Etiket arşivi: Abdülkadir ÇELEBİOĞLU

Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak

“Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak.” cümlesindeki “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak”tan maksat nedir? Detaylıca izah eder misiniz?

“Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak.” (1) cümlesini önce lügavî olarak ele alalım. Şöyle ki;
“Hem Türk unsurunda…”
Türk kelimesinin lügattaki tanımı şu şekildedir;

«Anavatanı Orta Asya olan, Türkçe’nin değişik lehçeleri ile konuşan millet ve bu millete mensup olan kişilere denir. Türkler, Asya’nın en büyük ve en meşhur milletidir. İki şubeye ayrılırlar: Türkistan’ın doğusunda kalanları “Uygur”, batısında kalanları “Türk” ve “Türkmen” adlarıyla anılmışlardır. Orta Asya’da iken Şamanizm, Tengricilik ve Gök Tanrı inançlarına bağlı idiler. Hicretten 350 yıl sonra Tağ Han neslinden olduğu rivâyet edilen Türkmen Hükümdarlarından, Karahanlı Hakanı Salur veya Saltuk Han; İslâm dinini kabul ederek Kara Han ve Abdülkerim ismini almıştır. Halkının çoğunun da Müslüman olmasını sağlamıştır. Bu şekilde Orta Asya’daki ilk Türk-İslâm Devleti, Karahanlı Devleti olmuştur. Abdülkerim Saltuk Buğra Han, daha sonra da devletin resmi dinini İslâm yapmıştır. Bu dönemde ilk Türk-İslâm eserleri olan geçiş dönemi eserleri verilmiştir. O devirde hilafet merkezleri olan Bağdat’a gidip gelmekle askerî cesaret ve kahramanlıkları ile Abbasî halifelerinin gözdesi olmuşlardır. Askerlik hizmetlerinde istihdam olunmuşlardır. Daha sonraları diğer devlet kademelerinde de görev almışlardır. Kumandanlık ve emirlik seviyesine kadar çıkmışlardır. Bu sebeple İslâm beldelerinde büyük bir şöhret ve nüfuza sahip olmuşlardır. Oradan Anadolu’ya ve Avrupa’ya yayılarak bir çok devlet kurmuşlardır. İslâmiyet’i dünyanın bir çok yerine ulaştırmışlardır. Tarihte 16 büyük devlet kurmuşlardır. Bediüzzaman’ın tâbiriyle “İslâmiyet’in Sancaktarı” olmuşlardır.» (2)

Türklerin masadaki olduğu Âyet-i Kerîme, Hadîs-i Şerîfler ve Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Türkler ile ilgili tahlilleri için bakabilirsiniz.

http://www.nurnet.org/dunyanin-her-tarafinda-olan-turkler-ise-muslumandir/

“Unsur” kelimesi ise “ırk ve milliyet” anlamında kullanılmıştır.
“…ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde…”
“Ebedî” kelimesi, malum “Sonsuza ve ebediyete ait” (3) demektir. Yani “Daimî olan”. (4)
Ebed kelimesi de “Sonu olmamak” (5) demektir.
Istılahî olarak da; “Ebed, parçalara ayrılmayan zaman diliminden ibarettir. ‘Şu zamanda bu olay oldu’ denir. Fakat ‘Şu ebedde şu olay oldu’ denmez. Bu kelime gelecek vakit için kullanılır. Zıddı olan ezel ise geçmiş zaman için kullanılır.
Ebed, geleceğe nispetle sonsuz olarak takdir olunan zamanlarda varlığın devam etmesine denir.” (6)
Ve bir Esma dersi olarak da; “Ezel; Evvel ismine, Ebed; Âhir ismine bakar.” (7)
Ve “Ezel hadsize, Ebed nihayetsize bakar.” (8)

Devamında da “…kabil-i iltiyam olmamak suretinde…” diyor.
Kabil-i iltiyam; “İyileşebilir. Birleşme ve barışmaya meyilli.” (9) demek. Cümlede bunun olumsuzu söyleniyor, “kabil-i iltiyam olmamak suretinde” deniliyor. Yani asla iyileşemez, birleşme ve barışmaya meyli olmamak şeklinde. Ne olacak peki?

“…bir inşikak çıkacak.” Yani “İkiye ayrılma, çatlama, yarılma ve bölünme” (10) olacak.
Yani Türk ırkında, Türk milleti de sonsuza kadar hiçbir zaman birleşemeyecek, kaynaşamayacak, barışmaya meyli bile olmayacak bir şekilde ikiye ayrılma ve bölünme olacak.

Bu cümleyi birçok farklı şekilde izah edebiliriz. Bunlardan dokuz tanesi ise şunlardır;

Birinci ve kuvvetli olanı; Dikkat edilirse bu, şartlara bağlanmış bir durumdur. Böyle bir şartın meydana gelmesinin sonucunda, ortaya çıkacak belirli bir duruma bağlanmış bir sözdür. Yani ırkçılık illeti devam ederse böyle olur, demektedir. Meselâ, 11. Şua olan Meyve Risalesi’nde şöyle denilmektedir; “Eğer beraber olsa miladî bin dokuz yüz yetmiş bir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa elbette tokatları dehşetli olacak.” (11) Bu cümlede de şarta bağlanmıştır. “şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa” diye kayıt düşülmüştür. Yani “şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa”, bunun sonucunda “tokatları dehşetli olacak”tır.
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe bakışını şu şekilde dile getirmiştir; “eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i kàtil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o Frenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O Frenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.” (12)
Konuyla ilgili benzer ifadeler de 21. Mektûb’da şöyle geçmektedir; “Fakat tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhret-perverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.” (13)

İkinci olanı; Gelecek noktasında keşfen haber veriyor olabilir. Bunun hakikî mahiyetini biz bilemeyiz. Aynen 1971 muhtırasının ve birçok bizce gaybî olan haberlerin gelecekte vaki olduktan sonra insanların anlayabileceği gibi bir durum da söz konusu olabilir. En doğrusunu ancak Allah bilir.

Üçüncü anlamı da şu olabilir; “Türk Milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan, onların ırkçılıkları İslâmiyet’le mezcolmuş, kâbil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hatta Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar.” (14)
İslâmiyet ile Türklük iç içe geçmiştir. İslâm’dan ayrılan Türklükten de ayrılıyor. “Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.” (15) hakikatince Türklüğün birlik, beraberlik ve parçalanmaması; İslâmiyet’e sımsıkı sarılmalarına bağlıdır.
Bediüzzaman Hazretleri, bu ifadeleriyle Türk milletinde ebedî birleşmemek üzere bir ayrılık olacağını haber veriyor. Böyle bir ayrılık olursa, bir daha kaynaşma ve birleşme olamayacağını da anlamak mümkündür.

Dördüncü anlamı da şu olabilir; Burada Türk milleti içinde çıkacak bir inşikak yani ayrılma ve bölünmeden bahsedilmiştir. Bunu Türk milleti içinde dindar, muhafazakar kesim ile din aleyhtarı olan muarız kesim olarak da anlayabiliriz. Bu şekilde anlamak isabetlidir. Nitekim bunu zaman da tefsir etmiştir. Yani Türk milleti içerisinde, dinsizlik ve dindarlık olmak üzere iki ayrı akım, cereyan çıkacağı haber veriliyor. Bu ortaya çıkan dalların bir daha birleşmeyeceği de anlaşılıyor. Demek kıyamete kadar bu şekliyle devam edecektir. Fakat bazı zamanlar dindarlık tarafı kuvvet bulup, dinsizlik tarafı da zayıflasa; bazen de tersi bir durum olsa da yine bu iki kesim devam edecektir.

Beşinci olarak; Tedavisi mümkün olmayacak bir bölünme olacağı anlaşılıyor. Bu bölünmeye bir çok örnek verilebilir. Meselâ; 1970’li yıllarda sağcı, solcu çatışmaları veya 1980’li yıllardaki farklı siyasî görüşlü kesimler arası vuku bulan haller örnek verilebilir. Birbirine zıt ırkçı temelli akımlara kapılan gençlerin kavgaları da bu minvalde düşünülebilir.

Altıncı olarak; Bu konuya daha kesin ve mukni bir cevap istersek, Macarlar ve Bulgarlar verilebilir. Bu iki millet, Türk asıllı oldukları halde, İslâm’a gitmediklerinden dolayı Türklükten de çıkmışlardır. Bu iki milletin tekrar eski durumlarına kavuşmaları imkansız görünüyor.

Yedinci olarak; Yine Osmanlı ile birlikte yaşayan kavimler, birer birer Osmanlı’dan koptular ve bir daha eski konumlarına da geri dönemediler. İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu durumun bir daha tekrar etmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Zira bu ayrılıkların ve bölünmelerin sebebi; aramıza atılan tefrika-ayrılık tohumlarıdır. Ve bunlar bir oyuna gelinerek ortaya çıkmıştır.

Sekizinci olarak; Net olarak anlaşılan şu ki; Türkler içinde iyileşmesi mümkün olmayan bir inşikak, bölünme olacak. Ve bugün böyle bir bölünme olması için yapılan planlar bilinmektedir. Bu bahsi geçen bölünme; toprak veya vatan bölünmesi değildir. Türk unsuru görüşlerine olan bir bölünmedir.
Meselâ; Ülkemizde vuku bulan terör olayları 30 yılı aşkındır vardır. Bu olaylarda on binlerce sivil insanın zarar görmesi, askerlerimizin şehîd olması ve bir kısmının da gazi olması, birçok insanımızın da memleketlerinden ayrılmasına neden oldu.
Bu terör olaylarının dehşetli sonuçlarıyla birlikte “Türk unsuru”nun parçalanacağını keşfeden Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Kitleler mabeynindeki râbıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe’ni, müthiş tesâdümdür.” (16) demiştir.
Ayrıca Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Evet tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.” (17) demektedir. İman birliği olması, kalplerin de bir olmasına vesile olur.
“Türk unsuru” arasındaki tedbire yönelik fikri bölünme ve ülkenin inşikakı yani ayrılması fikrine karşı ancak Asrın Müceddidi Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ürettiği Kur’ânî ve Nebevî reçete olan Risale-i Nur eserlerinin eczaları ile tedavi edilebilir. “Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!” (18)

Dokuzuncu olarak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Türk unsuru” içinde ortaya çıkacak bir “inşikak”tan bahseder. Konu ile bağlantılı bir hadîs-i şerîflerinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in bahsettiği “yetmiş üç fırka”dan bahseden hadîs-i şerîf akla geliyor. (19)
“İkiye bölünme” ile ilgili şu şekil bir söz vardır; “Ümmet ikiye bölünecektir. Bir kısmı nifaksız (yani iki yüzlülük yapmadan) iman edenlerdir. Bir kısmı da imansız nifak (iki yüzlü münafıklık) yapanlardır.”

Yani “Türk unsuru” içerisinde çıkacak olan “inşikak” bunlar olabilir. Hattâ hepsi de olabilir. Çünkü Kur’ân Tefsîri’nden binler mânâ çıkarılabilir. Ve el-hak hepsinin de hakikat payı vardır.

Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 498
2- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Türk Maddesi, s. 1048
3- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Ebedî Maddesi, s. 222
4- Mehmed Feyzi Pamukçu, Asa-yı Musa Mecmuasındaki Arabî Kelimelerin Kısaca Tercümelerine Dair Bir Lügatçe, Ebedî Maddesi
5- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Ebed Maddesi, s. 221-222
6- Muhlis Körpe, Risale-i Nur Istılahları, s. 43
7- Enfus Lügatı, Ebed Maddesi, s. 54
8- Enfus Lügatı, Ebed Maddesi, s. 54
9- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Kabil-i İltiyam Maddesi, s. 536
10- Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, İnşikak Maddesi, s. 497
11- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 270
12- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 71
13- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 300
14- Risale-i Nur Hakkında Verilen Bir Konferans, s. 169
15- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364
16- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 124
17- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 295
18- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 148
19- Tirmizî, İman, 18; İbn-i Mace, Fiten, 17

BEDİÜZZAMAN’IN ÂLEMİNDE AYASOFYA CAMİİ

Ayasofya Camii ve onun açılması için sarf edilen çabalar, gayretler, çalışmalar içinde maalesef bir Dâvâ haline gelen Ayasofya meselesinde ismi az zikredilen, lakin bu dâvânın mümessili olan bir kişi vardır ki, o da Üstâd Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’dir.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatının her safhasında bu dâvâyı güttüğü görülmektedir. Bunu bizzat eserlerinde görmek mümkündür.
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin âleminde Ayasofya’nın yerinin ne olduğu konusu üzerine ne kadar yazılırsa yazılsın azdır, yetersizdir. Bu dâvâ uğruna çaba sarf eden bir mücâhid-i âlî cenabı anlatmak ve bunu anlatmaya çalışmayı bir vazife addederek bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.
Öncelikle neden Bediüzzaman Hazretleri’nin neden isminin bu meselede fazla bilinmediği ile başlayalım. Kısaca görülen şudur ki; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri Ayasofya’nın edebiyatını yapmadı, dâvâsını bizzat yaşadı. Hayatı ile fiilî hüsn-ü misal oldu. Lâkin halk, Ayasofya’nın edebiyatını yapanları daha çok tanırken bu dâvâyı ilk başlardan itibaren sahiplenen ve bu konuda çalışan Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ni göremedi.
Bir diğer sebep ise; Bu konuda Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin görüşleri insanlara ulaştırılamadı.
Ve birçok sebep sayılabilir ama biz onları saymaktan ziyade mevzuya girerek Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Ayasofya misyonunu bir derecede olsa i̇zaha çalışmak istiyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri’nin Gözünde Ayasofya Nedir?
«Bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’an ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılınçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı olan Ayasofya Camii…» (1) der, Şualar eserinde. Ayasofya, sadece bir camiden ibaret değildir; taştan ibaret bir bina değil, bir özdür aslında.
Sünuhat eserinde ise Ayasofya için şöyle der; “Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir bina…” (2) Çok orijinal ve yerinde bir tabir. Evet, aynen öyledir. Ayasofya Camii, ‘milyarlara değer mukaddes bir binadır.
Asar-ı Bedîiyye eserinde ise Ayasofya bahsi ile ilgili şunlar geçmektedir; “Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hıyânet etse, Ayasofya’ya iltica etse; milyarlara değer o mukaddes binayı harab eder.” (3)
Burada da ‘milyarlara değer o mukaddes bina’ diye vasıflandırılmıştır, Ayasofya Camii.
Ayasofya konusu ile ilgili Selahattin Çelebi Ağabey’in anlattığı bir hatıra ise şöyledir;
«“Üstad’ı ziyaretimin birinde Ayasofya hakkında düşüncelerini sormuştum. ‘Keçeli, keçeli’ diye güldü. Sonra birden ciddileşerek ‘Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.’ dedi.» (4)
Burada Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin kullandığı şu kelimeler çok mühimdir;
“Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.”
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin i̇stikbale dair verdiği bir çok haber Allah’ın izn û inayetiyle vukua gelmiştir. Ve “Elbette tekrar camiye çevrilecektir” şeklinde Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin verdiği müjde de Elhamdülillah vukua gelmiştir.
Aynı zamanda «Sonra gider Ayasofya gibi gayet muazzam bir camiye, Cuma gününde dâhil olur.» (5) şeklindeki ifadelerine mutabık olarak da 10 Temmuz 2020 Cuma günü Ayasofya Camii’nin açılması kararı alınıp, 24 Temmuz 2020 Cuma günü ilk Cuma Namazı kılınarak “Sonra gider Ayasofya gibi gayet muazzam bir camiye, Cuma gününde dâhil olur” ifadeleri zahir oluyor.
Şimdi de bazı başlıklar altında Bediüzzaman Hazretleri’nin Ayasofya misyonunu analiz etmeye çalışalım.

