayese yapmaktadır.

«Ehl-i dalalet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var, zahirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum.

Mesela, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi İtizal’de en mutaassıp bir fert olduğu halde, muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirazatına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar.» (22)

Keşşaf Tefsîri’nin sahibi “Zemahşerî”nin eserleri, ehl-i sünnet medreselerde yüzyıllar boyu ders kitabı olup, okunagelmiştir. Zemahşerî için Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor; “…muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirazatına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar.” Buradan aynı zamanda “muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet”in ehl-i bid’a bir mezhep olan Mu’tezile’nin “en mutaassıp” bir savunucusunu bile tekfir etmediğini görmek mümkündür.

Tekfir etmenin şer’î hükmü ile ilgili Risale-i Nur Külliyatı’nda şu ifadeler geçmektedir;
« Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa büyük zararı var; eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstahak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.» (23)

Burada geçen ilk cümlede; “…zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var.” denilmektedir. Hiçbir âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfte ‘insanları zemmedin, tekfir edin’ diye bir şer’î, dini emir yoktur. Fakat insanları zemmetmek ve tekfir etmekte ise şer’î hüküm vardır. Bunu da yine Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde ifade etmektedir; “Zem ve tekfir, eğer haksız olsa büyük zararı var; eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok.” Zem yani “kötülemek, yermek, ayıplamak”ta (24) ve insanların küfrüne hükmedip, onlara kâfir demek olan “tekfir”de, eğer o haksız olsa büyük bir zararı vardır. Eğer o kişi zemmedilmeyi ve tekfir edilmeyi hak eden birisi ise, bizim onu zemmetmemiz ve tekfir etmemizde hiç hayır ve sevap yoktur. Hükm-ü şer’îden kasıt hadîs-i şerîfte buyurulan; “Herhangi bir kimse, din kardeşine ‘Ey kafir!’ derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne ala. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.” (25) hükmüdür. Bu ve benzeri hadîs-i şerîfler, mü’minleri tekfir etmeme noktasına parmak basmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri, son olarak da konuyu şu şekilde bağlıyor; “Çünkü tekfire ve zemme müstahak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.” Tekfir ve zemm edilmeyi hak eden kişiler hadsizdir. Fakat insanları kötülemek, yermek, ayıplamak ve kâfir damgası ile yaftalayıp tekfir etmekte şer’î bir hüküm olmadığı gibi zarar da yoktur.

Maide Sûresi 44. Âyet-i Kerîmede geçen
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ
Yani “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (26) âyeti ile ilgili Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde bir değerlendirme yapmaktadır;

«Maatteessüf sû-i tesadüf ile hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Arab’dan sonra İslâmiyet’in kıvamı olan Etrak’i tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan kanun-u esasîyi ve hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi,
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ
ilâ âhir hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki:
مَنْ لَمْ يَحْكُمْ
bimana
مَنْ لَمْ يُصَدِّقْ
dır.» (27)

Bu yeri “Allah’ın Hükmü İle Hükmetmeyenler” isimli yazımızda geniş bir şekilde ala aldık. Dileyenler o yazımıza müracaat edebilirler.

Genel olarak Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin burada söylediği şudur; ‘Her kim hükmetmezse’, ‘Her kim tasdik etmezse’ mânâsındadır.

Tekfir edenlerin en çok suistimal ettiği âyetlerden birisi de bu âyet-i kerîmedir.

Sonuç olarak; Hayatını İslâmiyet Davası ve İman – Kur’ân Hizmeti üzere geçiren Üstâd Bediüzzaman Hazretleri kesinlikle tekfire karşıdır. Ve bunu bizzat Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîflerden ders almıştır. Bediüzzaman Hazretleri’nin de dediği gibi; “Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!” (28)

Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1 – Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, s. 1016, tekfir maddesi
2 – Son Şahitler, c. 2, Mehmet Kayıhan Hatıralarından
3 – Müslim, 1/319
4 – Lem’alar, s. 331
5 – Münâzarât, s. 32
6 – Sözler, s. 790
7 – İşârâtü’l-İ‘câz, s. 99
8 – Sünuhat Tüluhat İşârat, s. 15
9 – Kenzu’l-Ummal, Hadîs No: 8994
10 – Şualar, s. 476
11 – Şualar, s. 383-384
12 – İşârâtü’l-İ‘câz, s. 72
13 – Bu cümlenin izahına dair alıntılar şu linkten alınmıştır : https://sorularlarisale.com/seriat-emarelere-gore-hukmeder-hatta-illet-olmayan-esbab-i-zahiriyeyi-illet-yerine-kabul-eder-bu-cumleyi-aciklar-misiniz
14 – Verilen cevap bir kısmı düzenlenerek şu linkten alınmıştır : https://sorularlarisale.com/seriat-emarelere-gore-hukmeder-hatta-illet-olmayan-esbab-i-zahiriyeyi-illet-yerine-kabul-eder-bu-cumleyi-aciklar-misiniz
15 – Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, s. 1112, zünnar maddesi
16 – Bkz. Âsâr-ı Bedîiyye, s. 699
17 – Emirdağ Lâhikası 2, s. 19
18 – Şualar, s. 422-423 [2005 baskı Envar Neşriyat, Hata Savab Cedveli]
19 – Mektubat, s. 70
20 – Mektubat, s. 299
21 – Tarihçe-i Hayat, s. 515
22 – Mektubat, s. 515
23 – Emirdağ Lâhikası 1, s. 205
24 – Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, s. 1101, zemm maddesi
25 – Müslim, 1/319
26 – Kur’ân-ı Kerîm, Diyanet İşleri Meâli – Yeni, Mâide Sûresi, 44. Âyet-i Kerîme Meâli
27 – Münâzarât, s. 78
28 – Münâzarât, s. 78

Âhirzaman Kardeşlerime!

Ey Din-i Mübin’e Candan Bağlı Kardeşler!

Gönlümüzde sızlar ümmet acısı,
Ne azalır ne de biter ağrısı.
Yazı güzü, kışı baharı mı kaldı,
Gönlümüz Hakk’ta, gözümüz yolda kaldı.

Âhirzaman dediler de dediler.
Bu günü yarına ertelediler.
Halbuki Rabbimiz her an görüyor.
Kulluk edene bol bol veriyor.

Acz içinde kalbi çıksın niyazım.
Dostları ısıtsın varsa ayazım.
Gözlerde aksın yaş, kalplerde hüzün.
Ümmetin derdiyle sararsın yüzün.

Tuluattır kardeş, nasıl geldiyse,
Hakkı söylemeye kim yol bulduysa,
Baş göz üstüne geldi sayarız,
Hem dünya hem ahiret kardeş sayarız.

Her tarafı sarsa da türlü illet.
Mü’min kardeşime gelmesin zillet.
Hiç bitmesin çilem, bitmesin acım.
Ar eyler mekanı örtünen bacım.