Birinci olarak, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri imanî bahislerde muska verirken bile ‘Ayasofya’dan misal vermektedir. Şu yerler bu konumuza örnektir;
«Nasıl ki mesela, Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve sanatına tabi olmazlarsa her bir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik sanatında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkûm hem hâkim olmak, yani “Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için baş başa vereceğiz.” diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır.
Öyle de binler defa Ayasofya kubbesinden daha sanatlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, kâinat ustasının emrine tabi olmazlarsa her birine Sâni’-i kâinat’ın evsafı kadar evsaf-ı kemal verilmesi lâzım gelir.
Feyâ Sübhanallah! Zındık maddiyyun gâvurlar bir Vâcibü’l-vücud’u kabul etmediklerinden, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmeye mezheplerine göre muztar kalıyorlar. İşte şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır.» (6)
Misalde herhangi bir cami değilde özellikle ‘Ayasofya’ Camii vurgusu yapılmıştır. ‘Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve sanatına tabi olmazlarsa her bir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik sanatında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkûm hem hâkim olmak’ şeklindeki ifadeler de aynı zamanda bir hakikate işaret eder. O da şudur ki;
II. Selim döneminde (1566-1574) yorgunluk ya da dayanıksızlık belirtileri gösterdiğinde, bina, dünyanın ilk deprem mühendislerinden biri sayılan Osmanlı baş mimarı Mimar Sinan tarafından eklenen dış istinat yapılarıyla (payanda) takviye edilerek, son derece sağlamlaştırılmıştır. Günümüzde binanın dört tarafındaki toplam 24 payandanın bir kısmı Osmanlı dönemine, bir kısmı Doğu Roma İmparatorluğu dönemine aittir. Bu istinat yapılarıyla birlikte, Sinan ayrıca, kubbeyi taşıyan payeler ile yan duvarlar arasındaki boşlukları kemerler ile besleyerek kubbeyi iyice sağlamlaştırmış ve binaya iki geniş minare (batı kısmına), hünkar mahfili ve II. Selim’in türbesini (güneydoğu kısmına) eklemiştir (1577). III. Murat’ın ve III. Mehmed’in türbeleri ise 1600’lerde eklenmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Mimar Sinan’a atıf yapması bu hakikate delalet etmektedir.
Bir başka misal ise şudur;
«Mesela, Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması, bir ustaya verilse o vaziyeti onlara kolayca verebilir.
Eğer o vaziyete girmesi, taşlara havale edilse her bir taş umum taşlara hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmak lâzım gelir. Tâ ki birbirine baş başa verip muallakta durabilsinler. O halde o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak.» (7)
Burada yine bir imanî hakikat anlatılırken, ‘Ayasofya’ misali ile mesele anlatılmıştır. ‘Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması, bir ustaya verilse o vaziyeti onlara kolayca verebilir.’ der Üstâd Bediüzzaman. ‘kubbe’nin ‘muallakta durdurması’ meselesi yine Ayasofya’nın tadilat geçirdiği döneme atıftır.
Mimar Sinan’ın Ayasofya’ya istinad duvarları eklemesinden itibaren Ayasofya’nın merkezi ve kubbesi hiç çökmemiştir.
Bir başka Ayasofya temelli misal ise şudur;
«Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse her bir zerreye bir uluhiyet lâzımdır. Mesela, Ayasofya’nın bânisi inkâr edildiği takdirde, her bir taşı bir Mimar Sinan olması lâzım geliyor.» (8)
Ayasofya’nın ilk yapılan halinden çok az parçalar kalmıştır. Ayasofya’nın ilk halinden sonra Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul’un tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine Ayasofya’nın şu anki halinin ilk şekli inşa ettirilmiştir. Bazilika planlı bir patrik katedrali olup 1453 yılında İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed Han tarafından camiye dönüştürülmüştür. Fatih Sultan Mehmed Han Ayasofya Vakfiyesinde, Ayasofya’nın kıyamete kadar cami olarak kalmasını istemiş ve Molla Güranî’nin hattıyla Arapça olarak ‘Ayasofya Vakfiyesi’ hazırlanmıştır. 6.5 metre uzunluğunda ve ceylan derisi üzerine yazılması gibi çok hususiyetleri vardır.
24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararıyla müzeye çevrilmiştir. Ve 10 Temmuz 2020 tarihindeki kararname ile Ayasofya asliyetine yani camiye çevrilmiştir. 24 Temmuz 2020 Cuma günü de, ilk Cuma Namazı kılınacak ibadetler yapılmaya başlandı.
1935 yılından 2020 yılına kadar müze olarak kalmış olan 2020 yılında cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle tekrar cami statüsünü Elhamdülillah kazanmıştır. Ayasofya Camii’ne mimari bakımdan bakacak olursak, merkezî planı birleştiren kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır.
Mesnevî-i Nurîye’de geçen mezkûr ifadelerin Abdülkadir Badıllı Tercümesinde ise şu şekilde ifadesi görülmektedir;
“Görmez misin ki; Ayasofya kubbesindeki taşların bâni ve ustası nefy edildiği zaman, o kubbenin her bir taşı Mimar Sinan gibi birer mahir usta kesilmesi lazımdır.” (9)
Burada aynı zamanda ‘Mimar Sinan’ın ‘mahir usta’lığına da işaret edilmiş olup, eğer ki o camiyi yapan bir usta olmaz ise; o kubbenin her bir taşının Mimar Sinan kadar mahir bir usta olması gerektiğine vurgu yapılmıştır. Tevhidî bir derste bile vereceği misalde ‘Ayasofya’ vurgusu yapmaktadır, Üstâd Bediüzzaman.
Bir başka misal verme konusunda yine ‘Ayasofya’ üzerinden misalini şu şekilde verir Üstâd Bediüzzaman;
“Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır.” (10)
Lemaat eserinde vereceği misal de ‘timsali Ayasofya kadardır’ der;
“Bir saattan ki timsali Ayasofya kadardır. Bir sineğin hilkati hayretfezadır filden, o mahluk-u bîfasal.” (11)
İçinde çok güzel müjdeleri de barındıran şu yerler ise bir misal olmaktan da ötedir;
«Mesela Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden, mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup caminin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebilerin eğlence-perest seyircileri bulunsa bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’an’dan bir aşır okusa o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.» (12)
Yukarıda geçen ‘Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden, mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zaman’ denilmektedir. 24 Temmuz 2020 Cuma günü ilk Cuma Namazı ile birlikte Ayasofya yeniden mânevîyatına ve asliyetine döndü. Ve orada saf tutanlar için dikkat edelim ki şöyle diyor; ‘ehl-i fazl ve kemalden, mübarek ve muhterem zatlarla dolu’.
Ve aynı paragrafta geçen şu ifadeler ise ibretamizdir; ‘bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’ân’dan bir aşır okusa o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar.’ Ayasofya’nın açıldığı 24 Temmuz günü bir adamın cami içine girip ve cemaate dahil olup, güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’ân’dan bir aşır okuyacağına işaret var. Ve o aşır okuduktan sonra, ehl-i hakikatin nazarları aşır okuyan kişiye döner. Bu hal üzere hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar.
Paragrafın sonunda geçen şu ifadeler ise gayet açık ve nettir; “Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.” Bir kişinin camiye girip, cemaate dahil olup sonra da Kur’ân’dan bir aşır okuması bazı kimselerin hoşuna gitmeyecek. O bazı kimseler ise [istihracen şunlardır];
1 – ‘haylaz çocuk’ fıtratlı kimseler [veya o kişiler misalde ‘haylaz çocuk’lara benzetilmiş]
2 – ‘serseri mülhidler’ yani başıboş dinsizler
3 – ‘tek tük ecnebiler’ yani Müslüman olmayan kesimin içinden de bir kısmıdır.
Cümlenin sonunda geçen ‘hoşuna gitmeyecek’ tabiri “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasalar da Allah, nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz.” (13) meâlindeki âyeti akla getiriyor.
Ayasofya’nın ibadete açılıp, cami olması aynı zamanda ‘Küfre karşı İslâm’ın galebesi’ne de işaret eder.
Mesela Rüştü Tafralı Ağabey’in naklettiği şu hatıra konumuza ışık tutmaktadır;
“Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Zübeyir Gündüzalp Ağabey ve diğer Ağabeylere bir gün şöyle demişti;
‘Ayasofya mutlaka açılacak inşaallah. Onun açıldığı gün Masonların Türkiye’de mağlub olduklarını anlayacaksınız.’ ” (14)
Yine bir başka misal de, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri başka cami ismi vermek yerine özellikle ‘Ayasofya’yı misal vermiştir. Şöyle ki;
«Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşların muallakta durmaları ve o vaziyeti teşkil etmeleri taşlardan istenilse, nihayet derecede suubetli olduğunu ve bir ustadan o vaziyet istenilse, nihayet derecede kolay olduğunu…» (15)
Bir tevhid dersini verirken vereceği misalde bile ‘Ayasofya’ vurgusu yapmaktan geri kalmaz Üstâd Bediüzzaman.

İkinci olarak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Ayasofya Camii’nde olan hatıralarıdır ki, eserlerinde konuyla ilgili yerler geçmektedir. Ayasofya Camii’nde konuşma yapması, cami çıkışında münazaralar olması ve benzeri birçok anektod mevcuttur. Bunlardan bazıları şunlardır;
Bunların başında ‘Ayasofya Camii’nden çıkılıp çayhaneye oturulduğunda’ Üstâd Bediüzzaman Hazretleri i̇le ‘Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi’ arasındaki konuşma gelir;
«Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi, İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek, İstanbul’da bulunan Bedîüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İslâm uleması, Şeyh Bahît’ten bu genç hocanın (Bedîüzzaman’ın) ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahît de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti, Ayasofya Camii’nden çıkılıp çayhaneye oturulduğunda, bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahît Efendi, Bedîüzzaman Said Nursî’ye hitaben:
مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ الْاَوْرُوبَا وَ الْعُثْمَانِيَّةِ
Yani “Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?” Şeyh Bahît Efendi hazretlerinin bu sualden maksadı, Bedîüzzaman Said Nursî’nin şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekâsını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.
Buna karşı, Bedîüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:
اِنَّ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِالْاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا
Yani Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hamiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.
Bu cevaba karşı, Şeyh Bahît Hazretleri: “Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatte idim. Fakat bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmek ancak Bedîüzzaman’a hastır.” demiştir. Nitekim Bedîüzzaman’ın dediği gibi ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmekle ve şimdi Avrupa’da, Kur’an’a ve İslâmiyet’e karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyet’i kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.» (16)
Ve hayatını 2 kısma yani Eski Said ve Yeni Said diye ayıran Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, Eski Said Döneminde “Ayasofya Camii’nde elli bin adama takdir ile nutkunu dinlettiren bir adam”dır. (17)
Ayasofya Camii, Bedîüzzaman’ın hayatında hep var olmuştur. Ve birçok hatırası vardır o mücâhid-i İslâm’da.
Mesela yine Eski Said döneminde Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, Ayasofya’da birçok defa ulemâ ve talebeyi nutuklar vermiştir. Tarihçe-i Hayat eserinde konu ile ilgili şunlar geçmektedir;
«Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın, şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki:
سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ
Hadîsinin sırrıyla, şeriat âleme gelmiş tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin.
Herhangi bir nutuk îrad ettim ise her bir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa bürhan ile ispata hazırım. Ve dedim ki: “Asıl şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-i meşrutiyet-i meşruadır.”» (18)
‘Bayezid’de Talebe içtimaı’ diye isimlendirebileceğimiz bir vak’a mevzu bahistir;
«Ferah tiyatrosundaki heyecan, büyük bir patlağın eşiğine gelinmişken, onun müdahalesiyle önlendiği gibi, Bayezid talebe içtima’ında da aynı tarzda hizmeti olmuştur.
Bayezid talebe içtimaı hadisesi şöyle cereyan etmiştir:
Daha önceleri Osmanlı padişahları, ilmiye sınıfını, ya’ni Medrese talebelerini ve ulemayı askere almıyorlarken, ikinci Meşrutiyet’in i’lânından sonra, Harbiye Nezareti; (Milli Savunma Bakanlığı) “Medrese talebelerine tanınan bu imkânın, sû-i istimal edildiği gerekçesiyle; bundan sonra, talebeyi imtihana tabi tutacak, ancak imtihanı kazananlar askere alınmayacak” şeklindeki kararına karşı, medrese talebeleri bir protesto mitingi tertiblediler. Harbiye Nezareti’nin, dolayısıyla İttihad ve Terakki güdümündeki hükûmetin bu kararının şeriata aykırı ve dine karşı bir ta’riz, bir muhalefet olduğunu, mitingde konuşmacılar tarafından nutuklarla ilân edileceği sırada, Bediüzzaman Hazretleri, bu ateşe de yetişiyor ve söz alarak şeriat ile Meşrutiyet’in birbirine zıd şeyler olmadığını, dolayısıyla Harbiye Nezareti’nin bu kararının gayr-ı meşru’ ve dine muhalif bir şey olmadığını söylüyor ve talebeyi teskin edip dağıtmaya muvaffak oluyordu.
Talebenin bu toplantısının 27 şubat 1909 cumartesi günü vaki’ olduğu söylenmektedir.» (19)
Bir de ‘Ayasofya Mevlidi’ ve ‘Ferah Tiyatrosundaki heyecan’lı olay vardır ki, bizzat yerinden okuyalım;
«Kaç defa büyük içtimalarda, heyecanları hissettim. Korktum ki avam-ı nâs, siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lafızlarla heyecanı teskin ettim. Ezcümle: Bayezid’de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı.» (20)
Bu konuyu izah sadedinde Mufassal Tarihçe-i Hayat eserinde şu bilgiler vardır;
«Bediüzzaman’ın bu ifadesinden anlaşılıyor ki; Beyazıt talebe içtimaında, Ayasofya mevlidinde ve Ferah tiyatrosundaki meşhur konferanstan başka, daha pek çok, büyük-küçük heyecanlı ve tahrikçi toplantılara koşmuş, yetişmiş ve teskin etmiştir. Zât-ı şerifleri o zaman herkes tarafından hürmetle karşılandığı için, nasihatleri te’sir ediyor ve o kalabalık heyecanlı toplantıları dağıtmaya muvaffak oluyordu.» (21)
Konu ile ilgili bir hatıra şu şekildedir;
«(O zamanları idrak etmiş gazeteci, yazar muhterem Râif Ogan’ın bu mevzudaki hatırası şöyledir)
“Bediüzzaman merhumu İkinci Meşrutiyet’te verdiği konferanslarında tanıdım. Mesela bunlardan “Mizancı” Murat Bey şehzadebaşı’nda “Romalıların yükselme ve alçalma devirleri” hakkında konferans veriyordu. Burada İttihâdçılar hadise çıkardı. Murat Bey’i vuracaklardı. Tiyatroyu emniyet mensubları sardı. O hadisede Said-i Nursi çıkıp halkı teskin etti. Yaptığı bir konuşma ile, hadiseyi yatıştırdı. Kim bilir ilerideki hadiseler belki de o gün çıkacaktı. Yaptığı vecîz ve te’sirli nasihatlerle halkı sükûnete çağırdı. Yoksa İttihâdçılar çok ileri gidecekti.
Hazret çok şeci’ bir insandı. Binaenaleyh kendisine i’tiraz olunmayacak bir surette, herkesin hoşuna gidecek bir şekilde konuşmayı bilirdi. İ’tiraza mahal bırakmazdı.» (22)
Bir diğer hatıra ise şudur;
«Yine o günlere yetişmiş Merhum Süleyman Çapanoğlu ise, aynı bu hadiseyi şöyle anlatır:
“Mizan gazetesinin sâhibi ve baş yazarı tarihçi Murat Bey, şehzadebaşı’nda, Ferah tiyatrosunda, İttihad ve Terakkî idaresiyle Roma devletinin mukayesesi için verdiği “Romalıların yükselme ve alçalma sebepleri” adlı konferansında, İttihad ve Terakki’ye karşı giriştiği tenkidler sebebiyle, salonu dolduran İttihadçıların gürültü çıkararak, hakaret ve sövme ile konferansını yarıda bıraktırmaları ve kendisinin tekrar kürsüye çıktığı takdirde tabanca çekilerek mani’ olunacağını bildirmesinden sonra, dinleyicilerin iki grup halinde birbirine girdiği, itişme ve kakışmaların başladığı sırada; birden bire bir yay gibi fırladığı koltuğun üzerinde gür bir ses ile: “Ya Eyyühel Müslimîn!” diye söze başlayarak, salona bir anda hâkim olduktan sonra; konuşma hürriyetine saygı göstermek lâzım geldiğini bir hatibin sözünün kesilmesinin ayıp olduğunu ve terbiye sınırlarının dışına çıkmanın, Meşrutiyet ve Hürriyeti i’lan etmiş bir millet için utanılacak bir hareket olduğunu,
İslâm dininin fikre saygı göstermeyi emrettiğini; sözlerini ayetlere, hadislere isnad ettirerek; İslâm tarihinden örnekler vererek; Hazret-i Muhammed (A.S.M.)’in müşaverelerini ve irşadkâr sözlerini ve hitabelerini şahid tutarak, terbiye ve nezaket dairesinde dağılmalarını tavsiye etti.
O bütün külhanbeyleri, şirretler veya yaygaracılar süt dökmüş kedi gibi dağılması, hâlâ hafızalarda yaşar.” (23)
Ayasofya Mevlidi’nde bizzat bulunan Hafız Ali Rıza Sağman’ın da konu ile ilgili hatırası şöyledir;
«Ayasofya Mevlidi’ni bizzât idrak etmiş meşhur Mevlidhan Hafız Ali Rıza Sağman da şöyle bir hâtırasını kaydetmektedir:
“1909’da Ayasofya Cami-i şerifinde okunan bir mevlidde Musullu meşhur Hafız Osman’ın okuduğu Mevlid ile Bediüzzaman’ın kürsüde, ayakta irad ettiği mev’ize şaheser idi.”
Volkan gazetesi 5 Nisan 1909, sayı: 95, Pazartesi tarih ve numaralı nüshasında, Üstâd’ın öğleden evvele hususi recalarla kürsîye çıktığını ve bir nutk-u beliğ îrad buyurduklarını kaydeder. Aynı gazete o hengamede nutkunu zapt edemediklerini ama bilahare’ kendisinden nutkun bir suretini alıp ileride neşredeceklerini yazmış, lâkin Volkan’ın sonraki sayılarında bu nutuk neşredilmemiştir.
Volkan’ın aynı sayısında mevlid-i şerifi okuyan Musullu meşhur Hafız Osman el-Mevlevî olduğunuda kaydeder.» (24)
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri Ayasofya’dan, mebuslara yani milletvekillerine dahi hitap ermiştir. Bu konu ne kadar biliyor ve gündem oldu? Maalesef çoğu kişinin bundan haberi bile yoktur. Bahsettiğimiz konunun geçtiği satırlara bir de yerinden bakalım;
«Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı –hâşâ ve kellâ– istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camii’nde mebusana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki:
Meşrutiyeti, meşruiyet unvanı ile telakki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdab-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola. Zira hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dava ettim.» (25)
«Bediüzzaman’ın Ayasofya’daki hitabesi elbetteki bu bir iki cümleden ibaret değildir. Fakat hitabesinin özeti ve mevzuunun hülâsası budur.
Ayasofya’da yapılan bu büyük içtima’, elli bin kişiden fazla imiş. Bediüzzaman Hazretleri bu elli bin kişilik cemaata, hem de çeşitli ve muhtelif fikir sahiblerinden ve mütecessis niyetler taşıyan bir sürü insandan müteşekkil bir kalabalığa hitab etti. Herkes pür-dikkat ve huzur ile Üstâdı dinliyordu. Çok açık ve sarih olarak, pervasız ve endişesiz bir şekilde nutkunu okuyordu.
Bazı rivayetlere göre, Bediüzzaman’ın arkadaşlarından bir zât, cami’ giriş kapısına yakın bir yerde oturmuşken, onun pervasız ve celâdetli nutkunun bazı cümlelerinden dehşet almış.. tam o sırada, Bediüzzaman nutkunun burasında “Kabr-i kalbten hakaik çıplak çıkıyor, nâmahrem olanlar nazar etmesin” şeklinde serd-i kelâm etmiştir. Bu ifade, dinleyiciler arasında hafiyecilik yapanlara bir cevab olduğu gibi, sözlerinin şiddet ve celâdetinden dehşet alanlara da, bir çeşit cevab teşkil ediyordu. O cümlenin mânâsı: Kalbin derinliklerinden gerçekler kefensiz bir şekilde, olduğu gibi çıkmaktadırlar. Edebiyat veya kelâm rüşveti gibi perdelere sarılmadan mücerred hakikatlar çıplak olarak zuhur ediyor. Bu hakikatleri hazmedemiyenler veya korku ve telâş içinde dinliyenler dinlemesinler.» (26)
Tarihçe-i Hayat eserinde bir yazıda, Eski Said döneminde Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin hayat sahaları bir mektupta gayet mükemmel anlatılırken şu ifadeler geçmektedir;
«İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi namındaki matbu eski müdafaatımı görenlerin tasdikiyle; 31 Mart Hâdisesi’nde, bir nutuk ile isyan etmiş sekiz taburu itaate getiren ve bir zaman gazetelerin yazdıkları gibi İstiklal Harbi’nde Hutuvat-ı Sitte namında bir makale ile İstanbul’daki efkâr-ı ulemayı, İngiliz aleyhine çevirip harekât-ı milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya’da binler adama nutkunu dinlettiren ve Ankara’daki Meclis-i Mebusanın şiddetli alkışlamasıyla karşılanan ve yüz elli bin banknot –yüz altmış üç mebusun imzasıyla– medrese ve dârülfünuna tahsisatı kabul ettiren…» (27)
Yukarıda geçen “elli bin” ifadelerini tasdiken burada da “Ayasofya’da binler adama nutkunu dinlettiren” ifadeleri geçmektedir. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri Ayasofya’da vaaz û nasihat, nutuk ve insanları bilinçlendirmek için çaba sarf etmiştir.
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin gençlik yıllarında Ayasofya’da kaldığı olmuştur. Ve oraya gelip Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ne sorular sormuşlardır. Abdurrahman Güzelyazıcı Hoca’nın konuyla ilgili bir hatırası ve orada sorulan soruya verilen cevap şu şekildedir;
«İstanbul Müftülüğü yapmış, çok değerli âlim, fazıl Abdurrahman Güzelyazıcı Hoca Efendi, Bediüzzaman Hazretleri’nin 1918-1922 hayat dönemine ait bazı hatıralarını şöyle yâd etmektedir:
“Bediüzzaman Said-i Nursi’yi 50-55 sene evvelinden tanırım.” O zaman İstanbul’da Ayasofya’da kalırdı. Biz o zaman medresede talebe idik, kendilerini yakından tanırdım. Bana daima: “Şeyh Abdurrahman, Şeyh Abdurrahman!” diye iltifat ederdi.
Bir gün Ayasofya’da, hocalar ve talebeler kalabalık bir grup kendisine bir sual sordular: “Hanefîler imama uyuyor ve imam arkasında Fatiha okumuyorlar. Fakat Şafiîler imama uydukları halde Fatiha okuyorlar. Bunun hangisi doğru ve haktır? Hakikatte nefsü’l-emirde bu mes’elenin mahiyeti nedir?”
Sual nâzikti, kendisi Şafiî mezhebindendi, suali soranlar ise, Hanefî idiler. Şafiîlerin lehinde bir şey söylese, suali soranlara karşı iyi bir şey olmayacaktı. Hanefîlerin lehinde konuşsa yine olmayacaktı. Çünkü kendisi Şafiî idi… Çok yüksek ve parlak zekâya sahipti. Bu suale de zekâsının yardımı ile hemen bir cevab verdi. Daha bir çok müşkil mes’elelerden de zekâsının buluşlarıyla sıyırılıp çıkardı. Bakın bu suale nasıl cevab verdi:
“Şafiîler ekseriyetle köylü, bedevî ve köyde yaşayan insanlardır. Hanefîler ise; şehirli, medeni ve şehirde yaşayan insanlardır. Köyde herhangi bir mes’elenin müzakeresinde konuşma ve görüşme sırasında hem muhtar, hem imam, hem köyün ihtiyar hey’eti, hem köylülerin hepsi konuşurlar. Köy kahvesi şeklinde münazara ve münakaşa ile mes’elelerini hallederler. Şehirde ise, herhangi bir mes’elenin müzakere ve görüşülmesinde; şehirli ve medenî insanlar içlerinden bir temsilci seçerler, bu temsilci umum namına konuşur. Böylece mes’elelerini bir neticeye bağlarlar.
İşte imam arkasında Şâfiîlerin Fatiha okumasıyla, Hanefîlerin okumaması böyledir. Şafiîlerde herkes meramını anlatır. Hanefîlerde ise, bir imam ve bir temsilci onlar namına konuşur.”» (28)
Ayasofya’da Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin nutuk verdiğinin bir diğer şahidi ise, Diyanet İşleri Eski Başkanı Ahmed Hamdi Akseki’dir.
Ahmed Hamdi Efendi de şöyle anlatıyor; «Ayasofya Camiinde, binlerce kişiye, aziz kahraman Molla Said’in nutkunu anlatırken, hayretler içinde kaldık…» (29)

Üçüncü olarak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Ayasofya’nın ‘vaziyet-i kudsiyesine’ çevirilip cami olmasını talep etmesidir. Meselâ;
«Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi öyle de Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilan etmelidirler. Tâ bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zalimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.» (30)
Bir diğer lâhika mektubunda ise şunları okumaktayız;
«Hem Demokrat’a ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etmek için Ayasofya’yı muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır.» (31)
Dikkat edilirse 3 madde sayıyor burada Üstâd Bediüzzaman.
1 – Ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek
2 – Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak
3 – Âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etmek için Ayasofya’yı muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmak
Ezan-ı Muhammedi’yi aslına çevirmek Üstâd Bediüzzaman Hazretleri döneminde gerçekleştirildi. Ama diğer 2 madde sonraki döneme kalmış vazifelerdendir.
‘Ayasofya’yı muzahrefattan temizle’mek mânâsını “Ayasofya’yı puthane ve Meşihatı kızların lisesi yap”ma (32) mevzusu açmaktadır.
3. Maddede geçen ‘Ayasofya’ için ‘muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmak’ ifadesi mühimdir. Ama daha dikkat çekici olan ise, Ayasofya’nın camii olarak ibadete açılması meselesinin ‘bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etme’sidir. Bunun nasıl tahakkuk edeceğini zaman gösterecektir. Nitekim “her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir.” (33)
Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarıp müzeye dönüştürüldüğü dönem ile ilgili şu değerlendirmeler ise yürek burkmaktadır;
«Ayet yazılı âbidelerini, kitabelerini parçalatan; Ayasofyada Allah, Muhammed ve Hulefa-ı raşidîn’in isimleri yazılı levhaları asırlardan beri durduğu yerden indiren ve cami, dışına çıkarıp görünmez bir yerde parçalatmak isteyen, fakat kapıdan çıkmadığı için Cami’nin bir köşesine atan .. Ve Bulgaristan’da dünyanın her tarafından gelen muhtelif Hristiyan murahhaslardan mürekkep toplantıya, buradan hususî murahhas gönderen; ve orada alınan kararlar mucibince Ayasofya’yı Cami’likten çıkarıp müze haline getiren, Amerikadan mimarlar celb edip; Allah, Peygamber ve Hulefa-i Raşidîn levhalarının arkasındaki Bizans putlarını bin itina ile meydana çıkaran kimdi?» (34)
Bu ifadeler ışığında ‘muzahrefat’ tabiri ile ‘puthane’ tabiri daha iyi anlaşılmaktadır.
Dr. Tahsin Tola’nın Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Ayasofya’nın camiye çevrilmesi’ ile ilgili bir hatırası şöyledir;
«Üstâd çok telaşlı idi. Gelen bir musibeti, bir felâketi önlemek istiyordu. Daha sonra şu haberi gönderdi;
“Ayasofya’yı tekrar camiye çeviriniz!.. Risale-i Nur’un serbestiyetini resmen ilân ediniz!.. Eğer bunları yaparsanız, biz de sizlere ismen dua etmeye karar vereceğiz.”» (35)
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri ‘sizlere’ yani Ezan-ı Muhammedi’yi aslına çevirenlere ‘ismen dua etmeye karar ver’meyi, 2 şarta bağlıyor.
1 – Ayasofya’yı tekrar camiye çevirirseniz,
2 – Risale-i Nur’un serbestiyetini resmen ilân ederseniz.
Görüldüğü üzere Bediüzzaman’ın gündeminde hep istek olarak “Ayasofya” vardır.
Yine Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Ayasofya’ talebi ile ilgili bir hatırayı Bayram Yüksel Ağabey şöyle anlatıyor;
«”1950 senesi başlarında Üstad Hazretleri, Emirdağ’a gelmişti. O zaman Emirdağ’daki Çalışkanlar hanedanı, Hamza Emek, Mustafa Acet, Mustafa Bilal, Sadık Kalender, sıhhiye memuru Hayri Bey nöbetle Üstada hizmet ediyorlardı. Ben de bazen Emirdağ’ın pazarı olduğu, Salı günleri Emirdağ’a Üstadımızı ziyarete geldiğimde, sıhhiye memuru Hayri Beyden anahtarı alıp Üstad’ın yanına gidiyordum. Üstad’ın çayını, yemeğini pişirip, evini temizleyip, akşamları köye dönerdim.
“O sıralarda Aydın-Ortaklar’da Ahmed Feyzi Ağabeyin ziyaretine gitmiştim. Orada biraz kaldım. Ahmed Feyzi Ağabeyler de Üstadımıza verilmek üzere, onar kiloluk birer teneke zeytin ve zeytinyağını benimle göndermişlerdi. O sıralarda Sungur ve Ceylan Ağabeyler Ankara’da kalıyorlardı. Beni onların yanına gönderdi. Zeytin ve zeytinyağını da onlara götürmemi söyledi.
“Giderken DP Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaşı Beye hitaben bir mektup yazıp verdi. Ayrıca da
‘Git, onları tebrik et, Ezan-ı Muhammedi’yi serbest bırakmakla büyük bir kuvvet kazandıkları gibi, Risale-i Nurların neşrine ve Ayasofya’nın açılmasına çalışsınlar.’ demişti.» (36)
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, o dönemde ‘Ezan-ı Muhammedi’yi serbest bırak’anlar için, ‘Yeter bu kadar yaptığınız hizmet! Daha da bir şey yapmaya gerek yok!’ demiyor. Aksine bununla yetinilmeyip 2 tane daha istediğini arz ediyor. Şöyle ki;
1 – Risale-i Nurların neşredilmesi.
2 – Ayasofya’yı açılması.
Yani bize buradan bir pay düşmektedir. Üstâdımız Bediüzzaman Hazretleri’nin 3 isteğinden 2’si Elhamdülillah vuku buldu. Ama bununla yetinmeyip 3. yapılması gereken “Risale-i Nur’un devlet eliyle basılması/Diyanet tarafından neşredilmesi” için çaba ve gayret sarf edilmelidir.
Ayasofya’nın açılması nihai son nokta değil, aksine bir başlangıçtır. Çünkü fetihler bitişi değil yeni fetihleri müjdeler.
Bediüzzaman Hazretleri, hayatta iken bizzat talebelerini Ayasofya konusunu konuşmak üzere devlet erkânlarına göndermiştir. Konuyla ilgili Veli Işık Kalyoncu şöyle anlatıyor;
«Bir defasında Üstadımız, Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması için ağabeylerimizden birisini göndermiş; bunun için tek tek dindar milletvekilleri ile görüşmeler yapılmıştı. Bu görüşmelerin bazılarında biz de bulunurduk. Üstadımız daha çok hizmet gayesi ile Sungur Ağabeyi, sonra Ceylan ve Bayram Ağabeyi gönderirdi. Bazen Zübeyir Ağabeyi de gönderdiği olurdu.» (37)
‘Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması’ için ’tek tek dindar milletvekilleri ile görüşmeler yapıl’mıştır. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, bu derece üzerinde durmuştur; Ayasofya’nın.
Ayasofya’nın fethinin, İttihâd-ı İslâm’ın tesisine bir mukaddime olması Rahman-ı Zü’l-Celal’den isteriz.
Tarihçe-i Hayat eserinde geçen bu duygu yüklü satırları hakkalyakin yaşamayı Allahu Teâlâ bizlere nasip ve müyesser eylesin;
«Rüyalarımız dahi neşe ve ferahla dolu… Düşmanlarımızın ise yüzleri daha ziyade karardı. Nifaklarının hiçbir şey yapmadığını ve yapamayacağını artık biliyorlar. Üstadımız, İstanbul’un şahsiyet devrinin yadigârı olan her şeye yeniden can verdiler. Kardeşlerimizin gözünde, şehrin manzarası birdenbire değişti. Ayasofya, Sarayburnu’na kadar uzandı. Minarelerinde yine ezan-ı Muhammedî (asm) okunuyor; içinde, hâfızlar yeniden Kur’an-ı Kerîm tilavetine başladılar. Fatih, her gün türbesinden kalkarak, fethettiği şehrin büyük ve mübarek misafirine “Hoş geldiniz!” diyor ve onu tebrik ediyor. Yeni Cami’nin şerefesinden Beyoğlu’nun en karanlık ve mülevves izbesine kadar nüfuz edecek ışık tufanını şimdiden görür gibi oluyoruz.
Hepsinin Ayasofya’nın, Fatih’in, Sultan Ahmed’in, Eyyüb’ün ve Süleymaniye’nin ve bütün Müslüman İstanbul’un hicab perdelerini yüzlerinden atışı ve bize daha muhteşem ve daha samimi görünmeleri, bu büyük teşriften ve bu ulvi nurdan. Üstadımız, artık bu şehrin güneşi. O giderse ufkundaki güneş de onu takip edecek ve milyonluk şehir kararıverecek. Tesellimiz, Fatih şehrinin Risale-i Nur’la aydınlanacağı ve parlayacağı ümididir.» (38)

Yaptığımız bu çalışma ile amacımız “Ayasofya Dâvâsının Mümessili – yani Temsilcisi – olan Üstâd Bediüzzaman Hazretleri”nin, Ayasofya’ya bakış açısı ve eserlerine nasıl aldığı konusunda naçizane bir katkı sağlamaktan ibarettir.
Biz de Üstâdımız Bediüzzaman Hazretleri gibi diyoruz ki; “Evet, ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!” (39)
Bir müjdeyi de yazımızı eklemek istiyorum;
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, «Hem –nakl-i sahih-i kat’î ile–
سَتُفْتَحُ الْقُسْطَنْطٖينِيَّةُ فَنِعْمَ الْاَمٖيرُ اَمٖيرُهَا وَنِعْمَ الْجَيْشُ جَيْشُهَا
deyip İstanbul’un İslâm eliyle fetholacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fatih’in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş.» (40)
Hadîs-i Şerîf’in meâli ise şu şekildedir; “İstanbul fethedilecektir. Onu fethedecek olan kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur.” (41)
Bu hadîs-i şerîfte birinci fetihe açık işaret olduğu gibi, fethin sembolü olan ikinci fethe de remzen işaret vardır.
Son olarak Fatih Sultan Mehmed Han’ın Ayasofya ile ilgili Arapça Vakfiyesinin Tercümesini beyan etmek istiyorum;
“İşte bu benim Ayasofya vakfiyem dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse, onu iptal veya tecile koşarsa, fasit veya fasık teville veya herhangi bir dalâvereyle Ayasofya Camii’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederse aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek mütevelli hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterine kaydeder veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar! Bu sebeple bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen lâneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır Allah İşitendir, Bilendir.” (42)
Burada geçen “Bu sebeple bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen lâneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.” şeklindeki lanetten tüm milletimiz kurtulduğu için Cenâb-ı Vâcibü’l-vücud olan Allah’a yüz binler şükür olsun.
Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1 – Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 383
2 – Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat Tüluhat İşârat, s. 26; Âsâr-ı Bedîiyye, s. 140
3 – Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bedîiyye, s. 123
4 – Son Şahitler, c. 2, Selahaddin Çelebi Hatıralarından
5 – Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 225
6 – Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 622
7 – Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 388
8 – Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 70
9 – Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nurîye, Tercüme: Abdülkadir Badıllı, s. 164
10 – Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nurîye, Tercüme: Abdülkadir Badıllı, s. 438
11 – Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bedîiyye, s. 595
12 – Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 469
13 – Kur’ân-ı Kerîm, Diyanet İşleri Meâli Yeni, Tevbe Sûresi 32. Âyet Meâli
14 – Hatırayı 1990’da Rüştü Tafralı Ağabey’den bizzat Ali Kemal Pekkendir Ağabey dinlemiştir.
15 – Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 498
16 – Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 835-836
17 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 572
18 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 35
19 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, s. 253
20 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 63
21 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 250
22 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 251’den naklen; Bkz. Aydınlar Konuşuyor, s. 168
23 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 251-252’den naklen; Bkz. Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursi, s. 110-111
24 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, s. 257
25 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 62-63
26 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, s. 255
27 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 253
28 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, s. 507-508
29 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 3, s. 1752
30 – Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 163-164
31 – Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 235
32 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 564
33 – Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat , s. 22
34 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 3, s. 1742
35 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 3, s. 2007; Son Şahitler, c. 4, Dr. Tahsin Tola Hatıralarından
36 – Son Şahitler, c. 3, Bayram Yüksel Hatıralarından
37 – Son Şahitler, c. 4, Veli Işık Kalyoncu Hatıralarından
38 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 656
39 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 130
40 – Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 117-118
41 – El-Hâkim, el-Müstedrek, 4:422; Buharî, Târihü’s-Sağîr, no. 139; Müsned, 4:335; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:218
42 – Fatih Sultan Mehmed Han / 1 Haziran 1453 (Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nde Bulunan Ayasofya İle İlgili Arapça Vakfiyenin Tercümesi)

NEDİR BU 4 MEZHEP?

Mezhep Nedir?
«Mezhep sözlükte gidilen yol demektir. Bir terim olarak ise mezhep, en kısa haliyle “dinin inanç, ibadet ya da siyaset alanıyla ilgili olarak ortaya çıkan yorumlar ve bu yorumlar etrafında gelişen gruplaşmalar” anlamındadır.
Biraz daha geliştirilmiş haliyle mezhep şöyle tanımlanmıştır: “Dinin inanç esaslarını veya amelî hükümlerini anlama ve yorumlama konusunda kendine özgü yaklaşımlara sahip düşünce bütünü, bu yaklaşımlar etrafında meydana gelem ekolleşme, bu ekolleşmelerin ürünü olan ilmî birikimdir”» (1)
Lügat anlamı olarak Mezhep; “Dinde tutulan yol.” (2) demektir.
«İslâm dininde de mezhepler vardır. Bunlar arasında temelde bir ayrılık yoktur. Hepsi de Kur’ân-ı Kerim’i ve peygamberimizin sünnetini esas almışlardır. Ancak, hakkında açık ve kesin nass (âyet veya hadîs) bulunmayan hususlarda İslâm bilginleri ictihad etmişler, görüş bildirmişlerdir.
Peygamberimiz, Sahabilerden Mu’az’ı (ra.) Yemen’e hâkim olarak gönderirken kendisine şöyle sormuştu:
-Yemen’de ne ile hükmedeceksin? Mu’az,
-Allah’ın kitabı Kur’an ile hükmedeceğim, dedi. Peygamberimiz,
-Aradığını Kur’an’da bulamazsan ne yapacaksın, buyurdu. Mu’az,
-Resulullah’ın sünnetiyle hükmedeceğim, dedi. Peygamberimiz,
-Onda da bulamazsan ne yapacaksın, buyurdu. Mu’az,
-Kendi görüşümle hükmedeceğim, diye cevap verdi. Mu’az’ın bu cevabından Peygamberimiz memnun oldu ve bundan ötürü Allah’a hamdetti. (3)
Bundan anlaşılıyor ki bir olay hakkında Kur’ân-ı Kerim’de ve Peygamberimizin sünnetinde kesin bir ifade yoksa müctehid, ictihad ederek konuya çözüm getirir.
İctihad etme yetkisi olan bilginler, bir olay hakkında aynı görüşü ortaya koyabilecekleri gibi birbirinden farklı görüşler de belirtebilirler.
İşte, mezhepler, böyle hakkında açık ve kesin hüküm bulunmayan olaylardaki birbirinden farklı yorumlardan meydana gelmiş bulunmaktadır.» (4)
«Şanlı Peygamberimizin içtihada «izin vermeleri», gerçekte «mezheblere» izin vermeleri demektir. Çünkü «mezhebler» , içtihad farklarından doğarlar. Bunu önlemek mümkün değildir. Yüce İslâm âlimleri, meseleyi böylece anlamasalardı ve ele almasalardı, hiç «mezhebler» doğar mıydı? Elbette doğmazdı. O halde, «mezhebler de nereden doğdu? diye sormak abes olmaz mı?
Mecelle’nin 16, maddesine göre, «içtihad ile içtihad nakzolunamaz». Yine, bilindiği gibi, «Müctehidlerin, içtihadlarınca âmel etmeleri vâciptir». Yani, müçtehidler; Kitab’a, Sünnet’e ve Ashab’ın İcmâı’na uymak zorunda olmakla birlikte, sadece «içtihadlarında» ayrılabilirler ve üstelik onlar, «kendi içtihadlarına uymak zorundadırlar». Esasen, müctehidlerin içtihadlarında «itilaf etmeleri» (birleşmeleri) kuvvettir de içtihatlarında «ihtilafa düşmeleri» (farklı içtihadda bulunmaları), ümmet için rahmettir. Evet, bizzat Şanlı Peygamberimiz böyle buyurmuşlardır.» (5)
Bizim ele alacağımız konu ise “fıkhî mezhepler yahut amelî mezhepler” diye bilinen 4 mezheptir.
«Dinimizde, Kitab, Sünnet ve İcmâ-ı Ümmet, «İslâm’ın ana caddesini» tâyin eder. Müçtehidler, bu «ANA CADDE»de yürümeyi kolaylaştıran vazifeliler, onların içtihadları da birer «işaret taşı» veya «levhası» gibidir. Maksat, «ANA CADDE»den çıkmadan, rahat, kolay ve emin hareket etmeyi sağlamaktır. Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat Yolu’nun gerek «İtikadi Mezhebleri» (Matürîdilik ve Eş’arîlik), gerek bugün taraftarı bulunan dört «Fıkhî Mezhebi» (Hanefîlik, Mâlikîlik, Şafiîlik ve Hanbelîlik) böylece doğmuş ve yayılmışlardır. Bunların hepsi de haktır. Hepsi de «Edille-i Şeriye»nin sınırları içindedir. Sadece «dinin fer’i meselelerinde» farklı içtihadlara göre hareket etmektedirler.» (6)
«İbadet konularıyla ilgili olarak ortaya çıkan gruplaşmalar ise fıkhî mezhepler yahut amelî mezhepler diye anılır. Hanefîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik, Malikîlik gibi.» (7)

Mezheplere Gerek Var Mı?
Bu sorumuzun cevabını Allame-i Asır Üstâd’ımız Bediüzzaman Hazretleri 27. Söz olan “İçtihad Risalesi” eserinin Hatime’sinde şöyle vermektedir;
“Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiya’dan sonra şeriat-ı kübrası, her asırda, her kavme kâfi geldiğinden muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.” (8)
Her asrın şartları farklıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen «And olsun ki, her ümmet içinde: “Allah’a kulluk edin ve tâğuttan (Allah’ın yerine tutacağınız herşeyden) kaçının!” diye (kendilerine nasîhat etmesi için) bir peygamber gönderdik.» (9) buyurulmasından da, her ümmete/millete/kavme bir peygamber gönderildiğini anlıyoruz.
Her asrın şartlarına göre yeni şeriatlar ve o şeriatları onlara gösteren Peygamberler olmuştur. Hattâ aynı asırda bile birden fazla Peygamber farklı bölgelere gelmiştir. Peygamberlerin bir kısmına müstakil kitap verildiği gibi, bir evvelkinin kitabıyla amel edenler de olmuştur. Mesela Musa (as)’ın kitabıyla Harun (as) da amel etmiştir Hazreti İsa (as)’ın kitabıyla da Yahya ve Zekeriya (as) amel etmişlerdir. Peygamberler, Kur’ân-ı Kerim’de ismi zikredilen yirmi beş peygamberden ibaret değildir. Bir hadîs-i şerîfte de işaret edildiği üzere 124.000 peygamber gelmiştir. (10) Ama “Hâtemü’l-Enbiya’dan sonra şeriat-ı kübrası, her asırda, her kavme kâfi geldiğinden muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır.” Bu yüzden de teferruatta farklılıkların oluşması bir realitedir. Çünkü zamanın şartları değişiyor, insanların sorunlarına cevapların verilebilmesi için “ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.”
“Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilaçlar tebeddül eder. Öyle de asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahval-i beşeriyeye bakar. Ona göre gelir, ilaç olur.” (11)
Mezheplerin gerekliliğinin daha iyi anlaşılması için verilen örnek çok güzeldir. Nasıl ki “mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilaçlar tebeddül eder” yani değişir. Aynen bunun gibi de “asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder.” Yani milletlerin kabiliyetlerine göre de hükümler değişir. Buradaki değişim teferruat kısmındadır. Yoksa esasat değişmez.
İslâm’ın şer’î hükümlerinin teferruat kısmı, insanların hallerine bakar. İnsanların hallerine ilaç olabilmesi için de şartlar göz önüne alınarak fetva verilmelidir.
“Enbiya-i sâlife zamanında, tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba hem şiddetli ve efkârca iptidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıtada bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş.
Sonra Âhir Zaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidaî derecesinden idadiye derecesine terakki ettiğinden çok inkılabat ve ihtilatat ile akvam-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir.” (12)
Daha önce gelmiş peygamberlerin zamanında insanların tabakaları birbirinden çok uzak, karakterleri kaba ve şiddetli, fikirleri basit, ilkel, ilkokul düzeyinde ve medeniyetten uzak bir hale yakın olduğundan; o zamanki şeriatlar, onların hallerine muvafık ve uygun olarak gelmiştir. Hattâ öyle olmuş ki bir kıtada ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş. Hz. Şuayb (as) ile Hz. Musa (as)’ın ve Hz. İbrahim (as) ile Hz. Lut (as)’ın aynı asırda yaşamaları gibi.
Âhir Zaman Peygamberinin gelmesiyle birlikte insanlar iptidaî yani ilk okul düzeyinden idadiye yani orta okul düzeyine ilerlediğinden çok inkılaplar ve ihtilaller ile insanlık kavimlerini bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır. Ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Son ders, Kur’ân-ı Kerîm’in dersi; son şeriat, İslâm’ın şeriatı; son muallim de, Muallim-i Ekmel ve Ekber olan Hazreti Muhammed Mustafa’dır (asm).