Erkek kardeşim sâniyen sen de,
Âhir demden aldın nasip sen de,
Günah, nisyan, masiva sende,
İzhar et hayanı her zaman sen de!

Unutma İslâm’ın nurdan genci.
Her duruşunda olmalı vakar.
Sabırla iç içe göster direnci.
Ehl-i aşk olan elbette yakar.

Yolumuz Nebiler, Resûller yolu.
Hakka can veren şehitler yolu.
Bu dava ebedî ermişler yolu.
Durma bu yolda ilerle kardeş.

Hanım isen sen de ol; Aişe, Asiye, Fatma.
Erkek ise ne bekler ki; Ali, Osman ve Talha.
Bu yolda cefasız kimse var sanma!
Bu yol hak uğruna gidenlerindir.

Kur’ân oku, konuş Rabbin ile.
Namaz ile görüş Rabbin ile.
Zikir ile buluş Rabbin ile.
Hak uğruna ne yapalım kardeşim?

Sünnete ittiba Hak Resûl yolu.
Kitaba temessük Hak Resûl yolu.
İmana hizmettir Hak Resûl yolu.
Bu yol Nebiler, Resûller yolu.

Nurları oku ki, feyizler gelsin.
Nurları anla ki, sirayet etsin.
Nurları yaşa ki, kendine gelesin.
Okuyunca Nurları, Üstâd’ı gördüm.

Tesbihat, cevşen, evrad u ezkar.
Hakikat yolunda var mı yağmur, kar?
Bize yol gösteren Hak Resûl var ya!
O Resûl’e can feda etmeye geldik.

İstiğfar ile gir tevbeye,
Salavat ile rabtol Nebiye,
Allah zikri, Kelime-i Tevhid ile,
Hak uğrunda ferah bulmaya geldik.

Dışımız halk ile içimiz Hak,
Uğruna gittiğimiz yoldur hak,
Bu dava var iken aranır mı hak?
Hakkı hakikati görmüyor musun?

Allah’a abd ol ki, hür olasın,
Resûl’e ümmet ol ki, necat bulasın,
Kur’ân’a tabi ol, halas olasın,
Kurtuluş İslâm’da, unutma kardeş!

İlmin var ise, Bel’am’ı düşün.
Makamın var ise, Nemrut’u düşün.
Mevkin var ise, Fir’avun’u düşün.
Malını yiyebildi mi ki Karun?

Ya Bilal olasın, ‘Ya Hakk’ diyesin.
Ya Sümeyye olup, Hak uğruna gidesin,
Ya uğruna can ve mal veresin,
Hakkı unutup, gafil olma kardeş!

Ya Ebu Bekir olup İslâm’a güç katarsın,
Yahut Ebu Cehil olup nâra ateş atarsın.
Ya Ömer olup hakkı haykırırsın,
Ya Ebu Leheb gibi hakka sağır kalırsın.

Ya Osman ol edebi göster,
Ya Ali ol ilimi göster,
Ya hak, hakikat yolunu göster,
Yahut da burada bekleme kardeş!

Değil miydi Nida-i Nebi;
Ya hayır söyle yahut susmalı.
Şer yolu olur ise diller susmalı.
Hakkı hakikati söyle be kardeş!

Ya Rab!
El açtık kapına geldik,
Dünyayı gördük ukbaya geldik,
Şerri gördük hayra geldik,
Seni bulduk sana geldik.

Affeyle, mağfiret eyle Ya Rab!
Bulduk Ya Rab hakikat bu tarafın yolundan,
Ayırma bizi kendi yolundan.

Abdulkadir Çelebioğlu

Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş

“Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var.” cümlesini detaylıca izah eder misiniz?

Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var.” (1) ifadelerinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri, menfî milliyetin yani ırkçılığın tarifini yapmaktadır. Bu yerin geçtiği yerin başındaki Hucurat Sûresi 13. âyet-i kerîmeye, Müellif Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde mânâ vermiştir; “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir!” (2) şeklinde meâl vermiştir. Bu âyet-i kerîme, ırkçılığın ne kadar zararlı olduğunu göstermektedir.

Irkçılık konusu ile ilgili Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in hadîs-i şerîfleri ile başlayalım.
“Bir kimsenin cahiliye âdetince, kavim ve kabilesine intisap ederek (onlardan yardım talep ettiğini) ve onlarla şereflendiğini duyacak olursanız ona: ‘Babanın bilmem nesini ısır!’ deyiniz. Ve bunu açık açık söyleyiniz. Îmâ ve kinayede de bulunmayın.” (3)
Bu hadîs-i şerîfe dikkat edince Rahmet Peygamberi olan Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in başka konularda bu şekil şiddetli ifadeler kullanmadığı halde, ırkçılık konusunda bu şekil ifadeler kullanması konunun ehemmiyetiniz işaret eder.

Bir başka hadîs-i şerîflerinde ise Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;
“Sizler Hz. Adem’in (as) oğullarısınız. Adem ise topraktandır. Bir kısım insanlar var ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler ya Allah nezdinde pisliği burunlarıyla yuvarlayan gübre böceklerinden daha değersiz olurlar.” (4)
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz burada ırkçılık yapanların bundan vazgeçmemesi sonucu “pisliği burunlarıyla yuvarlayan gübre böceklerinden daha değersiz ol”acağını ifade buyurmuşlardır.

Hoca-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, ırkçılığı şöyle tarif etmektedir:
Sahabeler sordular ki; “Asabiyet (yani ırkçılık) nedir?” Efendimiz (asm) da şöyle buyurdu; “Asabiyet, zulümde kavmine yardım etmendir.” (5)
Bu hadîsler ve benzeri hadîsler çoktur.

Bu hadîslerden sonra Bediüzzaman Hazretleri’nin “Frenk illeti” olarak nitelendirdiği “ırkçılık hastalığı” ile ilgili Nur Külliyatı’ndan bir ibretlik hadiseyi nakledelim;
«Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti –Allah rahmet etsin– o talebem, ben esarette iken İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksü’l-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürt’ü, salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.» (6)
Bu ifadelerde bir kavim övülmüyor. Hak ve hakîkat bir anı ile göze görünür hale geliyor. Orada geçen “Türk” kelimesi yerine “Arab”, “Kürd”, “Fars”, “İngiliz”, “Alman”, “Rus” ve saire diğer milletleri de yerine koyabiliriz.