Mezhepler Birleşebilir Mi?
“Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiye de giymediğinden mezhepler taaddüd etmiştir.
Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse o vakit mezhepler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi mezahib de bir olmaz.” (13)
Bu yerlerin izahı sadedinde Said Özdemir’in hazırladığı “Açıklamalı Şafiî İlmihâli”nde şöyle geçmektedir;
“Elhâsıl: insanlar bir seviyede bulunmadıklarından ve bir içtimaî hayat tarzında gitmediklerinden mezhepler teaddüt etmiştir.” (14)
Yani insanların seviyeleri bir olmadığı ve sosyal hayatları da aynı tarzda olmadığı için, mezhepler bir değil dört olmuştur.
“Eğer beşeriyetin ekseriyet-i mutlakası bir yüksek mektebin talebeleri gibi bir ictimaî hayat tarzını giyse, bir seviyeye girse o vakit mezhepler birleştirilir. Fakat âlemin hâli buna müsaid olmadığı için mezhepler de birleştirilmez.” (15)
Görüldüğü üzere insanların çoğunluğu yüksek mektebin yani üniversitenin talebeleri gibi bir sosyal hayat tarzına giyse, hepsi bir seviyede olsa; işte o zaman mezhepler birleştirilir. Fakat âlemin hali buna müsait olmadığı aşikardır. Bu yüzden mezhepler de birleştirilmez ve birleştirilemez.
“Fakat bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi mezahib de bir olmaz.” cümlesinden de anlaşılacağı üzere; bir mezhebin diğerine oranla daha fazla tabileri olabilir. Ancak bütün insanların maddi ve manevi olarak aynı seviyeye gelmeleri hikmeten mümkün olmadığı için, ikinci bir mezhebin varlığını devam ettireceğini anlıyoruz. Çünkü fıtraten – yaratılış olarak- insanların yapıları farklıdır. Bu yapı farklılığından dolayı da farklı mezheplere tabi olmaları en mantıklı ve makul olanıdır. Fıtratlar nasıl ki tek tip olamaz ise, mezhepler de kalkıp bir mezhep olamaz.
Hak Bir Olur, Neden Dört Mezhep Var?
Mezheplerin Ortaya Çıkış Sebepleri Nelerdir?
«Eğer desen: Hak bir olur, nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?
Elcevap: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilaçtır, tıbben vâcibdir. Diğer birisine hastalığı için zehir gibi muzırdır, tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir, tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir, tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mubahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: “Su yalnız ilaçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur.”
İşte bunun gibi ahkâm-ı İlahiye, mezheplere hikmet-i İlahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir hem hak olarak değişir ve her birisi de hak olur, maslahat olur.» (16)
Bu konu ile ilgili bazı misaller ise şunlardır;
«Mesela, hikmet-i İlahiyenin tensibiyle İmam-ı Şafiî’ye ittiba eden, ekseriyet itibarıyla Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup cemaati bir tek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimaiye de nâkıs olduğundan, her biri bizzat dergâh-ı Kàdıyü’l-Hâcat’ta kendi derdini söylemek ve hususi matlubunu istemek için imam arkasında Fatiha’yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
İmam-ı A’zam’a ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla, İslâmî hükûmetlerin ekserisi, o mezhebi iltizam etmesiyle medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan; bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, bir tek adam umum namına söyler; umum kalben onu tasdik ve rabt-ı kalp edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fatiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
Hem mesela, madem şeriat, tabiatın tecavüzatına set çekmekle onu ta’dil edip nefs-i emmareyi terbiye eder. Elbette ekser etbaı, köylü ve nim-bedevî ve amelelikle meşgul olan Şafiî mezhebine göre “Kadına temas ile abdest bozulur, az bir necaset zarar verir.” Ekseriyet itibarıyla hayat-ı içtimaiyeye giren, nim-medeni şeklini alan insanlar, ittiba ettikleri mezheb-i Hanefîye göre “Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetva var.”
İşte bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet itibarıyla ecnebi kadınlarla ihtilata, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya müptela olduğundan; sanat ve maişet itibarıyla, tabiat ve nefs-i emmaresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için şeriat onların hakkında, o tecavüzata set çekmek için “Abdest bozulur, temas etme! Namazını iptal eder, bulaşma!” manevî kulağında bir sadâ-yı semavî çınlattırır. Amma o efendi, (namuslu olmak şartıyla) âdât-ı içtimaiyesi itibarıyla, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebi kadınlara temasa müptela değil, mülevves şeylerle nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için şeriat, mezheb-i Hanefî namıyla ona şiddet ve azîmet göstermemiş; ruhsat tarafını gösterip, hafifleştirmiştir. “Elin dokunmuş ise abdestin bozulmaz. Hicab edip kalabalık içinde su ile istinca etmemenin zararı yoktur. Bir dirhem kadar fetva vardır.” der, onu vesveseden kurtarır.» (17)
Mezhepler konusu ile ilgili “iki katre misal”e bakarak bizler de bunun gibi bir çok bulabiliriz. Nitekim bu ifadelerden sonra Üstâd’ımız Bediüzzaman Hazretleri şöyle der;
«İşte denizden iki katre sana misal, onlara kıyas et. Mizan-ı Şa’ranî mizanıyla, şeriat mizanlarını bu suretle muvazene edebilirsen et.» (18) [İnşaAllah yakın bir istikbâlde Üstâd’ımızın Bediüzzaman Hazretleri’nin söylediği bu cümlesindeki vazife deruhte edilmeye çalışılacaktır. İmâm-ı Şa’ranî Hazretleri’nin Mizan-ı Kübra eserinden, aynen Üstâd’ımız Bediüzzaman Hazretleri gibi mukayeseli bir şekilde misaller verilmeye çalışılacaktır.]
Bu şekilde haller vuku bulduğu için mezhepler ortaya çıkmıştır.
Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’de geçen Âyet-i Kerîmelerin ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’den gelen Hadîs-i Şerîflerden farklı istinbatlar olmuştur. Bu istinbatları ancak müctehid olanlar yapabilir. İ̇sti̇nbât : “Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş hükümleri, bilgileri, açıkça bildirilenlere benzeterek, meydana çıkarmak.” demektir.
«“Ey İmân edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, bir de -yolcu olmanız durumu müstesna- cünüp iken yıkanmaya kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursunuz veyahut biriniz abdest bozmaktan gelirse ya da eşlerinizle cinsel ilişkide bulunup, su da bulamazsanız o zaman temiz bir toprağa yönelip (niyet ederek onunla) yüzlerinizi ve ellerinizi din. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır” (19) âyetinde geçen “lamese” fiilini Hamza ve el-Kisai elifsiz olarak sülasiden “lemestüm” diğer kıraat imamları da “müfaale” babından “låmestüm” şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraat şekline göre fiil, tek kişide cereyan etmektedir. Buna göre “lems” in anlamı, “dokunmak” demektir. Yani söz konusu fiil elle dokunmak veya öpmek gibi cinsel ilişki dışı bir eylemi ifade etmektedir. Nitekim İbn Ömer de “Dokunmak cimanın dışında bir şeydir” derken elle dokunmayı kastetmiş, İbn Mes’ûd, Sa’id b. Cübeyr, İbrahim b. Yezid en-Nehaî ve ez-Zühri de aynı görüşü benimsemiştir.
İkinci kıraat tarzına göre de fiil “müfáale” bâbından geldiği ve “müşâreket” ifade ettiği için meydana gelen eylemin iki kişi arasında vuku bulduğunu göstermektedir. Buna göre “lâmese” fiili, cinsel ilişkiden kinayedir. İşte bu iki kıraat tarzından hareketle, İslâm hukukçuları farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Şöyle ki: Ebû Hanife “Lâmestüm” şeklindeki kırâatı esas alarak söz konusu kelimenin cinsel ilişki anlamına geldiğini ve el ile dokunmanın abdesti bozmayacağını ileri sürmüştür. Zira, her ne kadar bazı âlimler, “mülámese” fiilinin de “lems” gibi elle dokunmak anlamına gelebileceğini söylüyorlarsa da o, bu görüşün aksini savunarak, söz konusu kelimenin cima anlamını ifade ettiğinde ısrar etmektedir.
İmam Şâfiî ise, “lemestüm” kırâatını tercih ederek, anne, kız kardeş, hala ve teyze gibi nikâhı ebedi olarak haram olanları istisna ettikten sonra, yabancı kadının herhangi bir yerine dokunmanın abdesti bozacağını ileri sürmektedir.
İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel de mutlak anlamdaki dokunma fiilini şehvetli veya şehvetsiz dokunma diye ikiye ayırarak, şehvetli olarak dokunma sonucu abdestin bozulacağını, diğer şekilde bozulmayacağını savunmuşlardır Buna göre Hanefiler, çoğunluğun kıraatına dayanarak söz konusu fiili “cinsel ilişki” anlamında ele almışlar, diğer mezhepler de Hamza ve el Kisai’nin kıraatını esas alarak bu kelimenin “dokunma” anlamını ifade ettiğini ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla onların istinbat ve istihraç ettikleri hükümlerde, sünnetin etkisi görülse de ağırlık noktasını mütevatir kıraatlerdeki farklılıklar oluşturmuştur. Bu da mütevatir kıraatlerin, Kur’ân tefsirinde hem anlayış farklılıklarına yol açtığı hem de önemli bir işlev gördüğü anlamına gelir.» (20)
Görüldüğü üzere müctehidler, bir tek ayetten 3 farklı hüküm istinbat etmişlerdir.
Eşlerin birbirine elinin değmesi veya temas olması meselesinde; İmam-ı Azam Ebu Hanîfe’ye göre bozmaz, İmam-ı Şafiî’ye göre bozar, İmam Ahmed bin Hanbel ve İmam-ı Malik’e göre ise şehvetli ise bozar ama şehvetsiz ise bozmaz. Bu şekilde farklı anlayışlar ve anlam çeşitliliği rahmettir.
Bir Âyet-i Kerîmeden bu şekil farklı görüşler ortaya çıktığı gibi bunun gibi birçok misal de verilebilir.
On İki Mezhep İmâmı Kimdir?
On iki hak mezhebi ve imamlarını şu şekilde sıralayabiliriz;
1) İmam-ı Azam Ebu Hanife
2) İmam-ı Mâlik
3) İmanı-ı Şafiî
4) İmam-ı Ahmed b. Hanbel
5) İmam-ı Evza’î
6) İmam-ı Sufyan b. Ûyeyne
7) İmam Sufyan es-Sevrî
8) İmam Davud
9) İmam Muhammed İbn-ül Cerir et-Taberi
10) İbni Hazm
11) İmam-ı Ebu Bekir b. Münzir
12) İmam-ı İshak İbn-i Rahvey
Bu 12 İmam için bilinmesi gereken bir şey vardır ki, o da bulundukları çevreye, bölgeye göre verdikleri hükümler değişiklik göstermiştir.
Meselâ; İmam Evza’, “Birçok defa hacca giden Evzâî hacda Mâlik b. Enes, Süfyân es-Sevrî ve Hakem b. Uteybe başta olmak üzere çok sayıda âlimle karşılaşmış ve ilmî tartışmalarda bulunmuştur. Çağdaşı âlimler arasında saygın bir yere sahip olmuş, Şam (Suriye) bölgesinin fıkıh otoritesi sayılmıştır. Evzâî döneminin ve sonraki nesillerin fıkıh âlimleri ve imamları tarafından bağımsız fıkıh ekolü, ictihad usulü, re’y ve fetvaları bulunan bir müctehid ve imam olarak benimsenmiş, görüşleriyle amel edilmiş ve fıkıh tarihi içinde Süfyân b. Uyeyne, Hasan-ı Basrî, Süfyân es-Sevrî, Leys b. Sa‘d, İshak b. Râhûye, İbn Cerîr et-Taberî, Dâvûd ez-Zâhirî ve Ebû Sevr gibi mutlak müctehidler arasında yerini almıştır.” (21)
Süfyân Es-“Sevrî, sahip olduğu hadis ve sünnet birikimini esas alarak yaşadığı dönemin fıkhî meseleleri hakkında fetvalar vermiş, fıkıh alanında görüşleri esas alınan bir otorite haline gelmiştir. Abdullah b. Mes‘ûd’a dayanan Kûfe fıkıh geleneğinin temsilcilerinden Ebû İshak es-Sebîî, A‘meş ve Hammâd b. Ebû Süleyman’a öğrencilik yapmış olmakla birlikte özellikle İbn Şübrüme ve İbn Ebû Leylâ’nın yolunu takip eder. Kûfeli hocalarından aldığı fıkıh bilgisi ve nosyonunu Mekke, Medine, Basra ve Şam bölgelerinin zengin hadis ve sünnet birikimiyle bir araya getirmiş, gerek döneminde gerekse daha sonraki yüzyıllarda bilhassa ehl-i hadîs eğilimine sahip olan âlimlerce Ebû Hanîfe’ye karşı Kûfe fıkhının temsilcisi diye öne çıkarılmıştır.” (22)
Buna benzer şekilde bilinen “4 Hak Mezhep İmamı” haricinde 8 tane daha hak mezhep imamı vardır. Ama onlar tabileri kalmadığı, içtihadları revâc bulmadığı, sistematik hale gelip yaygınlaşmadığı için zaman içinde unutulmuşlardır. Günümüze 8 diğer hak mezhep gelmemiştir. 4 hak mezhep olan “Hanefîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik ve Malikîlik” gelebilmiştir.
4 Mezhep ve İmamları Kimlerdir?
4 Mezhep, bilindiği üzere “Hanefîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik ve Malikîlik”tir. Bunların imamları da sırasıyla şunlardır;
1-İmâm-ı Azam Ebu Hanife (Numan bin Sabit)
2-İmâm Şafiî (Muhammed bin İdris)
3-Ahmed bin Hanbel
4-Malik bin Enes
1-İmâm-ı Azam Ebu Hanife (Numan bin Sabit): «Esas adı Numan bin Sabit’tir. İslâm dünyasında “Ebu Hanife” olarak anılır. İslâm müçtehidlerinin en büyüklerindendir.» (23) «Tercih edilen görüşe göre, “Hak dine meyleden kişi” anlamına gelen “hanif” kelimesine atfen bu şekilde [yani Ebu Hanife diye] isimlendirilmiştir.” (24)
Dedesi Zuta ile ilgili anlatılan bir rivayet şöyledir; «Zuta’nın, Müslüman olduktan sonra Sabit adındaki oğlu dünyaya gelmişti. Sabit de babası gibi Hz. Ali’ye (ra) ilgi duyuyordu. Gelen birçok rivayete göre İmam Ali bin Ebi Talib, Sabit için hayırlı bir zürriyet duasında bulunmuştur. Allahu Teâlâ, Hz. Ali’nin (ra) bu duasını kabul buyurmuş ve Sabit’e Irak fakihi – İslâm fakihi de diyebilirsiniz- Numan bin Sabit’i ihsan etmiştir, İmam Şafiî bu büyük insan hakkında, “İnsanlar fıkıhta Ebu Hanife’nin çocuklarıdır.” demiştir. Tarihin Ebu Hanife adını verdiği Numan, bu künye ile tanınıp meşhur olmuş, onun ismi, ilmî ve düşünceleri nesilden nesile aktarılmıştır.» (25)
«Kendi mezhebinden olmayan Muhammed b. İshak en-Nedim, İmam Azam hakkında şöyle söylüyor: “Karada ve denizde, doğuda ve batıda, uzakta ve yakında ilim namına ne varsa hepsini o tedvin etmiştir.”» (26)
Tabiinden olduğunu dair rivayetler vardır. (27) Çünkü şu şekilde bir bilgi kitaplarımızda yer almaktadır; «Ashab-ı Kiram’dan birkaç zâtı görmüş olmak şerefini kazanmıştır.» (28) «Enes bin Malik’i görüp ondan, “İlim tahsili her Müslümana farzdır.” hadîsini rivâyet ettiği de söylenmiştir.» (29)
«Fıkıh ve usûlü’d-din sahasındaki hizmetlerinden ve bu hususta başı çekmesinden ötürü İmâm-ı Âzam yani “Büyük İmam” diye anılmıştır.» (30)
Aynı zamanda İmâm-ı Azam Ebu Hanife, Fahr-i Kainat Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in de bir hadîs-i şerîflerinde belirtilen vasıflara masadak olmuştur ki, Bediüzzaman da “Mu’cizât-ı Ahmediye Risalesi”nde şöyle belirtmiştir;
« Hem –nakl-i sahih-i kat’î ile– ferman etmiş ki:
اِنَّ الدّ۪ينَ لَوْ كَانَ مَنُوطًا بِالثُّرَيَّا لَنَالَهُ رِجَالٌ مِنْ اَبْنَاءِ فَارِسَ
deyip başta Ebu Hanife olarak İran’ın emsalsiz bir surette yetiştirdiği ulema ve evliyaya işaret ediyor, haber veriyor.» (31) Hadîs-i Şerîfte meâlen şöyle buyurulmaktadır; “Eğer din, Ülker Takımyıldızında bile olsaydı, Fars’tan bazı kimseler ona ulaşıp alabileceklerdi.” (32)
«İmam-ı Azam’a uyanlardan her birine Hanefî veya Hanefîyyü’l-Mezheb denir.» (33)
«Hicretin 80. yılında Kûfe’de doğmuş ve 150 tarihinde Bağdad’da vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun…» (34) Amin…
2-İmâm Şafiî (Muhammed bin İdris): «O dönemlerde Resûlullahla akrabalıkları olan başka müslümanlar, Muttalip oğullarına yaptığı gibi, niçin kendilerine de ganimetten hisse ayırmadığı sorulmuş. Resûlullah Efendimiz, Muttalip oğullarının hem Cahiliyede, hem de İslamiyette kendisinden ayrılmadıkları gerçeğini hatırlatmıştır.
Şafii’nin annesi ise Yemenli olup Ezd kabilesine mensuptur.
Şafii’nin babası Şafii (R.A.) daha beşikteyken vefat etmesi dolayısıyla Şafii’nin ilk ailevi terbiyesi annesi vasıtasıyla olmuştur.
Şafii (R.A.), ilim tahsiline hususen annesinin isteği üzerine on yaşında başladığını ifade etmektedir. Mekke’de yakın akrabaları arasında ilim tahsilinin daha uygun olacağı düşünülmüştür.
İmam Şafii, ailece soylu bir nesebe sahip olmakla birlikte fakir bir ailenin çocuğu olarak hayata gözlerini açmıştır. Ancak içinde bulunduğu muhit ve sahip olduğu meziyetler onun yüksek idealler peşinde koşmasına imkan hazırlamıştır.
Şafii’nin (R.A.) İlim tahsiline ciddi olarak Mekke’de başlamış olmasına rağmen Kur’an-ı Kerim’i Gazze’de hıfzetmiştir. Mekke’de ise Kur’an-ı Kerim’in bir sonraki halkası olan Hadis ilmiyle iştiğal etmiştir.
Hadisleri ezberlemekle yetinmeyen İmam Şafii bunları yazmak, böylece zihninde muhakemesini arttırmak yolunu takipten de geri kalmıyordu. İfade edildiğine göre İmam Şafii bazı kimselere müracaat ederek kullanılmış kağıt isterdi. Kendisine verilen bu kullanılmış kağıtların diğer yüzlerine hadis yazardı.» (35)
«İmam Şafii’nin en önemli telifatından olan El-Ümm kitabında bu husus şu şekilde ifade edilmektedir: “İlim çeşitli bölümlere ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi, Kitap ve sıhhati sabit olan Sünnettir. İkincisi, hakkında Kitap ve Sünnette her hangi bir hükmün bulunmadığı İcma’dır. Üçüncüsü, Resûlullah’ın Sahabilerinden bir bölümünün söylemiş olduğu sözlerdir. Ancak bu diğer sahabelerin onlara muhalif olanların bulunduğunu bilmemiz şartına bağlıdır. Dördüncü, sıraya oturtulan kaynak ise Sahabelerin ihtilafa düştükleri sözlerdir. Beşincisi ise Kıyastır. Bu da Kitap ve Sünnette var olandan başka bir şeye dayandırılamaz.”» (36)
«Şafii’nin, Sahabelerin sözlerini değerlendirmeyle ilgili olarak bazı değişik rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlere göre İmam Şafii Sahabilerin sözlerini kaynak kabul ettiği biçimindeki görüşünden vazgeçtiğidir. Buna rağmen, daha önce de beyan ettiğimiz gibi İmam Şafii Sahabelerin sözlerine Kur’an ve Sünnetle ilgileri dolayısıyla bir değer atfetmiştir. Kur’an’ı en iyi anlayan ve yaşayan Sahabeler olması onların farklı bir mertebeye konulmalarında müessir olduğu şüphesizdir.» (37)
İmam Şafii’nin «Mezhebi, şark ve garpta intişar etmiş, her asırda milyonlarca Müslüman kendisini imâm tanımış, hattâ bilfiil ictihad iktidarını haiz bulunan nice büyük fakihler, onun açtığı ictihad yolunu eyleye lüzum görmemişlerdir.» (38)
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz «ferman etmiş ki:
عَالِمُ قُرَيْشٍ يَمْلَءُ طِبَاقَ الْاَرْضِ عِلْمًا
deyip İmam-ı Şafiî’ye işaret edip haber veriyor» (39) Hadîs-i Şerîfte meâlen şöyle denilmektedir; “Kureyş’in âlimi yeryüzünün tabakalarını ilimle dolduracaktır.” (40)
«İslâmiyet’in hak ve hakikat yolunu Allah’tan ve O’nun Peygamber’inden aldığı ilim nuru ile aydınlatarak, Müslümanlara kıyamete kadar sönmeyecek ilim meşalesini yakan, bu büyük zâtın mazhar-ı rahmet olarak en büyük makama ulaşmasını ve ilâ yevmilkıyame nur içerisinde müstağrak kalarak yatmasını Allahu Zü’l-Cemal’den niyaz eyleriz.» (41)
3-Ahmed bin Hanbel: «164 (780) yılı Rebîülevvelinde (veya Rebîülâhir) Bağdat’ta doğdu. Ailesi Merv’den Bağdat’a göç ederken annesi ona hamile olduğu için Merv’de doğduğunu söyleyenler de vardır. Oğlu Sâlih’in rivayet ettiği şecereye göre soyu Hz. Peygamber’in dedelerinden Nizâr’la birleşerek Hz. İsmâil’e kadar uzanır. Dedesi Hanbel b. Hilâl Emevîler devrinde Serahs valiliği yapmış, Abbâsîler’in idareyi ele geçirmesinde önemli görevler üstlenmiş, babası da Abbâsî ordusunda görev almıştı. Ahmed b. Hanbel, babası otuz yaşlarında öldüğünden, Şeybânoğulları’ndan olan annesi Safiyye bint Meymûne’nin himayesinde büyüdü. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledikten ve Bağdatlı âlimlerden bir müddet gramer ve fıkıh okuduktan sonra hadis öğrenmeye başladı (795). İlk hocalarından biri, kendisinden pek çok hadis yazdığı tanınmış muhaddis Hüşeym b. Beşîr olup diğer hocaları arasında Süfyân b. Uyeyne, Yahyâ b. Saîd el-Kattân, Abdurrahman b. Mehdî, İmam Şâfiî ve Abdürrezzâk b. Hemmâm gibi âlimler bulunmaktadır. En çok hadis yazdığı hocası Vekî‘ b. Cerrâh’tır. İmam Şâfiî’den ise fıkıh ve usûl-i fıkıh öğrenmiştir. El-Müsned’deki rivayetlerine göre hocalarının sayısı 280 kadardır. Birini doğrudan, öbürünü başka bir râvi vasıtasıyla ondan iki hadis rivayet eden Buhârî’nin yanı sıra diğer tanınmış talebeleri arasında Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, akranlarından Yahyâ b. Maîn ile Ali b. Medînî, Ebû Zür‘a er-Râzî, Ebû Hâtim er-Râzî, iki oğlu Sâlih ve Abdullah bulunmaktadır. Hocaları İmam Şâfiî, Abdürrezzâk ve Abdurrahman b. Mehdî de kendisinden hadis dinlemişlerdir. Yalnız İmam Şâfiî onun adını açıkça söylemek yerine, “güvenilir kimse bana rivayet etti (haddesenî es-sika)” demeyi tercih etmiştir (42).
Ahmed b. Hanbel’in vecize mahiyetinde hakîmane sözleri vardır. Çok sevdiği Ali b. Medînî bir tavsiyede bulunmasını isteyince ona, “Azığın takvâ olsun, âhiret hep gözünün önünde bulunsun” demiştir. Yakınlarına da, “Değerli bulduğunuz hayırları araya bir engel girmeden yapmaya bakın” tavsiyesinde bulunmuştur.
Ahmed b. Hanbel’in hayatını dolduran yegâne meşgale hadis olmuştur. Hayatını hadise göre tanzim etmiş, yazdığı her hadis ile mutlaka amel ettiğini söylemiş, kendisinden istenen fetvaları da hadise dayanarak vermiştir. Örnek davranışlarıyla İbn Hanbel’in takdirini kazanmış olan muhaddis ve zâhid Abdülvehhâb b. Abdülhakem el-Verrâk ona altmış bin fetva sorulduğunu, hepsini de “haddesenâ” ve “ahberenâ” diyerek hadislerle cevaplandırdığını söylemiştir. Ebû Zür‘a er-Râzî’nin birlikte yaptıkları müzakerelerde tesbit ettiğine göre Ahmed b. Hanbel -mükerrerleriyle birlikte- 700 bin (veya bir milyon) rivayeti ezbere bilmekteydi. Oğlu Abdullah da onun bir milyon rivayet derlediğini ve yazdığı her rivayeti ezberlemeyi prensip edindiğini söylemektedir.» (43)
Ahmed bin Hanbel; «İmam-ı Şafiî’nin talebesidir. Ayrıca İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin talebesi İmam-ı Ebu Yusuf’tan da ders almıştır.» (44)
Ahmed bin Hanbel, “Kur’ân Mahluktur” denildiği zamanda karşı çıkarak zulümlere maruz kalmıştır.
Müslümanların “sırat-ı müstakim” yani “dosdoğru yol” üzere yürümelerini temin etmek ve işlerini kolaylaştırmak için samimiyetle ve ciddiyetle çalışan iman, ilim ve ahlak kahramanlarından biri de; İmam Ahmed bin Hanbel’dir. (45)
Genç nesiller zulme karşı direnen Ahmed bin Hanbelleri örnek almalıdırlar. Allah rahmet eylesin… Amin…
4-Malik bin Enes: «Hicri 95 yılında Medine’de doğdu, yine Hicri 179 yılında (Milâdî 759’da) orada vefat etti.» (46)
«Hayatının yarısını Emevîler, yarısını Abbâsîler devrinde geçiren Mâlik’in kendi dönemindeki siyasî olaylardan uzak durduğu, mevcut yöneticilere de karşıtlarına da açık bir destek vermediği anlaşılmaktadır. Onun siyasî olaylar karşısındaki tarafsızlığında gerek kendisinden önce Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr b. Avvâm’ın Emevî yönetimine karşı çıkışları, gerekse kendi zamanında Hâricî lideri Ebû Hamza eş-Şârî’nin Haremeyn’deki (130/748), Muhammed en-Nefsüzzekiyye’nin Medine’deki (145/762) isyanları ile diğer çeşitli isyanlar sırasında çok kan dökülmesinin yol açtığı olumsuz durum ve bunun Haremeyn halkında meydana getirdiği hayal kırıklığının büyük etkisi olmalıdır. Gayri meşrû veya adaletsiz görülen bir yönetime karşı çıkılırken daha büyük zararlara yol açmanın doğurduğu tedirginlik yanında karşı çıkanların diğerlerinden farklı olup olmayacağına dair tereddütler, dönemindeki birçok büyük âlim gibi Mâlik’in de isyanı hoş karşılamayıp devlet adamlarına hakkı tavsiye etme yolunu tutmasının başlıca sebebi olmuştur. Gerek bu tavrı gerekse halk ve yöneticiler katındaki itibarı dolayısıyla doğacak yankılardan ötürü hilâfet konusunda açıkça fikir beyan etmediği görülmektedir.
Yöneticilerle iyi ilişkiler içinde bulunmasına rağmen zaman zaman İmam Mâlik de haksız muamelelere mâruz kaldı. Derslerinde, baskı altında meydana gelen boşamanın geçersiz olduğuna dair hadisi rivayet etmekle Ebû Ca‘fer el-Mansûr’a yapılan biatın da geçersiz olduğunu ima ve Muhammed en-Nefsüzzekiyye’ye biatı teşvik ettiği iddiasıyla 146 (763) yılında Medine valisinin emriyle tutuklanıp kırbaçlandı ve omuzu sakatlandı. Anılan hadisi Nefsüzzekiyye’nin isyanı sırasında rivayet etmesi onun taraftarlarınca işaret edildiği şekilde yorumlanmış olabileceği gibi sevmeyenleri tarafından yönetim katında aleyhine kullanılmış olması da muhtemeldir. Gerçekte İmam Mâlik’in yönetime karşı bir tavrının olmadığının anlaşılması, ayrıca halkın ona yapılan haksızlığa büyük tepki göstermesi sebebiyle Halife Mansûr hac için geldiğinde kendisini çağırarak özür diledi ve gönlünü aldı. Ayrıca ondan derlediği hadisleri kitap haline getirmesini, bunu çoğaltarak bütün şehirlere göndermeyi ve onunla amel edilmesini emretmeyi düşündüğünü belirttiyse de Mâlik bunun doğru olmadığını söyleyerek karşı çıktı (47). Daha sonra Mehdî ve Hârûnürreşîd’in de aynı talepte bulunduğu, ancak onun yine kabul etmediği rivayet edilir (48). Halifelerin idarede ve yargıda birlik ve istikrarı sağlamaya yönelik bu tekliflerine, her âlimin kendisine ulaşan sünnet mirası ve yaşadığı çevrenin şartlarına bağlı olarak farklı görüşler taşımasının tabii olduğunu, aksi bir görüş ve uygulamaya zorlamanın doğru sayılmadığını belirterek karşı çıkmıştır.
Hac veya umre için Mekke’ye gidişleri dışında Medine’den ayrılmamış, Medine’nin mânevî değeri yanında buradaki zengin ilmî ortam da gerek talebeliği gerek hocalığı zamanında başka yere gitmekten onu müstağni kılmıştır. Bu sebeple Halife Mehdî-Billâh’ın onu Bağdat’a davetine de olumlu cevap vermeyip affını istemiştir.
İmam Mâlik, geçirdiği kısa süreli bir rahatsızlıktan sonra 14 Rebîülevvel 179 (7 Haziran 795) tarihinde Medine’de vefat etti, cenaze namazını Medine valisi kıldırdı ve Bakī‘ Mezarlığı’na defnedildi.» (49)
«Çok büyük bir fıkıh, hadîs ve tefsir âlimi idi.» (50)
«İmam Azam ve İmam Ebu Yusuf’la da görüşmüştür. Medine halkının bilgini ve imamıdır. İmam Malik’in belli başlı eseri “Kitâb El-Muvatta”dır. Fıkıh (İslâm Hukuku) tertibine göre yazılmış ilk hadis kitabı sayılır.» (51)
«Maliki mezhebi Medine’de ortaya çıkmış; Hicaz’da, Afrika’da ve Endülüs’te yayılmıştır.» (52) Allah ebeden razı olsun. Âmin.
Bir Mezhebe Bağlanmaya Gerek Var Mıdır?
«İslâm tarihini incelediğimizde, müctehid imamlar döneminden sonra, her ne kadar ictihad derecesine ulaşmış imamlar gelse de onların dahi dört mezhep imamından birine tâbi olduklarını görebiliriz. Elbette bu, onların ictihada elverişli olmayışları anlamına gelmez. Aksine ehliyeti haiz olmalarına rağmen gerek sahabenin, gerek tâbiinin ve gerek se müctehid imamların, naslardan hüküm istinbat etme noktasında bütün kuralları tedvin etmiş olmaları ve sonraki nesiller için bir şey bırakmamış olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu durum aynen matematik, geometri, fizik, kimya ve buna benzer ilimlerin temel kurallarının yüzyıllar öncesinden belirlenmiş olmasına benzer.» (53)
«Bütün müçtehitlerin sözlerinin kaynağı olan şerîatin menbaına, kalb gözü ile eriştim. Her bir fakih için, ondan ayrılan bir cedvel, yani bir kanal gördüm… Ve herbir müçtehidin, zan ve tahminle değil, keşf ve yakîn ile içtihadında isabet ettiğini bildim ve Şerîate göre, bir mezhebin, diğer bir mezhebden evla olmadığını anladım.» (54)
Bütün hak mezhebler Kur’ân-ı Kerîm’den alınmıştır. Fahr-i Âlem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz, kendisine inzal olunan Kur’ân-ı Kerîm ve ilham buyrulan hadis-i şerifler ile İslâm dinini tekmil etmiştir. İşte İlâhî hükümlerin büyük bir kısmı (yüzde doksanı), bu iki ulvî kaynağın açık hükmü ile beyan edilmiştir. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, “Şeriatın yüzde doksanı –zaruriyat ve müsellemat-ı diniye– birer elmas sütundur. Mesail-i içtihadiye-i hilafiye, yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altının himayesine verilmez.” (55)
«Evet, müçtehidler, kendileri için içtihat etmişler ve hiçbir kimseye, “Gelin bana uyun.” dememişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri de; “Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri edemez.” (56) buyurmuş ve bu hakikati veciz bir surette ifâde etmişlerdir.
İçtihada ehil olmayan müminler ise, bu müçtehitlerin içtihatlarına göre amel etmiş ve müşkillerini halletmişlerdir. Böylece mezhepler teessüs et­miştir. Bu mezheplerden dördü, bütün ümmet-i Muhammedin gönlünde yer tutmuş ve vicdan-ı umûminin kabulüne mazhar olmuştur.» (57)
«Hak mezheplerde, akıl ve mantığın tasdik etmediği hiçbir mes’ele yoktur. Çünkü onların nokta-i istinadı Kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahadan ibaret olan edille-i şeriyyedir. Dağlardan daha metin olan o edille-i şeriyye, hiçbir beşerî kuvvetin tahrib edemeyeceği çelikten bir kaledir. Bu kaleden çıkanların, ehl-i sünnete düşman olan menfi cereyanlara kapılmaları veya alet olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Şunu da ehemmiyetle nazara vermekte fayda görmekteyim: Mezhebleri beğenmeyen, onlardan birine uymayan veya mezheplerin kolay yanlarını alan bir kimse, asırlardan bu yana gelip geçmiş milyonlarca müslümanın yolundan ayrılmış, kendi başına yeni bir yol tutmuş olur. Böyle kimseler, Kur’an-ı Kerim’in;
“Kim, Peygambere karşı çıkar ve kendisi için doğru yol belli olduktan sonra mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.” (58) tehdidinden de hissedar olurlar.
Mukallid olan bir kimse hangi mezhebe intisab etmiş ise, artık her meselede o mezhebin hükümleriyle amel etmesi ve mezhebinde sebat etmesi lâzım gelir. Ancak zaruret hâllerinde herhangi bir meselede yine kendi mezhebinde kalmak şartıyla, diğer bir mezhebin hükmüyle amel edebilir. Bu ise ancak bir âlimin fetvasıyla mümkün olabilir.
İmam-ı Gazali Hazretleri de bu görüştedir. (59) Mademki taklid sahibi bir mezhebi iltizâm etmiştir, artık onda sebat etmesi gerekir.
Netice olarak; kişinin kendi hevesine uyarak sık sık mezheb değiştirmesi, onları hafife almak manasına gelir.
Son asrın müdakkik alimlerinden Muhammed Kevserî, “Makalât” adlı eserinde bu gibi kimselerin hâlini şöyle tasvir eder:
“Evet, her grubun kendi­siyle gördüğü fakat gerçekte ne onunla ne de bununla olan, yani Arap şa­irinin dediği gibi: ’Yemenlilere vardığında Yemenli, Maadlilere vardığında Adnani’ görünen kişiden daha bozguncusu yoktur.” (60)
Kevserî aynı eserinde, mezhepsizliğin dinsizliğe götüren bir köprü olduğunu da söyler.
Dr. Ramazan el-Bûti ise bu konuda, “Evet, bütün İslâm milleti uzun tarihi boyunca İslâm’ı aynıyla yaşatma imkânını en geniş ölçüde veren müçtehitlerin bu dört imam (İmam-ı A’zam, İmâm-ı Şafi’i, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Hanbel) olduğu üzerinde ittifak edegelmişlerdir.” (61) der ve bu imam­ların yolunu bırakıp insanları mezhepsizliğe davet etmenin “İslâm dinini tehdid eden en tehlikeli bid’at.” (62) olduğunu ilâve eder.
Ramazan el-Bûti, mezhepsizlik dava edenlerin yeni hâdiselere çözüm getirmek yerine, İslâm’ın temel rükünlerini sarsmaya çalıştıklarına dikkati çekerek şöyle der: “Ben bu mezhepsizlerden hiçbirinin bir gün kalkıp da, halkın her gün sorup durduğu yeni mes’elelerden birini araştırdığını görmüş değilim. Onların bütün dertleri, binası ta­mamlanan, hükümleri yerleşmiş bulunan ve mucibince amel edilmekle Müslümanların borçtan kurtulup selamete çıkacak­ları İlâhî emirler hususunda yol gösterici olan hak mezhebleri yıkmak için bütün güçlerini sarfetmekten ibarettir!..” (63)
Dr. Ramazan el-Bûti mezhepsizlik dava edenlere şu iki soruyu sorar:
“Bütün insanları, inşaat işlerinde mühendislere uymaktan vazgeçmeye çağırsan ne olur? İnsanları teşhis ve tedavi hususunda doktorlara tabi olmaktan uzak kalmaya davet etsen ne olur?”
Bu soruya kendisi şöyle cevap verir:
“Hiç şüphe yoktur ki, bunun arkasından gelecek olan şey, insanların ta’mir edeceğiz diye kendi evlerini bile bile tah­rip etmeleri, tedavi zannıyla kendi canlarına kendilerinin kıymalarıdır.” (64)
Mezhep tanımayanları bu tehlikenin kapısına getiren ve müçtehitlere ittibadan men eden en mühim sebep kendi rey ve düşüncelerini müçtehitlerin görüşlerine müsavi, hatta onlardan daha üstün görmeleridir.» (65)
Mezheplerdeki Farklılıkların Rahmet Olması
«İlk devir müctehidlerinden Süfyân- Sevrî [rahmetullahi aleyh], “Şu konuda âlimler ihtilaf etti demeyiniz. Bunun yerine, ‘Alimler bu şekilde ümmete genişlik sağladılar’ deyiniz”» (66) demesi bize hakikati bir cihette anlatır.
“Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” (67) hadîs-i şerifi de bu meselemizde bize ışık tutmaktadır.
«İhtilaf ise tarafgirliği iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazı; mazlum avamı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler mazlum avamı ezerler. Tarafgirlik olsa mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukûlden hakikat tamamıyla tezahür eder.» (68) şeklinde bir itiraz olursa diye Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şöyle cevap vermiştir; «Hadîsteki ihtilaf ise müsbet ihtilaftır. Yani her biri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfî ihtilaf ise ki: Garazkârane, adâvetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır; hadîsin nazarında merduddur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.» (69)
«Allahu Zülcelal Hazretleri, Habib-i Ekremi (a.s.m.) hürmetine, mezhepler arasındaki ihtilaf ile nihayetsiz rahmet ve suhulet kapılarını açtı. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde
“Ümmetimin ihtilafı geniş bir rahmettir.” (70) buyurmakla bu hakikati ifade etmiştir. Evet bu hadis-i şerif her türlü müsbet ihtilafı içine aldığı gibi, mezhepler arasındaki ihtilaflara da şamildir.
“Allah size kolaylık ister, zorluk istemez.” (71)
“Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.” (72)
Bazı âyet ve hadislerdeki kelime ve cümleler ayrı ayrı hükümleri ihtiva etmiştir. Bir tek sedefte müteaddid inciler bulunabilir. İşte müçtehitler âyet ve hadîslerin sedefindeki cevherlerde ihtilaf etmişlerdir. Bu ise muhtelif kapıların açılmasına vesile olmuştur. Bu ihtilaf ümmet-i Muhammed için büyük bir kolaylıktır. Cenâb-ı Hak;
“Ve üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri atar (yani, hata ile adam öldürmekte kısas icrasını ve günah işle­yen azaların, pislik değen elbisenin kesilmesi gibi ağır teklif­leri kaldırır.)” (73) gibi âyet-i kerimelerle şeri’at-ı Muhammediye’nin gâyet derecede suhuletli olduğunu ifade buyurmaktadır.
Meselâ, İmâm-ı Şâfiî’nin “kadına el değince abdestin bozulması” şeklindeki içtihadı, günümüz şartlarında hac ibadeti esnasında çok sıkıntıya sebebiyet verir. Zira tavafın abdestli olarak yapılması lazımdır. Milyonlarca insanın toplandığı o kalabalıkta bu hükmün uygulanması adeta imkansız olduğundan, bu mezhep mensupları diğer mezhepleri takliden tavaf yaparlar.
Abbasi halifesi Harun Reşid, İmâm-ı Mâlik’e “Senin kitaplarını yazdıralım, âlem-i İslâm’ın her tarafına dağıtalım. Ümmeti bunlara sevkedelim”, teklifinde bulunur. İmâm-ı Mâlik şu cevabı verir:
“Ya emire’l-mü’minin, ulemanın ihtilafı Allah’tan bu ümmete rahmettir. Herbiri kendi nazarında sahih olana tabi olur. Hepsi hidâyet üzeredir ve hepsi Allah’ın rızasını ister.” (74)
Müsbet ihtilaf, sahabe döneminde sıkça vuku’ bulmuştur. Hazret-i Peygamber de (a.s.m.) ümmetini, dilediği sahabenin İçtihadıyla amel etme hu­susunda serbest bırakmakla böyle bir ihtilafa razı olmuşdur. Sahabelerini içtihat farklılığından dolayı muaheze etmemiş, her iki tarafın da hükmünü hak ve münasib görmüşdür.
Sefere çıkan iki sahabi, namaz vakti geldiğinde su bulamayınca teyem­mümle namazlarını kılarlar. Sonra vakit içinde su bulurlar. Biri namazı iade eder, yeniden kılar. Diğeri ise önceki kıldığını yeterli görür. Dönüşte durumlarını Resûlullah’a sorarlar. Hazret-i Peygamber iade etmeyene “Sünnete isabet ettin”, diğerine de “Sana iki defa ecir var” cevabını verir.
“Sahabelerim yıldızlar gibidir, onlara uyarsanız hidâyete erersiniz.” (75)
Hadis-i şerifi de bu hakikata işaret etmektedir. Buna binaen herhangi bir insan hak mezheplerden dilediğini tercih edebilir.
Kıblenin bilinmediği yerde namaz kılan bir mümin, kendi içtihadı ile bir yön tayin etse veya her rekatını bir başka yöne doğru kılsa namazın sıhhatine fıkhen hükmolunur.
Bu sayede müslümanlar zaruret hallerinde ruhsatı azimete tercih ede­bilmektedirler. Bu ise onlar için büyük bir rahmet olmuştur. Evet, müslümanlar kendi mezheblerinde çözümü olmayan bir mesele hakkında, zaruret halinde, diğer bir hak mezhebin ruhsatı ile hareket edebilir ve böylece sıkıntıdan kurtulurlar.
Zaten şeriat-ı Muhammediye insanların fıtratına uygun olarak taraf-ı İlâhîden vaz’ edilmiştir.
Müçtehitler arasındaki ihtilaflar ümmet-i Muhammed hakkında rah­met olduğu hâlde; geçmiş ümmetlerin helakine sebep olmuştur. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde “ihtilaf geçmiş ümmetlere azab olduğu halde, benim ümmetime rahmet olmuştur,” buyurmuşlardır.» (76)
Mezheplerin Müslümanlar Açısından Fayda ve Zararları
Mezheplerin faydaları, “Mezheplerdeki Farklılıkların Rahmet Olması” başlığında ele alınmıştır. Kolaylık sağlaması ve zenginlik oluşturması bunun başında gelir.
Mezhepler arasındaki ihtilafların sebebleri ise kısaca şöyledir;
«Mezhepler, büyük şehirlerde kuruldu. İhtilaflar da şehirlerde fıkhi ekollerinin kurulmasıyla başladı. Irak’ta, Hicaz’da ve Şam’da fıkıh ekolleri vardı. Sonra Şiiler, kendi fıkıh ekollerini oluşturdular. Daha sonra her ekolün başında, çevresinde talebeleri olan bir şahsiyet kendini gösterdi, bu şahsiyet, rivayet ve fıkhî dirayet konusunda onlara yardım ediyor, rivayet edilenleri çıkarıyor, olayları onlar üzerine bina ediyor, olayları araştırıyor ve hükümlerini veriyordu. Kufe’de kıyas üstadı Ebu Hanife vardı. Medine’de İmam Malik, Şam’da Evzai, Mısır’da da Leys bin Sa’d bulunuyordu. Sonra, ikinci tabakayı teşkil eden İmâm Şafii, Ahmed bin Hanbel ve Davud ez-Zahiri gibi İmamların devri geldi. İçtihad, bunlardan sonra da devam etti. Sonra, mezhep taraftarlığı başladı. Müctehidler, mutlak ictihâdı bırakıp kendi mezheplerinin çerçevesinde ictihât eder oldular. Daha sonra ise ictihat, mezhebin esaslar çerçeve dinde kalmayarak, mezhep İmamının görüşleriyle ve mezhepte hakkında nass bulunmayan konularla sınırlı hale geldi. Bundan sonra ictihat, sadece mezhep müctehidlerinin görüşleriyle sınırlı kaldı. Ve böylece, öncekilerin bıraktıkları yerde bir donukluk ve duraklama devri başladı. Çünkü, artık kimse ictihât etmiyor, yalnızca öncekilerin görüşüyle yetiniliyordu.
Fer’î fıkıh meselelerindeki görüş farklılığı, öncekilerin icmâ ettikleri şer’i hükümlerin kapsamından çıkmadığı müddetçe, dinde bozulma olduğunu göstermez. İhtilafın sebebi hakkı aramak oldukça, insanlar için, seçtikleri şeyler de kolaylık kapısı açmış olur ve doğru olanını seçmelerini sağlar. Çünkü ha hakikat nuru, görüşler arasındaki ihtilâf ile, çeşitli bakış açılarının bilinmesiyle açık ve kesin bir şekilde parlar.
Bütün müctehid imamlar, farklı görüşleri öğrenmeye özel bir önem vermişlerdir. Ebû Hanife, şöyle diyordu: “İnsanların en bilgini, insanlar arasındaki ihtilâfı en iyi bilendir. Bilginlerin tartıştıkları konulardaki görüşlerini bilmek, delil çıkarma metodlarını, zayıf ve kuvvetli delili araştırıp öğrenen kişinin önüne gerçeği çıkarır. Bu, olaya her yönüyle bakışı sağlar. Olaya her yönüyle bakan kişi ise, olayın doğru mu yanlış mı olduğu hakkında hüküm ver meye daha lâyıktır.
Üzerinde icmâ edilen fer’i meselelerde ve ihtilâf konusu haline getirilemeyecek değişmez İslâmî prensipler üzerinde ihtilâf olmaz.
Mezhepler arasındaki ihtilâf, bunların dışında kalan fer’i meselelerde olmuştur. Dinin değişmez hükümleri şunlardır: Namazın beş vakit olması, Namazda Kâbe’ye dönülmesi, Namazın rükünleri, oruç, zekat ve haccın farziyeti, zekâtın ölçüsü ve bunun gibi, kabul etmeyenin Müslüman sayılmayacağı İslâm’ın temeli olan konular. Yine, şüpheye mahal olmayacak şekilde Kur’ânla sâbit olan; nikahı haram olanlar, miras miktarı ve benzeri konular da temel prensipler olarak kabûl edilir. İslâm bilginlerine göre, bunlar icmâ ile sâbittir, bunları inkâr eden dinden çıkar.» (77)
Yani ihtilaf konuları ayrıntı ve muamelat kısmındadır. 4 hak mezhepten birisi “Namaz 3 vakittir” diğeri de “Namaz 5 vakittir” demez. Hepsine göre de namaz “5 vakittir”. Farklılık namazda her rekatta el kalkar mı, kalkmaz mı gibi konulardadır. Hepsinde de oruç farzdır. Ama ayrıntılarda farklılık vardır. Abdestsiz 4 mezhepte de namaz olmaz. Ama abdesti bozan şeyler de, birine göre mess-i nisvan yani kadına dokunmak bozar, diğerine göre bozmaz. Zekât 4 mezhebe göre de zekât vermek var. Ama farklılık; ziynet eşyasından verilir mi verilmez mi gibi konulardadır. Yani ana konularda ihtilaf yoktur. Teferruat konularda farklılıklar mevcuttur.
Mezheplerin zararlarına gelecek olursak; doğrudan doğruya değil dolaylı olarak bazı zararları vardır. O da insanların bilinçsiz davranması sonucu oluşan şeylerdir. Mesela mezhepçilik, mezhep taraftarlığı, mezhepçilik yapanlar arası çatışmalar ve benzeri durumlar örnek verilebilir. Bu durumlarda suçlu mezhepler değil, mezheplerin hakikatini anlayamayan basiretsiz insanlardır.
«”Mezhep” ve “Fırka” tabirlerini karıştırmamak gerekir.» (78) «Bugün, birçokları “mezhep” ve “fırka” tabirlerini, bilerek veya bilmeyerek birbiri ile karıştırmaktadır. Halbuki, kesin olarak bilinmelidir ki İslâm’da “mezhepler haktır” da “fırkalara ayrılmak yasaktır”.» (79)
Mezhepleri fırka olarak görenlerin halleri zararlar arasında sayılabilir.
«”Hep birlikte Allah in dinine sarılın, fırka fırka olmayın (parçalanıp bölünmeyin)” âyetinde “fırka fırka olmayın (parçalanıp bölünmeyin)” ifadesiyle yasaklanan tefrika, “kendine çekerek ayrılmak, fırka kurmak ve ayrımcılık yapmak, bölünmek ve bölüklere ayrılmak” demektir. Kur’ân-ı Kerîm, Müslümanların, böyle bölüklere, fırkalara ayrılarak birbirlerinden sıyrılmalarını ve ayrı düşmelerini kesin bir dille yasaklamış, Müslümanları ayrılığa düşüren inançları ve kitleleşmelere ön ayak olan fikirleri yermiş ve kötülemiştir. Bu nedenle bu anlamdaki “fırka” yani “tefrika” İslâm kültüründe pek sevilmeyen bir ad olmuş, Kur’ân’da her zaman olumsuz manada kullanılarak yerilmiş ve yasaklanmıştır.» (80)
«Nasslardaki kullanımları dikkate alındığı zaman tefrika, Kur’ân ve Sünneti anlama girişimini “sahte bir bilinç” üzerine temellendirerek Allah ve Rasûlü (s.a.v.) tarafından belirlenen emir ve yasaklara kulak asmayarak İslam’dan yüz çevirmek, fıtrî İslâm’a aykırı düşmek; nefse, şehvete, heva ve hevese uyarak ayrılığa düşmek ve neticede bölünüp parçalanmaktır. Bir başka ifadeyle tefrika, vahiy ve sahih Sünnet’le belirlenen itikad, ibadet ve ahlaki konularda düşülmesi yasaklanan görüş ve ameli ayrılıklardır.» (81)
Yani «”Edille-i Şeriyye”ye bağlı olarak doğan “mezhepler” hak, Müslümanların bilhassa “itikatta” bölünmeleri ve dağılmalarına sebep olan “fırkacılık” bâtıldır ve yasaktır.» (82)
Fırkalara bölünmenin yasak olduğunu anladığımız âyetlerden birkaçı şunlardır;
«O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın! Hem Allah’ın size olan ni’metini hatırlayın!» (83)
«Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler (yahudi ve hristiyanlar) gibi de olmayın! Hem işte onlar yok mu, kendileri için (pek) büyük bir azab vardır.» (84)
«Allah’a ve Resûlüne itâat edin; birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize korku düşer de (size heybet veren) rüzgârınız (kuvvetiniz) gider; o hâlde sabredin! Şübhesiz ki Allah, sabredenlerle berâberdir.» (85)
«(Hepiniz) O’na yönelen kimseler olarak, O’ndan sakının, namazı hakkıyla edâ edin ve müşriklerden olmayın! O (müşrik) kimselerden ki, dinlerini parçalayıp kısım kısım oldular. (Ve üstelik onlardan) her tâife, kendi yanlarında olan (din) ile sevinen kimselerdir.» (86)
Netice; İslâm dininde mezhepler vardır. Ama mezhepçilik yoktur. Mezhepler fayda verir, mezhepçilik ise her daim zarar verir. Mezhepler rahmettir, mezhepçilik azaptır. Mezhepler fırka değil, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfleri anlama, yorumlama biçimi ve metodudur. Mezhepler; İslâm dininin fiiliyata dökülmesinde ve karşılaşılan durumlarda kolaylıklar verir. Ve bu şekilde insan fıtratına da uygundurlar. Müçtehidin-i İzam Hazeratı başta olmak üzere bütün ulemâ-i İslâm’a Allah rahmet eylesin ve bizleri de ehl-i sünnet ve’l-cemaat yolundan şaşırtmasın. Âmin.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1- DİB Yayınları, Sorularla İslâm, s. 73
2- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Mezhep maddesi
3- Ebû Dâvûd, Akdıye, 11: Tirmizî, Ahkâm, 3
4- Lütfi Şentürk-Seyfettin Yazıcı, İslâm İlmihâli, DİB Yayınları, s. 29
5- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 147
6- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 147
7- DİB Yayınları, Sorularla İslâm, s. 74
8- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 600
9- Kur’ân-ı Kerîm, Hayrat Neşriyat Meâli, Nahl Sûresi 36. Âyet Meâli
10- Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 5/265-266; İbn Hibbân, es-Sahîh, 2/77
11- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 600
12- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 600
13- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 600
14- Said Özdemir, Açıklamalı Şafiî İlmihâli, s. 8
15- Said Özdemir, Açıklamalı Şafiî İlmihâli, s. 9
16- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 600-601
17- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 601-602
18- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 602
19- Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Sûresi, 43. Âyet Meâli
20- Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, s. 43-45
21- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 11, s. 546-548
22- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 38, s. 23-28
23- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 155
24- Hüseyin Okur, Yolumuz Dört Mezhep, s. 75
25- Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s. 369-370
26- Muhammed Zahid el-Kevserî, Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür, s. 5
27- Bkz. Hasan bin Ammar Şürünbülali, Nuru’l-İzah Tercümesi Nuru’l-Misbah, s. 5
28- Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 39
29- Hasan bin Ammar Şürünbülali, Nuru’l-İzah Tercümesi Nuru’l-Misbah, s. 5
30- Hüseyin Okur, Yolumuz Dört Hak Mezhep, s. 75
31- Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 118
32- Buhârî , Tefsir: 62; Tirmizî, 47. Sûrenin tefsiri: 3
33- Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 39
34- Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 39
35- Halil Günenç, Şafiî İlmihali, s. 605-606
36- Halil Günenç, Şafiî İlmihali, s. 616
37- Halil Günenç, Şafiî İlmihali, s. 618
38- Said Özdemir, Açıklamalı Şafiî İlmihâli, s. 291
39- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 117
40- El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:53, 54
41- Said Özdemir, Açıklamalı Şafiî İlmihâli, s. 293
42- Zehebî, XI, 182-183
43- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 2. , s. 75-80
44- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 155
45- Bkz. Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 156
46- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 155
47- İbn Sa‘d, s. 440; İbn Abdülber en-Nemerî, el-İntiḳāʾ, s. 80-81
48- İbn Abdülber en-Nemerî, el-İntiḳāʾ, s. 80; Süyûtî, s. 71
49- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 506-513
50- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 155
51- Lütfi Şentürk-Seyfettin Yazıcı, DİB Yayınları, İslâm İlmihâli, s. 32
52- Lütfi Şentürk-Seyfettin Yazıcı, DİB Yayınları, İslâm İlmihâli, s. 32
53- Hüseyin Okur, Yolumuz Dört Hak Mezhep, s. 30
54- Ebu’l-Mevahib Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali eş-Şârânî, Mizan-ı Kübra, s. 44
55- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 534
56- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 535
57- Mehmed Kırkıncı, Bütün Eserleri-2, İçtihad Nedir?, s. 356
58- Nisa Sûresi, 4. Âyet Meâli
59- Muhammed Seyyid, Medhal, s. 306
60- Muhammed Zahid el-Kevserî, Makalât, s. 163
61- Muhammed Said Ramazan el-Buti, Mezhepsizlik, s. 146
62- Muhammed Said Ramazan el-Buti, Mezhepsizlik, s. 182
63- Muhammed Said Ramazan el-Buti, Mezhepsizlik, s. 206
64- Muhammed Said Ramazan el-Buti, Mezhepsizlik, s. 192
65- Mehmed Kırkıncı, Bütün Eserleri-2, İçtihad Nedir?, s. 359-361
66- Hüseyin Okur, Yolumuz Dört Hak Mezhep, s. 46
67- El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:210-212
68- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 299
69- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 300
70- Keşfu’l-Hafa, I, 64,66
71- Bakara Sûresi, 185. Âyet Meâli
72- Hac Sûresi, 78. Âyet Meâli
73- Araf Sûresi, 157. Âyet Meâli
74- Ebu’l-Mevahib Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali eş-Şârânî, Mizan-ı Kübra, s. 77
75- Müstedrek, 1, 286; Sünenü’d-Darimi, 1, 207
76- Mehmed Kırkıncı, Bütün Eserleri-2, İçtihad Nedir?, s. 377-379
77- Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s. 308-309
78- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 147
79- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 147
80- Mehmet Kubat, İslâm Mezhepleri Tarihi, s. 62
81- Mehmet Kubat, İslâm Mezhepleri Tarihi, s. 62
82- Seyyit Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, s. 150
83- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Âl-i İmrân Sûresi 103. Âyet Meâli
84- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Âl-i İmrân Sûresi 105. Âyet Meâli
85- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Enfal Sûresi, 46. Âyet Meâli
86- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Rum Sûresi, 31-32. Âyet Meâlleri