Konumuz ile ilgili önce müsbet milliyetçi olan bazı yazarlardan daha sonra da menfî milliyetçi olan bazı ırkçıların kitaplarından alıntılar ile örnekler vermeye çalışacağız;

Öncelikle muhafazakar milliyetçi bir çizgide olan Osman Yüksel Serdengeçti ile başlayalım.
“Biz Tanrı Dağı kadar Türk,
Hira Dağı kadar Müslümanız!..” (7) der Serdengeçti. Ve bu söze bir de dipnot düşer; “Bu cümleyi ilk defa ben kullandım.” (8)
Serdengeçti’nin milliyetçiliği kendi tarifiyle şöyledir; “Hakka tapan, halkı tutan, yalınkılıç bir milliyetçiliktir.” (9) Ve milliyetçilikten anladığı mânânın; “hususi vagon, bol harcırah, yüksek makam milliyetçiliği” olmadığını da belirtir. (10)

Serdengeçti bir “kültür milliyetçisidir” diyebiliriz. Ona göre “Anadolu’da doğan herkes”, “her etnik unsur”, üst kimlik olan “Türk”e bağlıdır. Ve bu nedenle, ırkçı ve saf ırk nazariyesine karşıdır.

Serdengeçti aynı zamanda Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Nihal Atsız ile de dava arkadaşı olup, Atsız’ın saf ırk nazariyesi ile dinsizlik yönüne karşıdır. Necip Fazıl ile Ulucanlar Cezaevi’nde hapis yatmıştır. Kimlerin yolunda olduğunu şu şekilde ifade eder; «Biz “Beşikten mezara kadar ilim”, “Bana bir kelime öğretenin ben bin yıl kölesi olurum” diyenlerin yolundayız.» (11) Buradaki 1. cümle ile Hz. Peygamber’e (asm), 2. cümle ile de Hz. Ali’ye (kv) işaret etmektedir. Yani bu sözleri ile biz Allah Resulü (asm) ve Hz. Ali’nin (kv) yolundayız demek istiyor.

Kendi milliyetçiliğinde ırkçılık olmadığını defaatle kendisi de söylemiştir.
Ve Serdengeçti gençliğe büyük bir sorumluluk yükler ve şöyle der; “Yarının Türkiyesi, Türk kadınlarının yetiştirdiği namuslu, fedakâr vatan çocuklarının omuzlarında yükselecektir.” (12)
İslâm ile Türk’ü “mezcolmuş” Yani birleşmiş bir bütün olarak görür, Serdengeçti. “…Mehmetçiğin ruhu, Anadolu’da bin yıllık mazisi olan Müslüman Türk’ün ruhudur…” (13) der.

Kendisini şöyle tanımlar; “Bana gelince: Heyecanlı, samimî Müslüman bir Türk, bir Anadolu çocuğuyum.” (14)

Serdengeçti ve benzeri milliyetçi fikir adamları, Türklüğe aşırı bağlılıkları nedeniyle bazen ifrata yani aşırıya kaçmaktadırlar. Buna örnek olarak Serdengeçti’nin şiirinde geçen şu ifadeleri örnek verebiliriz;
“Şol Asya’nın ırmakları,
Akar Türklük deyu deyu…” (15)
Bu satırlar konumuza güzel bir örnektir. Derviş Yunus’a ait bir şiire nazire yani benzer bir şiir yazmak istemiştir Merhum Serdengeçti.

Serdengeçti; aynı zamanda ismi ile müsemma birisiydi. İsminin hakkını veriyordu.
Osman Yüksel, eskiden beri Hristiyanların ve Haçlıların gözünde “mücahit ve kahraman” olan “Türk” milletinden hep sitayişle, yani medih ve övgüyle bahseder. Kâfir olan düşmanlarımız hakkında bazen ğaliz, yani ağır ve küfürlü ifadeleri kullanmaktan çekinmez. Meselâ;
“Dedelerimden kalan intikam var kanımda,
Geçmişini s……. Bulgarın, Moskofun da…” (16) diye devam eden bir şiiri vardır. Bunları burada söylememizin amacı, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Fikr-i milliyet”teki yani milliyetçilik fikrindeki “gafletkârane bir lezzet var” demesinin maksadını anlamak ve kavramak içindir.

Şimdi 1940 yılında Serdengeçti’nin Akseki’de yazmış olduğu şiirinden bir kısmını nazara verelim. Şöyle ki;
“Dehalar şimşeklenir
Cebrailler beklenir
Peygamberler saklanır
Issız dağ başlarında
Issız dağ başlarında” (17)
Burada da İslâmî motifleri görmekteyiz. Buradan anlaşılacağı üzere Serdengeçti’nin milliyetçilik görüşü, bazı noktalarda uç taraflara kaysa da genel olarak “müsbet bir milliyetçilik”tir.

Şimdi diğer bir yazar, şair, mütefekkirimiz olan ve bazı noktalarda milliyetçi tabirleri kullanmış olan Necip Fazıl Kısakürek’e gelelim. Bunlardan birisi şudur;
“İyice bilmek lâzımdır ki; eğer gaye Türklükse, Türk Müslüman oldukça Türk’tür.” (18)
Daha sonra bu tabirlerini biraz daha değiştirerek der ki;
«Tekrar ediyorum ve yavaş yavaş söylüyorum:
“-Eğer gaye Türklükse, mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk Müslüman olduktan sonra Türk’tür.”» (19)

Peki Necip Fazıl’a göre milliyetçilik nedir? İşte cevabı;
«Şimdi milliyetçilik…
İslâm’da milliyetçilik, kovulan, terkedilen bir müessise değildir. “Kişi kavmini sevmekle levmolunamaz” yani ayıplanamaz. Kişi kavmini sevmekle ayıplanamaz; sevebilir, demin de dokunmuştum. Fakat burada kavim, metbu değil tâbidir. Yani bağlıdır. Ruha bağlıdır, ana davaya bağlıdır. Onun içinde kavim sevgisi mübarek bir sevgidir. Ve onun ekolü, mübarek bir ekoldür.” (20)

Necip Fazıl kendi “milliyetçilik” anlayışını şöyle dile getirir;
“…bizim milliyetçiliğimizde gaye İslâmiyet’in her çizgisini en iyi aksettiren, böyle kuyumcu aletiyle kesen biçen, o pırıltıyı en nefis veren saf bir kavim olmak ve o duyguların mizacında toplanmış bir milliyetçilik fikrine bağlanmaktan ibarettir.” (21)

Yine Necip Fazıl şöyle diyor;
“Milliyet kelimesi de haber veriyorum, Arapçadır ve ‘küfür tek bir millettir…’ Nasıl iman aslıysa, bir millet-i vahideyse, küfür de bir millet-i vahidedir. İşte ölçü…
Bunu Ziya Gökalp de kabul eder. Türkçülük isimli kitabının ellinci ve elli birinci sayfalarında der ki: ‘-Bizim milliyet kelimesini kullanmaya hakkımız yoktur. Kelime İslâmîdir. Ama biz bunu (nasyon) mukabili kullanıyoruz.’ ” (22)

Bir de Necip Fazıl “menfî milliyetçilik” olan “ırkçılık” konusunda da şöyle der;
“Ve milliyetçilik… Biri eski Roma nizam ve karakterinde (Faşizm), öbürü üstün ve hâkim ırk gayesi etrafında (Nasyonal Sosyalizm)…” (23)

Bu cümle tam da Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “zevk-i nefsanî”, “gafletkârane bir lezzet” ve “şeametli bir kuvvet” olduğunu belirttiği menfî milliyetçilik tanımı ile bire bir örtüşüyor.
Ve Necip Fazıl, “Din ve İslâm düşmanlığına Ziya Gökalp’in, bizzat eserleri şahitti…” (24)

Bir diğer mufafazakâr-milliyetçi olan Seyyid Ahmed Arvasî ile devam edelim.
İzahlarımıza “Sohbetler” isimli eserindeki “Irkçılık Meselesi” adlı yazı ile başlayabiliriz.
“Bulanık suda balık avlamak isteyen bazı kimseler, kavram kargaşalığından istifade ederek zihinleri allak bullak etmek isterler…” (25) diye söze başlar, Arvasî.
“Bunlardan biri de ‘ırkçılık ve milliyetçilik’ kavramlarının kasten birbiri ile karıştırılması hikayesidir…” (26) diye de devam eder. Ve o hikayeyi şöyle anlatır;
“Geçenlerde, biri böyle bir yazı mı okumuş, beyanat mı dinlemiş bilmem? Türk milletinin ümidi olan mukaddes bir davaya ve onu temsil eden milliyetçi ve ülkücü gençliğine, kendi dar ve cahil idraki içinde ‘ırkçılık’ yakıştırmaya kalkışıyordu. Yolda konuşa konuşa evlerimize geliyorduk. Kendisini aydınlatmak için şöyle konuştum:
‘Renk ırkçılığının ve kafatasçılığının ve üstün ırk anlayışının Türk milliyetçiliği ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu akımlar, Avrupa’da sosyolojik olaylara biyologların ve biyolojistlerin gözü ile bakmaktan doğmuştur. Bu hatalı bakış tarzı, 19. yüzyılda Darwin’in biyolojiye getirdiği kavramların sosyolojiye uygulanmasından güç almıştır. Yukarıda sözünü etmiş olduğumuz akımlar, Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da ilim ve politika alanında taraftarlar ve savunucular bulmuştur.
Bu akımların Türk milletine ve dolayısıyla Türk milliyetçilerine yabancılığı açıktır…’ ” (27)

Ahmed Arvasî “Türk-İslâm Sentezcisi” değil, “Türk-İslâm Ülkücüsü” olarak kendini tanımlamaktadır.
Konuyla ilgili Merhum Muhsin Yazıcıoğlu şöyle demiştir;
“Türklük ve İslâmiyet birbirinin tezleri değil ki, buradan bir sentez çıkaralım. Bu itibarla, ‘Türk-İslâm Sentezi’ değil, ‘Türk-İslâm Ülküsü’…” (28)

Türk-İslâm ülküsü endeksli yayın yapan bir dergide şu ifadeler geçmektedir; “Türk-İslâm Ülküsünü basit bir motta olmaktan çıkarıp, fikri çerçevesini en net haliyle çizen ve yaşayan isim; Seyyid Ahmed Arvasî Hoca’mızdır. Şehid Liderimiz Muhsin Yazıcıoğlu’nun deyimiyle; O, davamızın kitabını yazan adamdır.” (29) Muhsin Yazıcıoğlu’nun, Seyyid Ahmed Arvasî için “davamızın kitabını yazan adamdır” demesi ile Arvasî’nin yazdığı 3 ciltlik “Türk-İslâm Ülküsü” serisine telmih vardır.

Yine aynı derginin aynı sayısında şu ifadeler geçmektedir;
“Türk milliyetçiliğini Şamanizmle eşdeğer gören, İslâm’da milliyetçiliğin olmadığını iddia eden ham softa ve kaba yobazlar olmuştur.” (30)

Seyyid Ahmed Arvasî’yi konu alan mezkur derginin sayısında Ahmed Arvasî için şu tabirler geçmektedir;
“Arvasî Hoca, İslâmiyet’in ırk gerçeğini inkar etmediğini ancak bu gerçeğin istismarına da şiddetle karşı çıktığını belirtir. Allah yanında en şerefli olan insanlar, kavimler ve ırklar; takvada yani en samimi manada Allah ve Resul’üne hizmet etmede ileri olanlardır.” (31)

Seyyid Ahmed Arvasî’nin bir yönüne daha aynı dergide bir yazıda şöyle değinilir;
“Merhum Seyyid Ahmed Arvasî Hoca, tasavvufi yönüyle Horasan Mektebi’nden etkilenmiştir. Eserlerinde bariz bir şekilde görmek mümkündür.” (32)

Kendisi aslen Seyyid yani Arap olduğu halde, Türkleri İslâmiyet’e hizmetlerinden dolayı sever ve şöyle der Ahmed Arvasî; “Eshab-ı Kiram’dan sonra cihad bakımından İslâmiyet’e en çok hizmet edenler Türklerdir.” (33)

Bu ifadeleri ışığında bakılırsa Seyyid Ahmed Arvasî, “müsbet milliyetçi” birisidir.
Kendisini de şu şekilde tarif eder Arvasî;
“Ben, İslâm iman ve ahlakına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, büyük Türk milletini iki cihanda aziz ve mesud görmek isteyen ve böylece İslâm’ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. İnanıyorum ki, hem Türk hem Müslüman olmak hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür.” (34)
Sözlerini şu şekilde tamamlar Ahmed Arvasî;
“Türk milliyetçiliği, politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimai ırk gerçeğini inkar ve ihmal etmemelidir.” (35)

Arvasî Hoca’nın milliyetçilik görüşüne bir de kendi sözleri çerçevesinde bakalım;
“Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer yoktur.” (36)
“Türk milliyetçiliği İslâm, iman ve şuuru içinde yücelmeyi gaye edinen ve Türk’ün mutluluğunu burada arayan bir harekettir.” (37)
Bu gibi cümleleri ele alındığı zaman Seyyid Ahmed Arvasî’nin, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin söylediği “Müsbet Milliyetçilik” tanımına en yakın çizgide olduğu söylenilebilir. Nitekim bu sözlerinde “ırkçılık, kavmiyetçilik, kafatasçılık”tan ziyade “İslâmilik, imanilik, ahlakilik” vardır.

Şiirlerinde de “İslâmi Dava” vurgusu bulunur. Mesela;
“Bu dava özüdür İslâmiyet’in,
Bu dava güneşi mazlum milletin,
Bu dava her şeyden her şeyden çetin,
Bu yolda dert zulüm, gurbet bizimdir…” (38)

Şimdi de şiirlerinde İslâmi motif, vatan sevgisi ve Türklük ile ilgili yerlere geçelim;
“Maddeye tapmayız, ezelden geldik.
Her şeyi kuşatan ebed bizimdir.
Çirkini sevmeyiz, güzelden geldik,
Arkadaş, son zafer elbet bizimdir.” (39)
“O günler, ne günlerdi; o devir, ne devirdi,
Bu dünya küçücüktü, kır atla gezilirdi.
Türklüğün şahlandı imanı denilince,
Kan dalgalarında ürperme sezilirdi.” (40)
“Ben, serhad boylarında Türk’ün uysal evladı.
Lakin yurduma düşman alçakların celladı…
Ben serhad çocuğuyum, vazifem nöbet benim.
Tarihi tarih eden Türk’teki heybet benim.
Ey benim güzel şehrim, ey benim öztürk Van’ım,
Ecdadımın uğrunda olduğu Anadolu!” (41)
1982’de yazdığı bir şiirinde de şöyle demektedir;
“Dünya durdukça bu ruh Türk ve İslâm kalacak.
Diğerleri ya olsun veya olmasın derken.” (42)
Şiirinde geçen bu mısralarda da yine “Türk” ve “İslâm”ı bir ele almıştır.
Bu misaller konumuza yeterlidir.

Şimdi de Arvasî Hoca’nın pek de bilinmeyen ama çarpıcı bir yanına gelelim. O konu da “Türk’ten ayrı” bir “Kürt milletinin” olmadığı konusudur. Dediklerini bir araya toplar isek “Dağda medeniyetten uzak yerlerde yaşayan” ve aslında “Türkmen” olan kişilere “Kürt” denilmiştir. Bunları okurken bir anda şaşırmış olabiliriz. Şimdi de kaynakları ile beraber bu konuyu inceleyip, irdeleyelim.

Şöyle ki;
“Kesin olarak bilinmelidir ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu insanı, ekseriyetle ‘Kürt’ tabirinden hoşlanmamaktadır. Doğu’da yaşayan halkımız, çok büyük bir ekseriyet ile bu kelime ve ithama muhatap olmaktan mustariptir. Öte yandan, ‘Kürtçe’ konuşsun veya konuşmasın, bazıları ‘Ben Kürt’üm’ diyorsa, bunu, Türk’ten ayrı bir kavim şuuru ile değil, ‘Ben doğuluyum’ manasında ve masumca kullanmaktadır. Bunları tanımak kolaydır. Bunlar vatan ve milletin bütünlüğüne bağlı, gönlünde Ay-Yıldızlı Al Bayrağı taşımaktan gurur duyan, Türk tarihine, Türk-İslâm kültür ve medeniyetine bağlı kimselerdir.” (43)
Burada şunu sormak gerekir; Hangi Kürt kardeşimiz Kürt tabirinden hoşlanmamaktadır? Türk nasıl bir millet adı ise Kürt de aynı şekilde bir milletin adıdır. Ve insanların kendi milletinden hoşlanmam durumu da yoktur. Allah öyle yaratmıştır ve bu ızdırari kaderdir. Aynı cinsiyet, aile ve doğduğumuz bölgeyi seçemiyor isek, ırkımızı ve milliyetimizi de biz seçemiyoruz. Kürt kelimesini Doğulu anlamında değil, bir ırk ve millet olarak kullanıldığı herkesin malumu olan bir meseledir.

“Şark’ta, Türk’ten ayrı bir ‘Kürt Milleti’ ihdas etmek isteyen çevreler, daha çok Malazgirt Zaferi’nden önceki müphem tarih sahasında eşinmek istemektedirler. (…) …bu bölgemizde ne ‘Kürdistan’ diye bir coğrafya parçası ne de ‘Kürdistan Devleti’ diye bir devlet vardır.” (44)
Buraya göre ‘Kürt Milleti’ diye bir millet yokmuş da ‘ihdas etmeye’ yani sonradan oluşturmaya çalışan ‘çevreler’ varmış. Ve aslında Kürt denilen halk da ‘Türk’ten ayrı’ bir millet değilmiş. İşte bu tabirler “müsbet milliyetçilik” manası içine dahil edilemez ve te’vil götürmez sehiv görüşlerdir. ‘Kürdistan’ diye bir devletin varlığını yani bu isim ile tarihen gösterilemeyeceği hakikati vardır. Lakin bölgeye Osmanlı zamanında da ‘Kürdistan’ denilmiştir. Ve hatta Cumhuriyet’in ilk yıllarında dahi bu isimle yad olunmuşlardır. Aynen Karadeniz için ‘Lazistan’ denildiği gibi, Doğu Anadolu bölgesinde de Kürt halkının çoğunlukta yaşaması nedeniyle bölgesel isim olarak ‘Kürdistan’ diye isimlendirilmiştir.

“ ‘Kürtleri Menşei’ etrafında çeşitli tezler savunulmuştur. Bunların bir kısmı, Kürtleri ‘Ari ırk’ının bir kolu bazıları da ‘Turani’ olduğunu söylemişlerdir. Fakat, ele geçen müşahhas deliller, esas Kürtlerin Turani olduklarını apaçık ortaya koyacak niteliktedirler. Artık herkes teslim etmektedir ki, ‘Kürt’ sözü ilk defa gerçek manasında Orta Asya’da bulunan Elegeş’te dikili Orhun Yazıtları’nda geçmektedir. ‘Kürt İlhanı Alp Urungu’nun Mezar Taşı’ Göktürk yazısı ile kaleme alınmıştır. Kürtleri, Gutti ve Karduk gibi eski kavimlere bağlamak iddiaları, mesnetsiz birer yakıştırmadan ibaret kalmaktadır.” (45)
Burada da bir görüşü almıştır. Kendi kanaati ve düşüncesi deriz. Ama Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin konuyla ilgili görüşü bizim için esastır. Ve O da şöyledir;
“Ermeniler’in maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseriyette bulunduklarını inkâr edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanen kendilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i tabi’a haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraftar değillerdir. Zaten Kürdler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif olduklarını isbat ediyorlar. Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan.. Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.
اَ ْلاِسْلَامُ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ
İslâm, uhuvvet-i İslâmiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder.
Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.” (46)
Buranın baş kısmında Ermenilerin maksadlarının Kürdleri kandırmak olduğundan bahsediliyor. O dönemlerde de bir iddia ortaya atarlar ve “Kürdler ile Ermenilerin aynı ırktan olduğu” söylenir. Buna cevaben de Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle der; “Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan.. Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.” İşte hakiki İslâmiyet milliyetine mensup olmak budur. Ve o dönemde gösterilebilecek en münasip tavır da budur.
Daha sonra da “İslâm, cahiliyet asabiyetini ortadan kaldırmıştır.” (47) mealindeki
اَ ْلاِسْلَامُ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ
Hadîs-i Şerîfi hatırlatır Üstad Bediüzzaman. Ve ardından şöyle der; “İslâm, uhuvvet-i İslâmiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder.”
Bunun ardından da “Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.” demektedir. Yani Kürdler başka bir ırk ile alakadar ise onların İslam’dan ayrılmasına sebeb olacak değildir. Son cümlede ise “Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.” diye de ekler Bediüzzaman Hazretleri.
Bu ifadelere bir dipnot olarak Abdülkadir Badıllı Ağabey şunu düşmüştür;

{(*) Kürdlerin, Yemenli Arap kabilelerinden “Kahtan” kabilesinin bir kolundan olduğu, Arap nesebcilerinin icmâ’ı olduğunu; büyük âlim Hama’lı merhum Said Havva “el-Esasü fis-Sünnet” kitabı cilt: 3, sh: 1239’da kaydetmiştir. -Naşir-} (48)
Bu ifadeler ile birlikte düşününce gayet makul ve müdellel olmuş oluyor.

Diğer yerler ile devam edelim.
“…çeşitli açılardan ‘Kürtlerin Türklüğü’ ortaya konmaktadır.” (49)
“Kürtleri Türk olduğu iddiası” üzerinde diğer mülahazaları için kitaplarında çeşitli yerler mevcuttur. (50)

En başta verdiğimiz örneklerde “müsbet milliyetçilik” yapan Seyyid Ahmed Arvasî; bu tavrı ile “Kürt” milliyetini inkar etmiş bulunmaktadır. En son alıntılarımızdan da anlaşılacağı üzere “yekdiğerinize karşı inkar edesiniz diye değil” mealindeki ayetin kapsamına girmektedir. Doğru yönleri olduğu gibi yanlışları da vardır. Bütün yönleriyle ele alıp, delilleri ile sunmaktan başka bir amacımız yoktur.

Türk-İslâm Ülküsü serisinde geçen şu ifadeler ise dikkat çekicidir;
“Türk çocuklarını, birbirleriyle evlenmeye ‘özendirici’ tedbirler alınmalı. Türk içtimai ırkı, ‘kan ve soy birliği’ şuuru ile güçlendirilmelidir.” (51)
Bu yer ise ayetin mealinde geçen “yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir” şeklindeki yerdeki “yabani bak”maya sebep olmaya açık bir ifade kullanılmıştır. Türklerin kendi içlerinde evlendirilmesini özendirmek manasını bunu göz önüne alarak kullanmamış olsa da, maalesef okuyan insanlarda bu intibaları uyandırmaktadır.

Bir diğer ifadesine geçelim;
“Türk-İslâm Ülkücüleri için İslâmiyet, Allah’ın dini; kurtarıcımız ve Kainatın Efendisi Allah’ın Resulü; şanlı Türk Milleti Allah’ın ‘İslâm’a hizmetle şereflendirdiği millet’, Türk Ordusu ‘Allah’ın Ordusu’, Türk bayrağı mukaddes ay ve yıldızı ile yüce İslâm’ın ve al rengi ile Allah için can veren şühedanın kanlarının ifadesidir.” (52)
Burada Türk milletini İslâm’a hizmeti ile şereflendiğinden bahsettiği gibi, İslâmi endeksli bir milliyetçi tutum göstermektedir.

Bir başka sözünde ise şöyle der;
“Tarih diyor ki: Türk milleti yücelmişse, İslâm’da yücelmiş; Türk milleti çökmüşse, İslâm dünyası da perişan olmuştur. Bu sebepten, bütün küfür Türk’e düşmandır.” (53)
Bu sözler Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor” (54) tabiri ile münasebettardır.

Bir diğer görüşüne yer vermek gerekir ki, o da “Kur’ân’da ismi geçen Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğuna” dair kanaatleridir.
“Biz elbette son sözü tarih alimlerimize bırakarak, tıpkı Vanî Mehmed Efendi gibi düşünüyor, onun bundan üç yüz yıl önce ‘Araisü’l-Kur’ân’ adlı kitabının ikinci cilt, 250. yaprağında yazdığı gibi: ‘Türkler, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki bu hususta tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur’ diyoruz.” (55)
Bu ifadeler elbette ki kesinlik değil ihtimal ve kanaat belirtmektedir.

Bir diğer sözü ise şudur;
“Türkiye Türk’ündür…” (56)
Bu söz bilindiği üzere milliyetçi kesimin dilinde sloganlaşmış bir ifadedir. Her ne kadar Arvasî Hoca burada “içtimai ırk”ı da kastetse, bu cümle etrafında Türk’ü Kürt, Arap, Laz, Çerkez ve diğer milletler ile bir arada tutamaz.
Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi; “Milliyetimiz de yalnız İslâmiyet’tir. Zîrâ Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet’ten başka bir şey değildir.” (57)

Ahmed Arvasî, Maide Suresi’nin 54. Ayet-i kerimesi ile ilgili şunları demektedir;
“Müslüman Türk milleti, bu yüce vasıflara sahiptir ve bu ayet-i kerime – Allah doğrusunu bilir – Türk milletini haber vermektedir.” (58)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de Maide Suresi’nin 54. Ayet-i kerimesi için şunları demiştir;
“İşte ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’an’a ve İslâmiyet’e kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def’ettiniz, tâ
يَاْتِى اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرٖينَ يُجَاهِدُونَ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ
âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!” (59)
Bu konuda da Ahmed Arvasî, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile aynı kanaati paylaşmaktadır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkur ifadeleri üzerine yaptığımız çalışmaya bakabilirsiniz. (60)

Ahmed Arvasî de aynen Necip Fazıl gibi “kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” hadisini kendi milliyetlerini sevmelerine delil getirmektedirler.
Arvasî Hoca şöyle der; “Milliyetçilik, psikolojik olarak ‘mensubiyet duygusu’ temeli üzerine oturur. Bu sebepten olacak, Yüce Peygamberimiz (O’na salat ve selam olsun): ‘kişi kavmini sevmekle suçlanamaz’ diye buyurmuşlardır.” (61)
Bu ifadeler ışığında Seyyid Ahmed Arvasî’nin milliyetçilik anlayışı az da olsa ortaya çıkmış oldu.

Şimdi de Hüseyin Nihal Atsız ile devam edebiliriz. Atsız; Osman Yüksel Serdengeçti, Seyyid Ahmed Arvasî gibi, muhafazakâr-milliyetçi çizgide değildir. Veya Necip Fazıl Kısakürek gibi İslâmî bir çizgide milliyetçiliğe de sahip değildir. Irkçı-Turancı bir çizgiye sahiptir. Şimdi de kitaplarında geçen “menfî milliyetçilik” yani “ırkçılık” ile ilgili sözlerine gelelim.

Şöyle ki;
“Kıralların taçları
Beni bağlar büğü mü?
Orduları açamaz
Gönlümdeki düğümü.
Saraylarda süremem
Dağlarda sürdüğümü.
Bin cihana değişmem
Şu öksüz Türklüğümü…” (62)
Burada geçen son iki satır önemlidir. Irkçı kesimin ağzında slogan olmuştur.

Kendi “ırkçılık” görüşüne ve ülküsüne son derece bağlı olan Atsız, şöyle der;
“Ülkü uğrunda gönüller delidir.
Kişiler ülkü için ölmelidir…” (63)
“Türk ulusunu” yücelten yani “ululayan” sözleri de mevcuttur. Mesela;
“Çıkarıp Ergenekon’dan ulusu
Türk’ü kılsın yine dünya ulusu…” (64)
Bu beyit konumuza ışık tutmaktadır. Bu beyitte; birinci “ulus” tabiri, “millet” anlamında; ikinci mısradaki “ulusu” tabiri ise “ulu/yüce olan” anlamında kullanılmıştır.

“Saf ırk” teorisini kabul eden Atsız, şöyle demektedir;
“Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir!..” (65)
Atsız burada muhâli yani imkânsızı talep etmektedir. Çünkü “yüzde yüz Türklük” aklen, mantıken, tarihen imkân dahilinde değildir.

“Kahramanlık” duygusunu da şiirlerinde işleyen Atsız, şöyle demektedir;
“Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir.” (66)

Türklüğü daima öven Atsız, “Türklerin Türküsü” adlı şiirde şunları söyler;
“Dilek yolunda ölmek Türklere olmaz tasa…”
“Türk gücü bir yıldırım, Türk bilgisi bir deniz…”
“Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz…” (67)

Şiirlerinde “kan dökmek”, “savaş”, “hükmetmek” gibi konuları da kesretle yani çoklukla işleyen Atsız, şöyle der;
“Savaş… Bunun tadını ey Türk sen bulamazsın
Ne sevgili yanında, ne baba ocağında…”
“Kan dökmeyi bilenler hükmeder topraklara…” (68)

Kur’ân-ı Kerîm’i, Peygamber-i Zîşan’ı ve Dîn-i Mübîn-i İslâm’ı kabul etmeyen Atsız’a göre bakın “doğru söz” nerede imiş?
“Doğru sözü Kül Tegin kitabesinde ara…” (69)

“Ülkü” ve “bayrak” kelimelerine de şiirlerinde yer veren Atsız, şöyle der;
“Darbeyle gönüllerde yatan ülkü silinmez!
Atsız yere düşmekle bu bayrak yere inmez!” (70)

Buraya kadar şiirlerinden çeşitli alıntılar yaptık. Kahramanlık ve vatan sevgisi gibi müsbet ve İslâm’ın yasaklamadığı, hatta teşvik de ettiği ortak değerleri işlemiştir. Ama aşırı uç bir ırkçı olması ve din muarızı/aleyhtarı olması unutulmamalıdır.

Bir de Atsız’ın İslamiyet ile ilgili görüşlerine bakalım;
“Tanrı insan idrakinin dışındadır. Kur’ân, Muhammed’in talimatıdır.” (71)
Kur’ân-ı Kerîm için “Muhammed’in talimatıdır” demek, İlâhî Vahiy ve Kelamullah/Allah kelâmı olduğunu inkârdır.

“Ey Türk Gençliği, sana soruyorum: Sen Arap Muhammed’in mezarını artık bıraktıktan sonra senin Kâbe’n Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar değil midir?” (72)
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’i küçük düşürmek adına “Arap Muhammed” diyerek tahkir etmeye çalışıyor. Halbuki Arap, Türk, Kürd veya başka bir milletten olmak kibirlenmek için veya başkalarını yermeye vesile değildir ve olamaz da. Bu sözleri okuyunca insan Risale-i Nur Külliyatı’nda defaatle Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtu Vesselâm” (73) demesinin hikmetini bir kez daha anlıyoruz. Fahr-i Âlem (asm) Arap’tır ve Üstad Bediüzzaman’ın Araplar için kullandığı şu tabirler de dikkat çekicidir; “…ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! (…) …bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadları, imamları ve mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.” (74)
Arapları tahkir etmek ile ırkçı kesimin gayesi; başta Resûl-i Kibriya (asm) ve Sahabe-i Güzîn (r.anhüm) olmak üzere ilk İslâm mücahidi olan ulemalarımızı (ra) tahkir etmektir. Arap düşmanlığını da doğrudan İslâm düşmanlığı yapamayanlar gizli bir şekilde bu yola başvurmaktadırlar.

“Bir Sümer masalından çıkan tufan ve Nuh’un gemisi… Hangi Teknik Üniversitesi’nden mezun olduğu belli olmayan, Nuh…” (75)
Burada görüldüğü üzere Hûd Sûresi 25 ve 26. Âyet-i Kerîmelerini ve Kur’ân’da geçen Nuh Tufanı ile Nuh (as) kıssasını inkâr ettiği gibi, istihza/alay şeklinde konuşması da dikkat çekicidir.

“İslâm ırk ve renk tanımazmış. Komünizm de tanımıyor…” (76)
Burada zaten yanlış bilgi veriliyor. İslâmiyet, ırk ve renkleri tanır, kabul eder. Ama ırkçılık ve renkler yüzünden ayrımcılık yapılmasını kabul etmez. Yani İslâmiyet; ırkı değil, ırkçılığı reddeder.

“İslâmiyet, Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslâmiyet Türkleri değil, Türkler İslâmiyeti yüceltti. Biz İslâm olmadan önce de büyüktük.” (77)
Burada da görüldüğü üzere ırkçılık damarı her şeyin önüne geçmiştir. Bu sözün yanlışlığını izah etmeye gerek yoktur. Söylenmesi gereken şudur; “Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.” (78) Türkler, İslâmiyet’in bin yıldır bayraktarıdır. Böyle olduğu halde ırkçılık nazar ile bakanlar, işi farklı bir renge büründürmüşlerdir.

“…insanların 6000 yıl önce yaratılan muhayyel bir Adem’le, hayalî bir Havva’dan türemedikleri ispat olunmakta…” (79)
Hz. Adem’i (as) inkâr görülüyor. Bir peygameberi inkâr etmek tüm peygamberleri inkâr gibidir, tıpkı bir âyeti inkâr tüm âyetleri inkâr olduğu gibi.

“İslâm düşüncesinde sömürgecilik vardır.” (80)
İftira atmaktan da geri durmamıştır. İslâm düşmanlığı, onu bu hale büründürmüştür.

“Yahudi krallarını peygamber diye Türk milletine telkin ederek millî mefâhiri unutturmak sûretiyle İsrailiyâtı hayat ve ahlâk sistem, diye öne sürmek millî bir cinayettir.” (81)
Burada da Hz. Dâvûd (as) ve Hz. Süleyman (as) başta olmak üzere İsrailoğulları’na gelen peygamberleri “Yahudi kralları” diye söyleyerek, nübüvvetlerini/peygamberliklerini inkâr etmektedir. Başka bir millete ve topluluğa gelen peygamberler konusunda bile nasıl bir ırkçı tutumda olduğu görülüyor.

“Muhammed’in de peygamber olmadan önce Kureyş putlarına kurban kestiği…” (82)
Burada da azîm/çok büyük bir iftira atılmıştır. Siyer ve tarih ispat eder ki, böyle bir şey vukû bulmamıştır.
İslâmiyet’e saldırmak için İslâm’ı yine Arap milleti ile özdeşleştirip hücûm etme yolunu seçmiştir.

“Müslümanlık, sosyoloji bakımından Arapların millet haline gelme savaşıdır.” (83)
Ve şu sözleri kin ve garazını ortaya dökmektedir:

“İslâm Birliği ve kardeşliği kuruntudur.” (84)
Halbuki Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “İnneme’l-mu’minûne ihvetun” (85) yani “Mü’minler ancak kardeştirler” (86) buyurulmaktadır. Ve bir diğer âyette ise Cenâb-ı Hak; “Va’tesimû bihablillâhi cemî’an” (87) yani meâlen; “O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın” (88) buyuruyor. Bu âyetlere benzer birçok âyet-i kerîmeler mevcuttur ve mezkûr yani zikredilen söz ile hepsi inkâr edilmektedir.

“Küçük bir kızı sevmek günahsa, son peygamber, Aişe’yi neden sevdi de aldı?” (89) diyecek kadar müfterî olmakta ve kinini dışa yansıtmaktadır. Hz. Aişe (r.anha) validemizin yaşı rüşt ve bulûğa erdikten sonra tezzevvüc ettiği/evlendiği tarihen sabittir.

“…koskoca Türk tarihinde bula bula sapık düşünceli, hasta ruhlu Yunus Emre’yi mi buldular?” (90)
İslâmî bir şahsiyet olan Yunus Emre için bu tabirleri kullanmasının hiçbir mantığı ve te’vîli yoktur.
Son olarak da Hüseyin Nihal Atsız’ı oğlu Yağmur Atsız’dan dinleyelim;

“Atsız, Müslüman olarak tanımlanamazdı. (…) …lâ-dinî olarak tavsîf etmek yerinde olur… ateist de değildi.” (91)
Konuyu toparlayacak olursak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş…” (92) demesinin hakikatini H.Nihal Atsız’ın yazılarında daha aşikâr görmek mümkün. Hatta başka bir cenâhtan/yönden bakarsak şu mânâda çıkabilir; “fikr-i milliyet çok ileri gitmiş” ve “ırkçılığa dönüşmüş”.

4 yazardan alıntılar ile milliyetçilik bahsini müşahhas delillerle ele almaya çalıştık. Alanında ilk olmaya namzed bu çalışmanın istifadeye medar olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim.
Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 362
2- Hucurat Suresi, 13. Ayet-i Kerimeye verilen mana; Mektubat, s. 361
3- Ahmed bin Hanbel, 5, 136; Şeybani, Şerh-ü Siyeri’l-Kebîr, 1, 90
4- Müsned, 2, 524; Ebû Dâvûd, Edeb, 120, 5116
5- Ravi: Vasile İbnu’l-Eska, Hadîs No: 4800
6- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 224-225
7- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, Bizim Milliyetçiliğimiz, s. 29
8- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 29
9- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 29
10- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 29
11- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 61
12- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 71
13- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 81
14- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 87
15- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir
16- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 89
17- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, 2. Bölüm, s. 294
18- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, 2. Bölüm, İslâm ve Öbürleri, s. 145
19- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 145
20- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 144
21- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 144-145
22- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 129
23- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 128
24- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 80
25- Seyyid Ahmed Arvasî, Sohbetler, s. 31
26- Seyyid Ahmed Arvasî, Sohbetler, s. 31
27- Seyyid Ahmed Arvasî, Sohbetler, s. 30-31
28- Muhsin Yazıcıoğlu, Yeni Bir Dünya İçin Yeni Bir Türkiye, s. 35
29- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, Murat Aslan’ın Yazısından
30- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, Semih Uşaklıoğlu’nun Yazısından
31- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, Semih Uşaklıoğlu’nun Yazısından
32- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 18
33- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 22
34- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 24
35- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 24
36- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 30
37- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 31
38- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 51; Aynı zamanda bkz. Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 28
39- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 28
40- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 43
41- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 67
42- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 83
43- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 51
44- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 23
45- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 24
46- Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye, s. 548-549
47- Müsned: 4/199, 204-205; Müslim, İmare: 53-54; Ebu Davud, Edeb: 111-112; İbn Mâce, Fiten:7
48- Said Havva, el-Esasü fis-Sünnet, c. 3, s. 1239; Âsâr-ı Bediiye, s. 549’dan naklen
49- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 25
50- Bkz. Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 233
51- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 119
52- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 195
53- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 195
54- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat Tüluhat İşârat, s. 38
55- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 281
56- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 285
57- Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye, s. 520
58- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 319
59- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364
60- Bkz. http://www.nurnet.org/dunyanin-her-tarafinda-olan-turkler-ise-muslumandir/
61- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-2, s. 239
62- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 33
63- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 34
64- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 35
65- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 41
66- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 42
67- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 44
68- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 56
69- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 57
70- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 58
71- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
72- Hüseyin Nihal Atsız, Çanakkale Savaşı, Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 17
73- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 51, 70, 158, 209, 210; Mektubat, s. 123, 133, 187, 188 ve daha nice yerler
74- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 97; Hutbe-i Şamiye s. 58
75- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
76- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
77- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
78- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, 2, s.225
79- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
80- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
81- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
82- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
83- İslâm Birliği Kuruntusu, Ötüken, 17 Nisan 1964, Sayı: 4
84- İslâm Birliği Kuruntusu, Ötüken, 17 Nisan 1964, Sayı: 4
85- Kur’ân-ı Kerîm, Hucûrat Sûresi, 10. Âyet-i Kerîme
86- Kur’ân-ı Kerîm, Hayrat Neşriyat Meâli, Hucûrat Sûresi, 10. Âyet-i Kerîme
87- Kur’ân-ı Kerîm, Âl-i İmran Sûresi, 103. Âyet-i Kerîme Meâli
88- Kur’ân-ı Kerîm, Hayrat Neşriyat Meâli, Âl-i İmran Sûresi, 103. Âyet-i Kerîme Meâli
89- Hüseyin Nihal Atsız, Ruh Adam Romanı’ndan
90- Milleti Ruhlandırmak, Ötüken, 1971, Sayı: 10
91- Yağmur Atsız, Atsız’a Dâir
92- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 362