FERT, AİLE VE TOPLUMDA BİR İNKILAP : NAMAZ

Namaz, küllî ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Küllî ve umumî bir şükrün mükafatı olarak da Cenâb-ı Hak, kemal-i kereminden cennetini kullarına ihsan ediyor. “Cennetin anahtarı namazdır, namazın anahtarı ise abdesttir.” (1) hadîs-i serîfi de bu noktaya bakmaktadır.

اَلصَّلَاةُ عِمَادُ الدّ۪ينِ şeklinde yaygın olarak bilinen hadîs-i şerifte ise meâlen Fahr-i Âlem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz “Namaz dinin direğidir.” (2) buyurarak, namazın ehemmiyetine işaret etmiştir.

Namaz, İslâm dininde bir kıstas hükmündedir. Dinin sağlamlığı konusunda namaz bir ölçü ve mizandır. “Namaz kılmayanın dini sağlam değildir. Dinde namazın yeri, vücutta başın yeri gibidir.” (3) hadîs-i şerîfi konumuza bakmaktadır. Başsız vücut düşünülemeyeceği gibi, namazsız bir dinî yaşayış da düşünelemez.

Namazın bir boyutu da vardır ki mânen yükselme, urûc etme gibi anlamlara gelen “mi’rac” kelimesi ile de tavsif edilmiştir, yani vasıflandırılmıştır. “Namaz, mü’minin mi’racıdır” (4) şeklindeki rivâyet bu hakikate bakmaktadır. “Bir nevi mi’rac hükmünde olan namaz” (5) diyerek de Bediüzzaman, bu rivâyete atıf yapmaktadır.

Şimdi de İslâm dininin üzerinde hassasiyetle durduğu namazın; fert, aile ve toplum üzerindeki maddî ve mânevî faydaları üzerinde duralım.

Namazın Fert Üzerindeki Faydaları

Cenâb-ı Hak, “yüzer âyât-ı Kur’âniyede Müslümanlar için en büyük hakikat, îmândan sonra namaz olduğunu mükerreren emrediyor.” (6) Yani; “İslâmiyet’te îmândan sonra en yüksek hakikat namazdır.” (7) Elbette ki, böyle yüksek bir hakikat olan namazın; fert üzerinde faydaları vardır.

Cenâb-ı Allah, kendisinden nasıl yardım talep edilmesini meâlen şöyle belirtmiştir; “Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile (Allah’dan) yardım isteyin! Muhakkak ki Allah, sabredenlerle berâberdir.” (8) İnsan fıtraten aciz ve zayıf yaratılmıştır. Ve İlâhî bir kudrete istinad edip dayanmak ve O’na güvenmek fıtratında yani yaratılışında vardır. O insana mânevî bir kuvvet ise ancak her şeye kuvveti yeten bir Ezelî Allah’ın emirlerini yerine getirmekle olur. Yani namaz, mânevî kuvvet vermesi ile o insana mânen fayda sağlamaktadır.

Bahsi geçen âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde şunlar belirtilmektedir; “Âyette hangi konuda sabırlı olmak gerektiği belirtilmemiştir. Bu sebeple ibadetleri yerine getirmek, haramlardan kaçınmak, her türlü düşmanca hareketlere karşı direnmek, musibet ve acılara katlanmak gibi dayanıklılığı gerektiren her durumda sabretmek bu buyruğun kapsamına girer. Bunun yanında, kıble değişikliğinden sonra vuku bulan olaylar dikkate alındığında, burada özellikle İslâm’ın varlığına son verme kararında olan düşmanlara karşı verilecek mücadelelerde sabır ve metanet göstermenin kastedildiği de anlaşılmaktadır. Nitekim kıble değişikliğinden yaklaşık iki ay sonra Bedir Gazvesi vuku bulmuş, sonraki dönemlerde de müşriklere ve diğer gayri müslim unsurlara karşı silâhlı mücadeleler devam etmiştir. 153 ve devamındaki âyetler bir bakıma, müslümanları böyle bir sıkıntılı döneme hazırlıyor; bu dönemlerde sabır ve sebat göstererek, Allah’ın divanına durup namaz kılarak O’ndan yardım dilemelerini istiyor; Allah’ın sabredenlerin yanında olduğu müjdesini veriyor. Sabır, insanın bir amaç için ortaya koyduğu özverinin, kararlılığın, güçlü azim ve iradenin ürünüdür; dolayısıyla sabır, insanın kendi benliğiyle ilgili tavrıdır. Namaz ise onun bedeni, dili ve kalbiyle kısaca bütün varlığıyla Allah’a yönelmesi halidir; şu halde namaz da müminin Allah ile ilgili tutumudur. Böylece sabırla benliğini güçlendiren, namazla da Allah ile birliktelik kuran insan, başarının psikolojik şartlarını tamamlamış olur.” (9) Buradan da anlaşıldığı üzere insanın ibadetleri yapması, hususen namaz kılması; haramlardan kaçınma iradesi, her türlü düşmanca hareketlere karşı direnme gayreti, musibet ve acılara tahammül etme iktidarını da sağlamaktadır.

Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’de namaz için “Allah’ı anma” ifadesi de yer almaktadır. Yani namaz, zikrin bir çeşididir. Onun içindir ki âyet-i celîlede “Şübhe yok ki ben, (evet) ancak ben Allah’ım; benden başka ilâh yoktur; öyle ise bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl!” (10) buyurulmaktadır. Bir diğer âyet-i kerimede ise meâlen “Onlar, îmân edenler ve kalbleri
Allah’ın zikri ile mutmain olan kimselerdir. Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.” (11) buyurulur. Bu iki âyet-i kerîmeyi beraber düşününce namazın bir diğer faydası da, kalpleri mutmain ettiğidir. Mutmain etmek; yani yatıştırmak, tam bir kanaatle inanmak, kalbini ferahlandırmaktadır.

Namaz kılmakta insana herhangi bir meşakkat de bulunmamaktadır. Aksine “namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.” (12) Namaz; ruha, kalbe, akla büyük bir rahatlık verir. Aynı zamanda namaz sayesinde insanın diğer haram olmayan gündelik işlerini yapması ona, ibadet sevabını vermektedir. Bu şekilde bütün ömür sermayesini âhirete mal ederek, fâni örünü bir yönüyle ebedîleştirir. Namazın mânevî faydalarının yanında maddî faydaları da vardır. Konuyla ilgili bir âyet-i kerîme meâlen şöyle buyurulur; “(Ey Resûlüm!) Kitab’dan sana vahyedileni oku ve namazı hakkıyla edâ et! Şübhe yok ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden (insanı) alıkoyar. (Namaz kılarak) Allah’ı zikretmek ise, elbette (her şeyden) en büyük olandır. Ve Allah, ne yaparsanız bilir.” (13) Namazın çirkin işlerden ve kötülüklerden insanı alıkoyması buna misaldir. Fert bazında kişiyi kötülüklerden de muhafazayı sağlayan yine namazdır. “Muhakkak ki namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirli (bir farz) olarak yazılıdır.” (14) şeklinde meâl verilen âyet-i celîlenin tefsirine dair Bediüzzaman Sözler eserinde şunları belirtmiştir;
“Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.Evet, her bir namazın vakti, mühim bir inkılab başı olduğu gibi azîm bir tasarruf-u İlahînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlahiyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelal’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnüne karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.” (15) Namazın belli vakitlerde farz kılınması ve bu farzı îfa ederken, ruh mânen teneffüs etmekte yani nefes almaktadır. Ruha nefes aldıran bir ibadet elbetteki faydasız değildir ve olamaz!

Namazın her gün her gün beşer defa kılınmasından dolayı usanç verdiğini söyleyen ve yaş olarak, bedenen ve rütbe itibariyle büyük bir adamın sözü ve o söze Üstâd Bediüzzaman Hazretleri tarafından verilen cevaplar da mânevî faydaları içerisinde değerlendirilebilir; «Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.” O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım o zat o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: “Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.”
Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil beş ikazı benden işit.» (16) Burada geçen beş ikazdan iki tanesini misal olarak verebiliriz. Şöyle ki;
“BİRİNCİ İKAZ Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki ömrün azdır hem faydasız gidiyor. Elbette onun yirmi dörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.” (17) Burada da namazın insanı, ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olduğu belirtilmiştir. Çünkü o namaz ki insanın hayat-ı ebediyesinin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmettir. Bunlar insanın mânen ve ruhen faydasına olan şeylerdendir.

“İKİNCİ İKAZ Ey şikem-perver nefsim! Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbaniyemin hava-yı nesîmini cezb ve celbeden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.
Evet, nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve müptela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pür-sevda bir kalbin kut ve kuvveti, her şeye kàdir bir Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.
Evet, şu fâni dünyada kemal-i süratle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise her şeye bedel bir Mabud-u Bâki’nin, bir Mahbub-u Sermedî’nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.
Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir zatın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latîfe-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.” (18) Burada da insanın namaz vasıtasıyla şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde ancak namazın penceresiyle nefes alabileceği belirtilmiştir. Namaz ruhun penceresi vazifesini görmektedir.

İbn-i Mes’ud Radıyallâḥu Anh’tan rivâyet edildiğine göre, bir adam Rasûlullah Sallâllâhu Aleyhi Vesellem’e: “Amellerin/ibadetlerin en faziletlisi hangisidir?” diye sordu.
Rasûlullah (asm) Efendimiz: “Vaktinde kılınan namazdır.” buyurdu. (19) Bu hadîs-i şerîften anlaşılacağı üzere “vaktinde kılınan namaz” vesilesi ile kişi “en faziletli ameli” yapmış ve sevabına nail olmuş olacaktır. Bu da namazın kişiye sağladığı bir diğer mânevî faydasıdır.

Muaz bin Cebel (ra) anlatıyor: Rasûlullah (asm) ile birlikte bir yolculukta idim. O şöyle buyurdu:
“Dinin başı İslâm (kelime-i şehadet getirerek Allâh’a teslim olmak), direği ise namazdır.” (20) Demek ki namazını kılan kimse din çadırının direğini kurmuş demektir.

Nitekim bir diğer rivâyette ise Abdullah bin Mes’ud (ra) tarafından nakledildiğine göre, Rasûlullah (asm) şöyle buyurdu:
“(Kıyamet gününde) kulun ilk önce hesaba çekileceği şey, namazdır.” (21) Bu mânâyı da içinde barındıran bir diğer hadîs-i şerîf ise şudur;
Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (asm) şöyle buyurmuştur:
“(Kıyamet günü) kulun ilk hesaba çekileceği şey, namazıdır. Eğer bunu tam olarak yapmışsa (ne âlâ!) Ama (farz namazları tamam) değilse, Allah Teâlâ: «Kulumun nâfilelerine bakın!» buyurur. Eğer nâfile namazı bulunursa, «Onunla farz namazları tamamlayın.» buyurur.” (22) Namazı kılan kişi hesaba çekileceği ilk şeyi ifa etmiş oluyor ki; bu da onun mânevî kazançlarındandır.

Namazın Aile Üzerindeki Faydaları

Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Azîm’de meâlen; “(Ey Resûlüm!) Âilene namazı emret, (kendin de) ona sabırla devâm et! Senden rızık istemiyoruz. (Bil’akis) seni biz rızıklandırıyoruz. (Güzel) âkıbet, takvâ (sâhibleri) içindir.” (23) buyuruyor. Namazı kendimiz kıldığımız gibi, ailemize namazı emretmemiz bize emredilmektedir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede Rabbimiz (cc) şöyle buyurmaktadır; “Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun!” (24) Namaz demek ki sadece şahsî olarak yapıldıktan sonra bir mes’uliyeti olmayan bir ibadet değil; aynı zamanda aile halkına da emretmemiz gereken bir ibadettir.

Unutmamak gerekir ki; “her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir.” (25) Bu “küçük cennetimizi” mânen huzur ile doldurmaya vesile olabiliriz. Bu vesileler ise başta namaz olarak diğer ibadetleri ailece îfa etmek ile olur.

“Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cem’iyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce, bir tahassungâh ise aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır.” (26) Aile hayatı “dünyevî saadet için bir cennet” olmasının yanında “bir melce” yani sığınak ve “bir tahassungâh” yani sağlam korunulacak yerdir. Aile hayatında namazı bir rükün haline getirmek; bütün aile bireylerini ruhen ve mânen ferahlandırır.

Cemaatle namazın faziletine dair şu hadîs-i şerîf aile ile de cemaat yapıp namaz kılmaya teşvik mahiyetindedir; “Kişinin bir başka kişi ile birlikte kıldığı namaz, tek başına kıldığı namazdan, iki kişi ile birlikte kıldığı namaz bir kişi ile birlikte kıldığı namazdan daha sevaptır. Cemaat ne kadar çok olursa bu namaz Allah’a o nispette sevimlidir.” (27)

Resulullah’a (asm) ‘namazın çocuğa ne zaman emredileceği’ sorulmuştu: “Çocuk sağını solundan ayırmasını bildi mi ona namazı emredin” buyurdu.” (28) Bu hadîs-i şerîfte anne babalara düşen bir vazifeyi belirtmektedir. Toplumun en küçük yapı taşı olan ailede dinî eğitimini alan bir çocuk, topluma da faydalı olacaktır. Aileler toplumu oluşturur, çünkü “memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir.” (29) Aile içinde cemaatle namaz kılınması ve çocuğa da namaz öğretilmesi; hem o aileyi hem de çocukları mânen yetiştirir ve dinî hayatlarına olumlu etkiler yapar.

Şu âyet-i kerîmede ise çocuklarımıza nasıl öğüt vermemeiz bize misalen gösterilmiştir;
«Kendine câhilce kötülük edenden başka kim İbrâhim’in inanç sistemini [*âyet-i kerimenin Arapçasında “milleti ibrâhîme” şeklinde geçmektedir. “İbrahim’in dinini” diye de meâl verilmiştir.] reddeder? Oysa biz, gerçekten onu dünyada seçkin kıldık; şüphesiz ki o, âhirette de iyiler arasında yer alacaktır. Çünkü rabbi ona, “Bana teslim ol” buyurmuş; o da,
“Âlemlerin rabbine teslim oldum” demişti. İbrâhim de bu dini oğullarına vasiyet etti, Ya‘kub da. “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti; öyleyse yalnız O’na teslim olmuş müminler olarak can verin!” (dediler).» (30) Ya’kub (as) nasıl ki oğullarına “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti; öyleyse yalnız O’na teslim olmuş müminler olarak can verin!” demiş ise bizlerin de dil ile bunu söylememiz gerektiği gibi; halimiz ve fiillerimiz ile de bunu göstermeliyiz.

Namazın Toplum Üzerindeki Faydaları

Namazın toplumsal faydalarından bir kaçına değineceğiz.

Namazın fert üzerindeki faydalarına da misal verdiğimiz; “(Ey Resûlüm!) Kitab’dan sana vahyedileni oku ve namazı hakkıyla edâ et! Şübhe yok ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden (insanı) alıkoyar. (Namaz kılarak) Allah’ı zikretmek ise, elbette (her şeyden) en büyük olandır. Ve Allah, ne yaparsanız bilir.” (31) şu âyet-i kerîme, aynı zamanda toplumsal bir faydayı da beraberinde getirmektedir. Günah olan şeyler aynı zamanda suç olan şeylerdir. Suç oranının düşmesi toplumun da, devletin de faydasına olur. Namaz; hem mânen refah, huzur ve sürûr kalplere verirken aynı zamanda da suç oranlarının düşmesini sağlayıp maddî olarak da fayda sağlamaktadır.

Mâun Sûresi’nde ise meâlen şöyle buyurulur; “Artık vay o namaz kılanların hâline! Ki onlar, namazlarından gaflet edenlerdir (ona ehemmiyet vermezler)! Onlar ki, riyâkârlık (gösteriş için ibâdet) ederler! Ve mâûn’u (zekâtı) men‘ ederler!” (32) فَوَيْلٌ لِلْمُصَلّ۪ينَۙ şeklinde geçen âyet-i kerîmeye şu şekilde mânâlar da vermişlerdir;
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki…” (33)
“Fakat veyl o namaz kılanlara ki…” (34)
“İşte (bu vasıflarla beraber) namaz kılan (münafık) ların vay haaline ki…” (35)
Aynı zamanda âyet-i kerimede geçen “veyl” kelimesinin diğer anlamları ise şunlardır; “Cehennem’de bir çukurun ismi veya Cehennem’in bir kapısının ismi.” (36)

Aynı zamanda âyet-i kerimede geçen “(Maûn) zekât, sadaka, itâat, ihtiyaç maddeleri ma‘nâlarını taşır.” (37)

Mâun Sûresi’nde geçen bu âyet-i kerîmelerden hareketle namazın hakkını veren kişilerin; zekâtını, sadakasını veren ve ibadetini sırf Allah rızası için riyasız yapan kimseler olması gerekmektedir. Zekât bilindiği üzere toplumsal dayanışma ve yardımlaşma konusunda köprü vazifesi görmektedir. Bu konuya işaret olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz şöyle buyururlar; “Namaz dinin direği, zekât da köprüsüdür.” (38) Bir diğer hadîs-i şerîflerinde ise “Zekât, İslâm’ın köprüsüdür.” (39) buyuruyorlar. Namaz ve zekât ile ilgili bu hadîsleri Bediüzzaman, şu şekilde değerlendirir; “Namaz عِمَادُ الدّ۪ينِ yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi zekât da İslâm’ın kantarası yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.” (40) Bu sebeplere mebnidir ki, Cenâb-ı Allah da Kur’ân-ı Hakîm’de İslâm dinin bu iki esasını art arda zikretmiştir. “Namazı hakkıyla edin, zekâtı verin ve peygambere itâat edin ki merhamet olunasınız!” (41) Buradan çıkan sonuca göre de, namaz kılan kişi toplumsal bir köprü vazifesi gören zekâtı edâ ederek; toplum içinde dayanışma ve yardımlaşma bilincini arttırmaktadır. Bu durum da namazın hem maddî hem de mânevî faydaları arasında zikredilebilir.

Mâun Sûresi’ndeki iligili âyet-i kerîmelerin tefsiri sadedinde şunlar söylenmiştir, “Burada namaz kılmalarına rağmen kınananların olumsuz tutumlarına üç örnek sıralanmıştır: a) Namazlarının özünden uzak olmaları, b) İbadetlerinde halka gösteriş yapmaları, c) Hayra engel olmaları. “(Namazlarının) özünden uzaktırlar” diye çevirdiğimiz sâhûn kelimesinin sözlük anlamı “unutanlar” olup bu bağlamda, “namazlarını vaktinde kılmayanlar” şeklinde yorumlayanlar bulunmuşsa da Taberî, bizim de meâlde esas aldığımız yorumunda sâhûn kelimesini, “namazı ciddiye almayanlar, başka şeylerle meşgul olmayı namaz kılmaya tercih edenler” şeklinde anlamanın daha isabetli olduğunu, bunun vaktinde kılınmaması veya büsbütün terkedilmesiyle ilgili yorumu da kapsadığını belirtmiştir (XXX, 312). Bir kimsenin namazı ciddiye almamasının, namaz kılıyor görünse bile onun özünden uzak kalmasının önemli bir sebebi, 6. Âyette riyâ kavramıyla ifade edilen “halka gösteriş yapma” eğilimidir. Riyâ, özellikle dinî davranışlarla ilgili bir terim olup “bir kimsenin, kendisinde bulunmayan dinî ve ahlâkî bir meziyeti, bir erdemi varmış gibi göstermesi, iyilik yapıyormuş gibi görünmesine rağmen yaptıklarıyla –iyiliğin din ve ahlâktaki karşılığından öte– maddî veya manevî bir çıkar amaçlaması” anlamına gelir. İşte âyette bu tutum eleştirilmektedir.

“Hayır” diye çevirdiğimiz son âyetteki mâûn kelimesini Taberî, “insanın yararına olan her şey” şeklinde tanımlar ve kelimenin âyetteki anlamının “zekât, farz olan sadaka, diğer malî yükümlülükler, insanların kendi aralarında birbirine yararlandırmadıkları nimetler, hak, ödünç, mal” gibi anlamlara geldiğine dair görüşler naklettikten sonra kendisi mâûn kelimesinin bu bağlamda insanlara iyilik, hayır, nimetlerin paylaşılması gibi anlamları kuşatan genel bir ifade olduğunu belirtir (XXX, 313-320). Bu sebeple biz de meâlde mâûnu geniş bir kavram olan “hayır” kelimesiyle ifade etmeyi uygun bulduk.

Sûrede dikkati çeken önemli bir nokta şudur: İbadetlerde şekil şartları da vazgeçilmez olmakla birlikte, en az şekil kadar özen gösterilmesi gereken husus, imanla birlikte niyet, ihlâs, huşû, takvâ gibi kavramlarla ifade edilen öz ve içeriktir. Kur’an’a göre ibadetlerde niyet ve ihlâs, tevhid ilkesinin ibadetteki yansımasıdır (meselâ bk. Fâtiha 1/5; Âl-i İmrân3/64).
Bunu Hz. Peygamber, “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek” şeklinde belirtmiştir (Buhârî, “Îmân”, 37). İşte 4-6. Âyetlerde, “Vay haline o namaz kılanlara ki, onlar namazlarının özünden uzaktırlar; halka gösteriş yaparlar” meâlindeki eleştiriyle verilmek istenen mesaj budur.

Sûrede dikkati çeken diğer önemli bir nokta da Allah’a gönülden ibadet etmekle yardımlaşma ve dayanışmanın dindarlıkta birbirinden ayrılmazlığının vurgulanmış olmasıdır. Buna göre gerçekten dine inanan ve âhiret sorumluluğu taşıyan insan hem Allah’a hem de yaratılmışlara karşı ödevlerinin bilincinde olup bunları tam bir ihlâs ve samimiyetle yerine getiren, kendisi iyilikler yaptığı gibi herkesin de iyilik yapmasına ön ayak olan, yardımlaşma ve dayanışmanın önünü tıkayan değil, aksine gelişip yaygınlaşmasına, bireyselliği aşarak toplumsal ve kurumsal bir yapı kazanmasına katkıda bulunan insandır. İslâm’ın hâkim kılmak istediği gerçek ahlâk ve üstün insanlık işte budur.” (42)

Abdullah bin Ömer’den (r.anhüma) rivâyet edildiğine göre, Resûl-i Kibriya (asm);
“Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi kat daha faziletlidir.” buyurmuştur. (43) Cemaatle namaz kılmanın faziletine dair bu ve benzeri hadîs-i şerîfler toplumsal dayanışma ve uhuvvet yani kardeşlik ruhunu pekiştirmektedir.

Bu hadîs-i şerîfe bir şerh mahiyetinde Bediüzzaman şöyle demiştir; “Taat ise, cemaat ile daha efdal ve daha ahsendir.” (44) İslâm dininde ibadetleri cemaat halinde yapmak, her zaman için daha faziletli ve daha güzel kabul edilmiştir.

Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre, Fahr-i Kâinat (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse câmiye gitme niyetiyle evinden çıktığında, attığı (her) bir adımla kendisine bir sevap yazılır, diğer adımıyla bir günahı silinir.” (45) Bu hadîs-i şerîfte de Müslümanların bir araya gelip cemaatle kılmalarının yanı sıra camiye giderken attığı her adıma sevap verildiği ifade edilmiştir. Bu hadîs-i şerîfler teşvik bakımından mühimdir.

Resûl-i Sakkaleyn yani hem cinlerin hem de insanların Resûlü (asm), bir gün Ebu’d-Derdâ’ya (ra); bir yerde üç kişi bulunduğu hâlde cemaatle namaz kılmazlarsa, şeytanın onları kuşatıp yeneceğini söylemiş, ardından da şöyle buyurmuştur:
“Cemaate devam et. Çünkü kurt, sürüden ayrılanı yer!..” (46) Müslümanların topluluk halinde, birlik ve beraberlik içinde olması ve cemaat halinde bulunmalarına dikkat çeken bu hadîs, mühim bir hadîs-i şerîftir. Namaz konusunda cemaatle kılmaları onları şeytanın yenemeyeceğine de bir işarettir.

Mü’min ve Müslümanların cemaat olmaları ve birlik olmaları ile ilgili hadîsleri izah mahiyetinde Bediüzzaman şöyle demiştir; “Zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.” (47)

Bir başka hadîs-i şerîflerinde Habibullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur:“Eğer (insanlar) yatsı ve sabah namazlarındaki fazileti bilselerdi, sürünerek de olsa o ikisini cemaatle kılmaya gelirlerdi.” (48) Burada da cemaatle namaza dikkat çekilmiştir.

Yatsı ve sabah namazının faziletine dair ise şöyle buyurmuştur Seyyidü’l-Enbiya (asm) Efendimiz; “Yatsı namazını cemaatle kılan, gecenin yarısını, sabahı da cemaatle kılan, gecenin tamamını ibâdetle geçirmiş sayılır.” (49)

Camiye giderken atılan her bir adıma sevap verilmesi, cemaatle kılınan namaza yirmi yedi kat sevap verilmesi ve çeşitli faziletler ile ilgili hadîs-i şeriflerin yanı sıra camide veya mescidde ön safta bulunmanın ve ezan okumanın da faziletini beyan buyurmuşlardır Efendimiz (asm); “İnsanlar ezan okumanın ve namazda birinci safta bulunmanın ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, sonra bunları yapabilmek için kur’a çekmek zorunda kalsalardı kur’a çekerlerdi. Şayet camide cemaate erken yetişmenin ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, birbirleriyle yarışa girerlerdi. Eğer yatsı namazı ile sabah namazındaki fazileti bilselerdi, emekleyerek ve sürünerek de olsa bu iki namaza gelirlerdi.” (50)

Cemaatle namaza giden kişinin aldığı sevaba dair bir diğer hadîs-i şerîf ise şudur; “Bir kimse evinde güzelce temizlenir, sonra Allah’ın farzlarından bir farzı yerine getirmek için Allah’ın evlerinden birine giderse, attığı adımlardan her biri bir günahı silip yok eder; diğer adımı da onu bir derece yükseltir.” (51)

Ayet-i kerîmelerde de cem’ yani çoğul kullanım söz konusudur. Bu âyet-i kerîmelerden birirsi şudur; “Hem namazı hakkıyla edâ edin, zekâtı verin ve rükû’ edenlerle berâber rükû’ edin! Hem namazı hakkıyla edâ edin, zekâtı verin ve rükû’ edenlerle berâber rükû’ edin!” (52)

Ayetteki “Rükû edenlerle birlikte rükû edin” emri zorunluluk mu ifade eder? Başka bir ifade ile cemaatle namaz kılmanın hükmü nedir? Farz mı, vacip mi, sünnet mi? Beş vakit namazı cemaatle kılmanın, peygamberin emri, imanın alâmeti, İslâm’ın şiarı ve sembolü olduğu konusunda ittifak etmekle birlikte İslâm bilginleri, ayetteki emrin zorunluluk ifade edip etmediği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Cemaatle namaz kılmanın önemine dair hadislerden (53) hareketle Hanbelî âlimleri, cemaatle namaz kılmanın erkekler için “farz-ı ayn”, Şafiî âlimleri, “farz-ı kifâye”, Hanefî ve Malikî âlimleri ise “sünnet-i müekkede” olduğu içtihadında bulunmuşlardır. Şu hadîs-i şerîf, namazı camilerde cemaatle kılmanın sünnet olduğuna delâlet eder: “Ezan okunan camilerde namaz kılmak sünen-i hüdâdandır.” (54)

İslâm bilginleri namazı camilerde cemaatle kılmanın hükmü konusunda ihtilâf etmekle birlikte camilerin cemaatsiz bırakılmasının asla caiz olmadığı, namazların cemaatle kılınmasının daha sevap olduğu, mazeretsiz cemaatin terk edilmesinin doğru olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. (55)

İbadetin Faydaları ve Hikmetleri Tercih Ettiren Sebep Olabilirler, Asıl Sebep ve Maksad Olamazlar

Yanlış anlaşılmaması gereken nokta şudur ki; namazın maddî ve mânevî faydaları illet değildir ve olamaz. Yani asıl sebep ve maksad bu faydalar değildir. Namazın faydaları ve hikmetleri ancak müreccih yani tercih ettiren sebep olabilirler. Bu konuyu daha geniş ve kapsamlı bir şekilde “ibadet”lerin tamamına şamil olarak Bediüzzaman şu şekilde ele almıştır;
“İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.” (56)

Rıza-yı İlâhî’yi yani Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan ibadetler, ibadetlerin en kamili, en ihlaslısı ve yükseğidir. Lakin hubb-u cennet (cennet sevgisi) ya da havf-ı cahîm (cehennem korkusu) ile yapılan ibadetler de meşru sayılmıştır. İmanın kuvvet ve mertebesine göre kimisi sadece Allah’ın rızasını arar kimisi cennette girmek için kimisi de cehennemden kurtulmak için ibadet eder. Bu yüzden “Cennete gitmek için iyilik yapanlar veya ibadet edenler cennete gidemez.” diye bir hükme gidilemez. Böyle denilmesi yanlıştır.

İhlası kaçıran, ameli iptal eden, ibadeti bütünü ile değersizleştiren, hatta günaha dönüştüren hata ve hatta şirke kadar götüren dünyevi menfaatler ve kaygılar ile yapılan ibadetlerdir.

“Falanca kişi bana cömert desin.” diye zekât veren birisinin zekâtı, değil ibadet olmak insanı ateşe sürükleyen bir amele dönüşür. Bu durum darb-ı mesel yani atasözünde de geçtiği üzere “Dost pazarda görsün.” kabilindendir. Ama zekâtı cennete girmek ya da cehennemden kurtulmak için verse, bu düşüncesi uhrevi olduğundan meşru ve sevaplıdır.

Niyete dünyevi bir gaile girdi mi amel bütünü ile iptal olur. Hatta bunun yüzdesi bile olmaz, yani “Şu ibadetimin yüzde doksan dokuzunu Allah için, kalan yüzde birini de halk için yapıyorum.” dese, o ibadet batıl olur ve hiçbir değeri kalmaz.

İbadetler yüzde yüz uhrevî yani âhiret için olmalıdır. Uhrevî de ancak ya Allah’ın rızasını kazanmak ya cennete girmek ya da cehennemden kurtulmak için olur. Dördüncü bir ihtimal yoktur.

Netice olarak; Namazın maddî ve mânevî faydaları inkâr edilemez derecededir. Kat’îdir ve su götürmez bir gerçektir. Ama bu faydalar için o ibadetler yapılmaz. İbadetler yalnız ve yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsil için yapılır.

Namazlarını hakkıyla ifa eden kullardan olmak dua ve temennisiyle..
Vesselâm..

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar

1-Tabeanî, El-Mu’cemu’l-Evsat, 5/186, Hadîs no: 4361
2- Tirmizî, İmân: 8; İbni Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237; el-Hâkim, el-Müstedrek, II/76
3- Taberanî, Mu’cemu’s-Sağîr, Hadîs no: 107
4- El-Munavî, Feyzü’l-Kadir, 1/497; El-Alusî, 6/361; Râzî, 1/226
5- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 16. Söz, 4. Şua, s. 220
6- Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediîye, s. 702
7-Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 139
8- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 153. Âyet-i Kerîme
9- Kur’an Yolu Tefsiri, c. 1 s. 239-240
10- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Taha Sûresi, 14. Âyet-i Kerîme
11- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ra’d Sûresi, 28. Âyet-i Kerîme
12- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 4. Söz, s. 25
13- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ankebut Sûresi, 45. Âyet-i Kerîme
14- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Sûresi, 103. Âyet-i Kerîme
15- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 9. Söz, s. 46
16- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 21. Söz’ün 1. Makamı, s. 295
17- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 21. Söz’ün 1. Makamı, s. 295-296
18- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 21. Söz’ün 1. Makamı, s. 296
19- Buhârî, Tevhid, 48
20- Tirmizî, Îmân, 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 231
21- Nesâî, Muhârebe, 2
22- Nesâî, Salât, 9
23- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Taha Sûresi, 132. Âyet-i Kerîme
24- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Tahrim Sûresi, 6. Âyet-i Kerîme
25- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, 11. Şua, 8. Meselenin Bir Hülasası, s. 228
26- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 10. Söz, Mukaddime, 1. Nokta, 4. Delil, s. 109
27- Ebu Dâvûd, Salât, 47
28- Ebû Dâvûd, Salat 26, 497
29- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, 11. Şua, 8. Meselenin Bir Hülasası, s. 228
30- Diyanet İşleri Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara 130-132. Âyet-i Kerîmeler
31- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ankebut Sûresi, 45. Âyet-i Kerîme
32- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4-7. Âyet-i Kerîmeler
33- Diyanet İşleri Meâli Yeni, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4. Âyet-i Kerîme
34- Elmalılı Meâli Orijinal, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4. Âyet-i Kerîme
35- Hasan Basri Çantay Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4. Âyet-i Kerîme
36- bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügât, Veyl maddesi
37- İbn-i Kesîr, c. 3, s. 682
38- bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hâfâ, 1/530
39- Et-Terğîb ve’t-Terhîb, c.1, s.517
40- Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, s.48
41- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Nur Sûresi, 56. Âyet-i Kerîme
42- Kur’an Yolu Tefsiri, c. 5 s. 697-698
43- Buhârî, Ezan, 30; Müslim, Mesâcid, 249
44- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, 1. Makale 1. Mesele, s. 58
45- Nesâî, Mesâcid, 14; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 320
46- Ebû Dâvud, Salât, 46; Nesâî, İmamet, 48
47- Kastamonu Lâhikası, s. 11
48- Buhârî, Ezan, 9; Müslim, Salât, 129
49- Ebû Davûd, Salat, 45
50- Buhârî, Ezân 9, 32, Şehâdât 30; Müslim, Salât 129
51- Müslim, Mesâcid 282
52- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 43. Âyet-i Kerîme
53- Meselâ bkz. Ebu Dâvûd, Salât, 47–51, IV, 371–381
54- Müslim, Mesâcid, 256, I, 453
55- Kurtubî, I, 348
56- Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, s. 154

Bulaşıcı Hastalıklarda Okunacak Dua

Bu taun yani bulaşıcı hastalıklar konusunu da içinde ihtiva eden bir dua ve onun tercümesi ile münâcât makamında söylenilen kısmını; Allah’a bir yakarış ve arz u hal olarak takdim ediyoruz.

وَ اَنْ تَصْرِفَ عَنَّا وَ عَمَّنْ عُلِّقَ عَلَيْهِ هٰذِهِ الْاَسْمَٓاءُ اٰفَةَ الْجِنِّ وَ اْلاِنْسِ وَ الشَّيَاط۪ينِ وَ زَلْزَلَةَ الْاَرْضِ وَ دَكْدَكَةَ الْجِبَالِ مِنْ خَشْيَتِهِ وَ اٰفَةَ الطَّاعُونِ وَ الْوَبَٓاءِ وَ عَيْنَ السُّٓوءِ وَ وَجَعَ الْجَوَارِحِ وَسَٓائِرَ اْلاٰفَاتِ

“Bizden ve bu isimleri üzerinde taşıyan kimselerden cin, insan ve şeytanlardan gelecek âfetleri, yer sarsıntılarını ve Allah korkusundan meydana gelen dağ parçalanışlarını, tâun ve vebâ musîbetlerini, kem gözleri, vücut ağrılarını ve diğer felâketleri def eyle! Bizi bütün şer ve kötülüklerden muhâfaza et.” (Mealli Cevşen, 100. Ukde)

Aynı yerin Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin talebelerinden Hoca Sabri (Rahmetullahi Aleyh) tarafından yapılan şu güzel münâcât şeklindeki duası ile konuyu bitiriyoruz;

“Ey Azamet-i Celal ve İzzet-i Cemal Sahibi olan Mevla-yı Müteâl Hazretleri. Salifüz Zikr Esma-i Mübareke ve Evsaf-ı Âliye-i Kudsiyeni Vird-i Daimi bilen ve okuyanları ve hamil olanları cin ve ins ve şeytan şerlerinden emin ve masuniyet müyesser eyle. Ya Rabbi hem taun, veba ve emsali müzmin hastalıklardan ve aza-yı bedenimizin gûna-gûn ağrı ve sızılarından ve ayrı ayrı zikri mümkün olmayan âfât ve şerlerden ve bed ef’alden ve bidalardan Lütuf ve İnayetinle Hıfz ve Himaye buyurmanı ve iki cihanda İnayet ve Riayet ve Afiyet ve Saadet müyesser ve Hayrat ile merzuk ve mesrur buyurmanı Niyaz eylerim.” (Mealli Cevşen, Mütercim: Hulusi-i Sâni Hoca Sabri, s. 172)

Ebu’d-Derda (ra)’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden kimin bir tarafı ağrırsa veya bir kardeşi, ona hastalığından dolayı müracaat edecek olursa, (meâlen) «Ey semadaki Rabbimiz olan Allah! Senin ismin mukaddestir. Emrin de, yerde ve gökte geçerlidir. Rahmetini, gökte tecelli ettiği gibi yerde de tecelli ettir. Bizim günahlarımızı ve hatâlarımızı bağışla. Sen iyilerin Rabbi’sin. Şu hastalığa rahmetinden bir rahmet, şifandan bir şifa indir.» desin, Allah’ın izniyle hastalıktan kurtulur.” (Ebû Davûd, Hadîs no: 3892)

Ellerimizi Dergâh-ı İlâhîye’ye açıp niyaz ediyoruz ki;

“İlâhî!

Hamdini sözüme sertâc ettim. Zikrini kalbime mi’râc ettim. Kitabını kendime minhác ettim. Ben yoktum var ettin. Varlığından haberdar ettin. Aşkınla gönlümü bî-karar ettin. İnayetine sığındım, kapına geldim. Hidayetine sığındım, lütfuna geldim. Kuluk edemedim, affina gedim.

Saşırtma beni doğruyu söylet. Neş’eni duyur, hakikati öğret. Sen duyurmazsan, ben duuyamam. Sen söyletmezsen, ben söyleyemem. Sen sevdirmezsen, ben sevemem. Sevdir bize hep sevdiklerini. Yerdir bize hep yerdiklerini. Yâr et bize hep erdirdiklerini.

Sevdin Habîbini, kaináta sevdirdin. Sevdin de hil’at-i risâleti giydirin. Makam-ı İbrahim’den Makamı Mahmud’a erdirdin. Server-i Asfiya kıldın. Hatem-i Enbiya kıldın. Muhammed Mustafa kildın.

Salât ü selâm, tahiyyat ü ikrâm, her türlü ihtirâm O’na, O’nun Âl ve Ashâb ve Etbâına. 

Ya Rab!” (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Mukaddime, s. 1)

Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu