Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Gençliğin Mahiyetini Bilmeyen İhtiyarların Hali

…Gençliğin mahiyetini bilmeyen ihtiyarlar, gençliklerini düşünüp teessüf ve tahassürle ağlıyorlar. Halbuki gençlik, eğer ehl-i kalb, ehl-i huzur ve aklı başında ve kalbi yerinde bulunan mü’minlerde olsa, ibadete ve hayrâta ve ticaret-i uhreviyeye sarf edilse, en kuvvetli bir vesile-i ticaret ve güzel ve şirin bir vasıta-i hayrattır. Ve o gençlik, vazife-i diniyesini bilip sû-i istimal etmeyenlere, kıymettar, zevkli bir nimet-i İlâhiyedir. Eğer istikamet, iffet, takvâ beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder. Belki bir iki sene gençlik zevkine bedel, ihtiyarlıkta çok seneler gam ve keder çeker.

Madem ekser insanlarda gençlik zararlı düşüyor. Biz ihtiyarlar Allah’a şükretmeliyiz ki, gençlik tehlikelerinden ve zararlarından kurtulduk. Herşey gibi, elbette gençliğin dahi lezzetleri gidecek. Eğer ibadete ve hayra sarf edilmişse, o gençliğin meyveleri onun yerinde bâki kalıp, hayat-ı ebediyede bir gençlik kazanmasına vesile olur.

Sonra, ekser nâsın âşık ve müptelâ olduğu dünyaya baktım. Nur-u Kur’ân ile gördüm ki, birbiri içinde üç küllî dünya var: Birisi esmâ-i İlâhiyeye bakar, onların aynasıdır. İkinci yüzü âhirete bakar, onun mezraasıdır. Üçüncü yüzü ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin mel’abegâhıdır.

Hem herkesin bu dünyada koca bir dünyası var. Adeta insanlar adedince dünyalar birbiri içine girmiş. Fakat herkesin hususî dünyasının direği, kendi hayatıdır. Ne vakit cismi kırılsa, dünyası başına yıkılır, kıyameti kopar. Ehl-i gaflet, kendi dünyasının böyle çabuk yıkılacak vaziyetini bilmediklerinden, umumî dünya gibi daimî zannedip perestiş eder. Başkalarının dünyası gibi çabuk yıkılır, bozulur, benim de hususî bir dünyam var. “Bu hususî dünyam, bu kısacık ömrümle ne faydası var?” diye düşündüm. Nur-u Kur’ân ile gördüm ki:

Hem benim, hem herkes için, şu dünya muvakkat bir ticaretgâh; ve hergün dolar, boşalır bir misafirhane; ve gelen geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar; ve Nakkaş-ı Ezelînin teceddüd eden, hikmetle yazar bozar bir defteri ve her bahar, bir yaldızlı mektubu ve herbir yaz bir manzum kasidesi; ve o Sâni-i Zülcelâlin cilve-i esmâsını tazelendiren, gösteren aynaları; ve âhiretin fidanlık bir bahçesi; ve rahmet-i İlâhiyenin bir çiçekdanlığı; ve âlem-i bekada gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhı mahiyetinde gördüm. Bu dünyayı bu surette yaratan Hâlık-ı Zülcelâle yüz bin şükrettim. Ve anladım ki, dünyanın, âhirete ve esmâ-i İlâhiyeye bakan güzel içyüzlerine karşı nev-i insana muhabbet verilmişken, o muhabbeti sû-i istimal ederek fâni, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarf ettiğinden,   ( Dünya sevgisi bütün hataların başıdır) hadis-i şerifinin sırrına mazhar olmuşlar.

İşte, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Ben Kur’ân-ı Hakîmin nuruyla ve ihtiyarlığımın ihtarıyla ve İmân dahi gözümü açmasıyla bu hakikati gördüm. Ve çok risalelerde katî bürhanlarla ispat ettim. Kendime hakikî bir teselli ve kuvvetli bir rica ve parlak bir ziya gördüm. Ve ihtiyarlığıma memnun oldum ve gençliğin gitmesinden mesrur oldum. Siz de ağlamayınız ve şükrediniz. Madem İmân var ve hakikat böyledir; ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i dalâlet ağlasın.
Lem’alar,

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Bilmediklerimizden Bazılarıni Öğrenmek İçin Okuyalım

Bizi ölü atomlardan yaradan Allahın Adıyla!..

Allahın Rahmeti Bereketi üzerinize olsun

Saygı değer din Kardeşlerim! Kâinatın hulasası, şuurlu meyvesi ve en büyük mucizesi olan bu insan Hakkı görebilmesi için her meseleye ön yargısız yaklaşması lazım ki, mantıklı hareket etmiş olsun. Ben sizin kültürünüzden asla şüphe etmiyorum. Bu yazdıklarımı belki benden daha iyi bilirsiniz; böyle de olsa siz zarar etmezsiniz. Fakat! Bir ihtimal, size çok lazım olan bazı şeyleri yazılarımda bulacaksınız ve memnun olup bana dua edeceksiniz… Değerli Kardeşim bu insanın gafletten kurtulup hakikati görmesi için, en yakınından başlayarak araştırıcı olmalı. Mesela ilk önce kendi vücudumuza bakacağız, bu bakmanın da hakiki manasını taşıyan, kendi yaradılışımıza bakıp, ben kimim, neyim, nereden geldim, buraya beni kim gönderdi, ne için gönderdi ve en son nereye gideceğimizi daha iyi öğrenmemiz için azda olsa kendi vücudumuzu incelememiz lazım ki gözümüz açılsın ve aklımız daha iyi çalışsın, acaba bizi bir hücreden başlayıp 80-100 trilyon muhtelif şekilde   hücrelerden  vücudumuzu inşa edip böyle mükemmel varlık yapan kimdir? Vücudumuzda kalın, ince, eğri, büğrü vaziyetler verirken bile, hikmet ve maslahatı, yani en faydalı şekli takip ederek bu hale getiren kimdir? Başka değil mucize olan bu insani biz ciddi seyrederken muhakkak diyeceğiz ki: Aman Allah’ım! Ne kudret varmış Sende!.. Ruhumuz kâinatı seyretmesi için, başının tam tepeye yakın bir yerinde etten göz yapmışsın, Çok kıymetli o gözlerimiz zedelenmemeleri için de onları çukurlarda yerleştirmişsin. Zavallı keçi her şeyi ya beyaz veya siyah görürken, biz bütün renkleri birden görüyoruz, hem de tek bir şeyi görmek için vücudumuz bir milyon işlem yapıyor. Alnımızdan gelen terler göze girmemek için tam üstünde kaşlar koymuşsun, Toz, sinek veya başka herhangi bir şey girmemek için, gözlere otomatik çalışan kapaklar koymuşsun. Hatta ve hatta insanı süslemek için ve karşıdan gelen sinekleri korkutmak için kapakların uçlarına kerpikler koymuşsun, filvaki gözü rahatsız edecek herhangi madde göze girse bile, girer girmez, biz herhangi düğmeye basmadan, göze giren toz çeşitlerinden %95 şini eritebilecek kalitede gözden bir su çıkartıp onları ancak Sen eritiyorsun. Ve göz reflekslerimizi öyle ayarlanmış sin ki, ihtiyaç olmadığı için uzaktaki şeyleri görmediğimiz gibi, karşımızda duran arkadaşımızın içinde ki olumsuz şeyleri dahi çok şükür görmüyoruz. Yoksa fena rahatsız olurduk. Bize gözü verip ortalığı aydınlatmak için güneşi yaratmasa idin gözün ne faydası olacaktı. Bu saydıklarımı % de kaçımız düşünebiliyoruz ki Allah’ımıza şükredelim.

Kur’ni tefsir edenler demişler ki, kulak gözden daha kıymetlidir, çünkü Allah Kur’anı Kerimde onları sayarken, kulağı önce anıyor ve kulak vasıtası ile beyne giden sesin kıymeti o kadar büyük ki, dinimizce Kur’anı kerimi dinlemek farz, okumak ise sünnettir. Gençler kulağın kıymetini bilemezler, yaşlılar o çok değerli işitme nimetin kıymetini iyi bilirler, çünkü gençler yaşlılar gibi bir kelimeyi işitmek için karşıdakine bir kaç defa hı, hı, efendim ne dedin? Demezler. Yaşlılar öyle derken, hem karşıdakini rahatsız eder, hem de kendisi rahatsız olur. Böylece kulağın kıymeti daha iyi anlaşılmış olur. Kulaklarımız olmasa biz ne Kur’ani kerim, ne İlahi, ne Ezan, ne Bülbül sesini, nede çok sevdiğimiz anne baba veya evlatlarımızın o tatlı seslerini işitip onlardan lezzet alabilirdik. Kulaklarımızın da frekanslarını ayarlamış. Bir kilometre uzakta ki maksimum sesler bizi rahatsız etmedıği gibi, karşımızda ki arkadaşımızın karnındaki minimum sesleri dahi şükür işitmiyoruz. Tabii ki eğer işitse idik rahatsız olurduk ve kulağımızın arka tarafında yerleştirilen bir çeşit sıvıdan bizim hiç haberimiz yok, meğer ki o olmasa imiş sağa veya sola yiğilıp kalacakmışız.

Göz ve kulaklarımız çok kıymetli azalarımız oldukları için, Allah onları ikişer vermiş, Allah göstermesin, herhangi bir sebeple birini kaybetsek diğeri ile idare edersiz.

Evet, bitmedi daha var. Çeşit çeşit kokuları fark edip onlardan lezzet almak için, Allah’ımız bizim burnumuza koku alma duygusu vermiş ki, gül karanfil kavun ve daha bir çok güzel kokuların tadını aldığımız gibi, kütü kokulardan uzak durmamız için de yine  bize burun haber veriyor. Ayni burunla çok muhtaç olduğumuz o havayı burnumuza kadar getiren Allah, yemek esnasında ağızdan değil, onu kullandırıp bize onunla nefes aldıran  yine O Büyük kuvvettir.

Ağzımıza Allah’ımız diş yapmış, dişsiz olsa idik çiğnemeden nasıl yerdik. Onları temizlemekte tenbellık edeceğimizi O bildiği için, dişlerimizi tek parçadan yapmamış ki, herhangisi çürü se bile, tek onu atıp ötekiler le yiyebiliriz. Allah’ımız hiçbir şey abes yapmaz ama, diyelim ki, arka  dişlerimizi öne koysa idi halımız ne olurdu, hiç böyle bir şey aklınıza geldi mi? Ağzımıza küçük bir dil parçası koymuş ve ona o kadar ince vazifeler vermiş ki, hem tükürük bezlerinden istifade eden dilimiz lokmayı ağzımızda çevirir, hem de telaffuz esnasında türlü türlü kelimeleri harflerden bir araya getirip karşımızda kine rahat rahat meramımızı ifade edebiliyoruz.  Ve ayni dil midemize kapıcılık yapıp yiyecekleri kontrol ettikten sonra, iyileri içeri alırken, zararlı olanları dışarı  atmamız için beynimizden aldığı emirle o bize emrediyor. Ve onun içerisinde nasıl kantarcıklar Allah koymuş ki, aldığı lezzet sayısı hiç sınırlanamıyor. Bu acı, bu tatlı, bu ekşi, bu bayat falan hepsine mührünü vuruyor. Yanağımız onun komşusu ama zavallı o işlerden anlamaz. Çünkü orada o işe ihtiyaç yok.

Hele hardal danesi kadar kuvve-i hafızamızın-aklımızın düşünüp yaptığını düşünebilsek aklımız çıkar. Ey insan! niye düşünmüyorsun ki, seni hayvanlıktan kurtarıp insan eden , akı karadan fark etmek için ve içine 1000 cilt kitap biner sahife sığan o aklın Allah tarafından sana verilmiş, o aklının ana değeri ise, Allaha karşı muhatap olmandır ve onun hangi şeyden razı olduğunu öğrenmen için, Peygamberimiz a.s.m. vasıtası ile sana gönderilen Kur’anı Kerimi anlamandır. Allah tarafından senin kafanda yukarıda dediğim gibi çok küçük yere yerleştirilen o akıl, vücudunda 48 çeşit fonksiyon yapabilecek kabiliyettedir. Damar ağları ile vücudunu ören O Allah bütün duygu ve hislerini ona bağlamış. Lezzet almayı, görmeyi işitmeyi o yapıyor, hatta dalgınlıkla elini veya ayağını sıcak sobaya değdirsen hemen çek emri ondan geliyor… Evet! Bizi helak etme yollarına götürmeye çalışan şeytan ve nefis gibi düşmanların şerrinden kurtulup, buradan ak yüz le göçüp kurtulmamız için bize verilen o akıl, vaad edilen ebedi mutluluğu kazanmak ve mes’ud olmamız içindir. Eğer o akıl ni’metini Allahın rızasını kazanmak için ciddi çalıştırırsak, doğru yolu bulmamızın ihtimali çoğalır! Aman ne olur o pişmanlık günü gelmeden uyanalım, yoksa sonraki pişmanlığın hiç faydası olmaz!  …

Husumete değil, Muhabbete kendini feda etmeye adayan:

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İslam Dininin Toplum Hayatına Verdiği Değer

Gerçi cemiyetler fertlerden teşekkül eder ama, İslamiyet yalınız kendi menfaatini düşünen toplumdan uzak bir hayati tasvip etmiyor. Çünkü İslamiyet  cemiyet üzere tesis edilen beynelmilel bütün insanları içine alabilecek kapasitede hak bir dindir. Aynı  zamanda ateistler hariç, Allahın birliğine inanan semavi dinleri de içine alan müstesna bir inanç müessesesidir. Bu dinin müntesipleri egoizmden ve bencillikten uzak hayatiyetlerinin tadını, eş, dost, akraba ve komşuları ile birlikte alarak, yalnızlıktan uzak, toplumla beraber  yaşamaktan mutluluk duyarlar. Bu  sebeptendir ki, kâinatın Yaratıcısı Allah Kur’ni Kerimde “Ya eyyuhennasu” ( Ey insanlar) ve “Ya eyyuhellezine amenu” (Ey iman edenler) gibi ayeti kerimelerle insanlar toplumunu karşısına alarak yönelttiği hitaplarla  fertleri değil toplumu nazara almıştır.

 

Böylece mensup olduğumuz İslam dini insanlarla kaynaşmaya toplumla beraber yaşamaya o kadar önem vermiştir ki, Müslümanların biri diğeri ile görüşüp tanışmaları için, biri diğerine dertlerini anlatmak için, sık sık bir araya gelmelerini ister. Geçim derdi ile mecburi meşgul olanların dışında kalanlar, beş defa günde camiye o güzel sesli Ezanlarla davet edip Camiye gelmelerini emreder. Hatta ve hatta evde iki rekât kılan namaz, iki rekâtın sevabını kazandırırsa,  o iki rekât camide kılınırsa yirmi yedi rekât  namaz kılmış gibi sevap kazanılacağını bize Hadisi şerif ile Peygamberimiz a.s.m. bildiriyor. Teravih namazlarını kılmak için Müslümanların camilere koşmaları, başka değil cemaatin önemindendir.  Hatta İslam dinini tek kelime ile ifade etmek icap ederse “İslam uhuvveti islamiyeden ibarettir.” der.

 

Evet Cuma ve bayram namazını kılmak için dinimiz her Müslüman’ı camiye gitmelerini mecbur etmesi o uhuvveti te’yid ediyor. Peygamberimiz (a.s.m.) “Hazreti Cebrail aleyhisselam bana komşu hakkında o kadar aralıksız  tavsiyede bulundu ki Allah komşuyu varis (mirasçi) kılacağını zannettim” ( Kütübü sitte 206) yine:“ Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” gibi düsturlar, yukarı da bahsettiğimiz cemaatin ehemmiyetine parmak basar.

 

İşte bu sebeptendir ki, Allah c.c. Kur’ani Keriminde müminlere münferit, toplumdan ayrı yaşamak şöyle dursun, şahsi işlerini yaparken bile kendi karar vermeyip (İşi bilenlerle) meşveret etmeyi, cemiyetten bilen birinden sorup öğrenmeyi Allah c.c. Kur’ani kerimde iki Ayeti Kerime ile bildirmiş mealen şöyledir: ” ve yapılacak işlerde onların görüşlerini al” ve “Onlar Rablerinin davetini kabul etmekte ve namazı kılmaktalar; Emirlerime karşı aralarında danışarak yaparlar(işlerini de aralarında danışarak çözerler)” ( Âl-i İmran159) (Şûrâ 38)

 

Bundandır ki Ecdad dini emirleri kendine adet edip cemaate reis seçtirip, işlerini o işi bilen reisin beğenmesi ile yapma usulünü kendine adet edinmiş.

 

Hatta ve hatta hac gibi uzun bir yolculuğa çıkan iki kişi, aralarında birini reis tayin edip yolculuk esnasında onun emrine uyulmasını emreder. Onlardan her ikisinin ilim seviyeleri ayni olsa, yola başlanmadan önce tayin edecekler filan yere kadar senin dediğin olacak ondan sonra benim dediğim olacak ki, yolculuk esnasında ihtilaf çıkmasın.

 

İşte bu sebeptendir ki, muhterem ve mübarek ecdad, Yaratıcı tarafından önümüze serilen bu muazzam prensipleri kendi hayatlarına en büyük enerji kabul ettikleri  için ve kuvvetlerini Allahın kanununa itaatten aldıkları için, milletini memnun edebildi. Hatta o kuvvetle en büyük düşman karşısında bile asırlarca ayakta dimdik durabildi. Yalınız dostları değil, muannit bazılarının dışında düşmanların da çoğunun kalbini feth ederek onlarında içlerindeki buzları eriterek hak olan kendi safına dahil edebildiler. Onlar bugünkü gibi başkasının yaptığı makineye kullanma kılavuzu yapmamışlar, belki san’atın Ustasının yaptığı kataloga-kullanma kılavuzuna  harfiyen, imceden inceye uymak sureti ile dünyaya meydan okuyabildiler ve milletini o hale getirmişler ki, Memleketlerini muhafaza için ve İslami yaymak için savaşırken, onların düşmanları bu dünyada yaşamak isteyip burayı sevdikleri  kadar, onlar öbür âleme gitmek için ölüp şehit olmak için her engeli göze alarak, ölmeyi   çok sever hale gelmişlerdi.

 

Biz bunun için ne kadar Allaha şükür edip Elhamdülillah deiyerek   şükretsek azdır ki, onların bize aşıladıkları o terbiye sayesinde  memleketimizde cereyan eden kötü hadiseler karşısında milletimizin çoğu içine girmeden kenardan seyrediyor.

 

Ecdadın bıraktığı o güzel âdâtı hasene denilen güzel adetler karşısında milletimiz kışkırtıcı medyaya uymayarak provakatorların oyunlarına çok şükür ki gelmiyorlar. Her ne kadar bir asra yakın uzun bir zamanda gençlerimizin eğitildiği layık sistemdeki dersle, yani maneviyattan mahrum bir eğitimle kaldıkları halde, anarşist yapmak için istismar edilen çok azınlıktadır. Yani, fıtratları bozuk olan anarşistler % 1 bile bir yekun teşkil etmezler. her ne kadar sık sık halkı kışkırtmağa çalıştıysalar da şükür milletimiz onların peşine gitmedi. Her ne kadar bazı olumsuz idarecilerin ellerinde bütün imkânlar olduğu halde, yalınız bir azınlığın   dışında, milletimiz onların oyunlarına gelmeyerek, toplumun menfaatini  muhafaza etmek için, halkın içinde kalan o zayıf iman sayesinde bütün zahmetlere göğüs gerebilmiştir. Muhterem ve mübarek ecdad bütün hareketi ile, mevzuumuz olan yalınız fertleri memnun etmek değil idare ettiği milletin çoğunu memnun edebilmiştir.

 

Bugün vatandaşlarımızın bir kısmı bencil olmasının da sebebi az önce bahsettiğim gibi dini düsturlardan habersiz kalıp batıdaki egoizmi, kendine prensip edinerek, keyif ve hoşuna giden lüks hayatın peşine koşarken başkası açlıktan ölse de bana ne diyebilenler memletimizde varsa? Onları çok görmeyin çünkü bir asra yakın uzun bir zamandır halkımız manevi eğitimden mahrum kaldığı sebepten başka bulamazsınız. Dinden aldığımız terbiyenin zevkini almak için bu azınlığa bazen göz atmak lazım ki,  başkasını kendinden iyi görse hasedinden çatlar. Aynı apartmanda beraber yaşadığı kimseleri tanımaz, onlarla karşılaşırsa ilgilenmez. Merdivenlerden inerken çıkarken onların hâl hatırlarını sormak şöyle dursun selâm bile vermez.

 

Halbuki, her Müslüman, Müslüman olanlara selam vermesi dinimizin bir emri olduğu için, Müslüman, din kardeşine selam vermeğe kendini borçlu bilir, İslam dinine sahip olan kimse, Müslüman kardeşi ile görüştüğü zaman selam verir, hal ve hatırını sorar. Onunla ilgilenir. Herhangi derdi var ise yardımına koşar, ziyaretine gider, evine oturmaya, çay içmeye, hatta bazen da yemeğe davet eder. Başkasına yemek yedirmenin ehemmiyetinden ve çok sevap olmasındandır herhalde, dedelerinden kalan bazı güzel adetlere bağlı kalabilen âilelerde, herhangi sebeple evinde yemek yesen, yemek esnasında, ye kardeşim bereketimiz artması için yemeniz lazım der.

 

Yani Müslüman arkadaşı veya komşusu ile muhabbet bağları kurar, sevinç ve kederinden hisse almak için ölümlerine ve düğünlerine katılır. Hatta evlenme,  sünnet ve ölüm merasimlerine iştirak edip toplanan kalabalığın derecesine göre,vuku bulan, ölüm ve düğün sahibinin kıymeti artar.

 

Demek o düğün ve ölüm sahibi daha önce hal ve hareketi ile oralarda toplanan halkın kalplerini fethe dip o milletin gönüllerini sevindirmiş ki, o millet bu düğün veya ölüm sahibinin kalbini memnun etmeye gelmişler.

 

Bugün Müslüman’ın en büyük derdi olan evlatlarını ahlaksızlıktan korumak gibi mühim işlerini temin etmek için de, toplum hayattan ayrı kalmamak lazım. Benim tanıdığım bir çok hocalar bile kendi bilgilerine güvenerek herhangi cemaata girmeye tenezzül etmedikleri için evlatlarını koruyamamışlardır. Bu sebepten Bediüzzaman Hazretleri “ Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet şahs-ı maneviye göre olur.

 

Araştırın ahlaklı ve disiplinli dinini yaşayan bir genç görseniz muhakkak herhangi cemaatın mahsulüdür. İstisna olarak ferdi çalışmanın neticesinde herhangisi kurtulmuş olsa da çok azdır ki onlar umumi kaideyi bozmaz.

 

Herhalde sizlerde şahit olmuşsunuz, bazı defa olur ki, bu gibi toplantılara gelmeleri mecbur olan bazı yakın akrabalarından başka kimse gelmediğini görürsünüz . Tabii ki gelmeyecek, çünkü onun hiç kimseye iyiliği dokunmamış hiç kimsenin sevinçli ve yahut üzücü toplantılarında bulunmamış ki bu duruma düşmüş.  Bu ve bu gibilerin bu hale düşmelerinin sebebi başka değil, tektir. Oda, devletin batılılaşmak için bütün kuvveti ile halkı zorlamasıdır. En acı tarafta 1923 den sonraki devlet batıdan ilim teknik değil, halkımıza batının sefahet ve “Egoizmi” (bencilliğini) alıp aşılamasıdır.

 

İnanmazsanız bakın evlenme çağına gelmiş şehit dedelerin torunları olan hanım kızlarımız nasıl toplum hayatından koparılıp, kaynana ve kaynataya hizmet etmemek için, çoğu bekâr kalıyor. Ayrı dairesi olan, veya geliri sağlam, dairesinin kîrasını rahat ödeyebilen eş bulamayınca evlenmiyorlar. Bu hanım kızlar, bütün hayatları bal ayındaki hayatları gibi gideceğini zannediyorlar. ileride kaynata ve kaynanaya ne kadar muhtaç olacaklarını zavallılar bilmiyorlar. Bilenlerin nasihatlerini de dinlemiyorlar. düşünemiyorlar ki, eğer ömrleri, varsa onlarda kaynana olabilir ve gelininin yardımına muhtaç olur. Hatta Allah göstermesin yatalak hasta da olabilir. O bu günden bilmesi lazım ki, ekmeden biçmek olmaz. O bu gün beyinin hısım akrabalarına  sahip çıkmazsa yarın onun gelini de ona sahip çıkmayacaktır. Bu hanım kızların yanlış hareketlerinin ana sebebi şudur:

 

Ya öleceklerini bugünden düşünemeyip, bu dünyadaki iyi ve kötü hareketlerin mükâfat ve cezasını orada göreceğini inanmıyorlar veya çok zayıf bir inançla yaşıyorlar ki, yalınız bu günü düşünüyor, ileride neler başına geleceğini, bi,lemiyor. İki hayatını cennet yapmak için kendisine verilen o aklı batıdan gelen manasız maddecilik ve yalınız kendi menfaatini düşünmek fikridir, bu fikir geçici hayatta da insanı mesut edemez.

 

Batıdaki egoizmi daha güzel anlamak için, İswiçrede çalışan yeğenim anlatıyor: “İswiçrelilerden bir baba, ayri yerde yaşayan oğlunu ziyarete gidiyor oraya vardıktan biraz sonra oğlunun hanımı yemek yemeleri için sofrayı kurmaya hazırlanıyor  ve hanımcağız oğlunu ekmek almaya gönderiyor. Oğluda evden çıkıp sokakta aklına geliyor , aşağıdan bağırıyor “(Dede! eğer sende bizde yemek yiyeceksen para ver de sana da ekmek alayım) ”

İşte batının ahlak sermayeleri ki, yalınız kendi menfaatini düşünür, başkasında bir iyilik görse, ah! O niye benim değil! Hasedinden çatlar. Bunu Hz musa zamanındaki bir hadiseyi anlatarak tamamlıyorum.

 

Hazreti Musa zamanında çok fakir biri var imiş. Gitmiş Hazreti Musa’ya, ya Musa! Sen her gün Allah’la bin bir kelam konuşmağa gittiğin zaman,  Allah’ı yalvar, bana odun taşıyıp ekmek paramı çıkarmak için, bari bir merkebim olmasını nasip etsin. Hazreti Musa da Allahın huzuruna varınca, Ya Rabbi sana her şey malum biri bir emanet etmişti. Allah ta, Hazreti Musa’ya, evet biliyorum, sen o adama söyle? Bir merkebi olan komşusu için dua etsin ki, onun iki merkebi olsun da ondan sonra ona, odun taşıyıp para kazanması için bir merkebi olmasını  nasip  ederim demiş. Hazreti Musa da, Allahın emanet ettiğini sahibine söyleyince; oda onu kabul etmeyip, ben öteden beri onun merkebinin telef olmasını istiyorum. Bana bir tane bile vermese, onun iki tane olmasını istemem der, içindeki kötü düşünceleri meydana atar. İşte toplum hayattan uzak yalınız kendi hayatını düşünen bencil insanların hali ile, yukarıda bahsettiğim İslam ahlakına sahip Müslüman kimsenin hayat farklarını düşününce kıyasınızı iyi yapmış olursunuz.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Mümini Allah Rızasına Yaklaştıran Rabita-i Mevttir

Bu haslet insanı Allah’ın rızasına kavuşturup ihlâslı olmaya sebep olur. o rabita-i mevt-i muhâfaza edebilmek için de gayret sarfetmek gerekiyor. Bu tesbitlerimizi sırayla arzedeceğiz.

“insanlar helâk oldu, âlimler müstesnâ. âlimler de helâk oldu, ilmiyle amel edenler müstesnâ. amel edenler de helâk oldu, ihlâs sâhibleri müstesnâ. ihlâs sâhiblerine gelince onlar da,  pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” (hadisi şerif)

 

gördüğünüz gibi ve ma`lûmumuzdur ki,  yukarıdaki hadis-i şerifte (ilimsizler) kesin helak, (alîmlerden de) iki şey isteniyor hem amel hem ihlas, ilim ve ihlaslı olanlar için  de, hatarin azîm yâni, büyük tehlike uçurum var. şimdi, ilk tehlike veya helâk ma’nasındaki  tehlikeden  kurtulmak için ne yapmamız lâzım geldiğini arzetmeye çalışacağız. işte: ister istemez bu dört elekten geçeceğiz.

 

bir kısmımızın maalesef hiç okumadığı,  bir kısmımızın ayda iki def’a okuduğu, az bir kısmımızın da ayda altı def’a okuduğu 21. ihlâs lem’asında aziz,  müşfik üstâdımız şöyle emir ve tavsiye ile irşâd ediyor ve diyor ki:

“ey hizmet-i kur’âniyede arkadaşlarım! ihlâsı kazanmanın ve muhâfaza etmenin en müessir bir sebebi, râbıta-i mevttir. evet ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevkeden, tûl-i emel olduğu gibi; riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. yâni: ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.” diyor. evet, insan evvelâ kendi ölümünü düşünerek râbıta-i mevt yapmalıdır.

o halde 21. ihlâs lem’asını okudukları halde, ardından tezâhür eden ihlâssız hareketler neden olsun diye düşünüyoruz? büyük ihtimalle râbıta-i mevti yaparak ihlâsı gereği gibi muhâfaza edememekten meydana geldiğini bazı müşâhede ve duyuşlarımızla tesbit etmiş oluyoruz. yâni, zamanı muayyen olmayan râbıta-i mevt yapılmıyor demektir.

o zaman hatırımıza şu suâl geliyor: emredilen râbıta-i mevti sevgili kardeşlerimiz neden ihmâl ediyorlar, neden râbıta-i mevti yapamıyorlar îste “uzkuru zikre hadimil-lezzat” -ev kemâ kâl- yâni, “lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu râbıtayı ders veriyor.” diyor. demek ki, “ölümü çok zikrediniz!” diyen peygamberimiz hazret-i.muhammed’dir. (a.s.m.) fakat ölümün bir zâhiri var, bir de hakikatı var. (zikretmek düşünmek manasına gelir)

irşâd ise ekseriyete göre yapılır; ekseriyet,  a’vâmdır. onlar yâni, a’vâm (ölümün hakikatını) bilemedikleri ve ruhun mazhâr olacağı hârika cennet âlemlerini  birden düşünemiyecekleri için, mevtin zâhirinde cereyan eden acı ve dehşet verici ceseddeki inhilâl, dağılma, çürüme ile âşikâre görünen tahribkâr hâli görerek şöyle bir ihtâr alıyor, “ey insan! işte sonun budur!” böylece görerek, ancak, hayattan aldığı ve alacağı lezzetler tahrib olup acılaşıyor ve ancak bundan sonra uzun emellerinden vazgeçebiliyor.

insan eğer bizler de a’vâm gibi, mevtin zâhirine bakarsak ve ölümü yalnız cesedde vuku bulan görünüşteki korkunç, dehşetli vaziyetine göre mütâlaa edersek,  fâsık ve fâcir ehl-i îmân,  ehl-i dünya ve ehl-i dalâletin ölümden ürküp, korkup kaçmaları gibi, bizde onlar gibi o ölümden hissemizi yeteri kadar alamazsak yukarı da dediğim gibi risale-i nurlardan yeteri kadar sadakatla ders almamışız. başkaların duasını kendimize çekebilmek için namazdan sonra tespihatımızı okumuşuz demektir. unutmayalım ki: tespihat okuyan kimse 20.000.000 nur talebesinin duasında hisse alıyor demektir. aksi takdirde ölümü hatırlamak bile istemeyeceğimiz muhakkaktır. hatırlamadığımız için düşünmeyecek ve emredilen râbıta-i mevti yapamıyacak ve neticede maalesef ihlâsımızı muhâfaza edemiyeceğiz. hattâ çok şâyân-ı dikkat sözlerle bu haller şu gibi lâflarla maskelenecek. meselâ: “şimdi ölümden bahsetme! hizmet edeceğiz! hizmet zamanıdır.” diyenleri dinleyeceğiz. hattâ maalesef büyük bir ekseriyet, bazı imâm, ülemâ-üs su’ hocaların yanlış telkinâtıyla “ölüm istenilmez!” bile diyebiliyorlar. yâni, ölümü düşünme, ölümü isteme! yaşamana bak!

müşâhede ve duyuşlarımızla tesbit etmiş oluyoruz. yâni, zamanı muayyen olmayan râbıta-i mevt yapılmıyor demektir.

o zaman hatırımıza şu suâl geliyor: emredilen râbıta-i mevti sevgili kardeşlerimiz neden ihmâl ediyorlar, neden râbıta-i mevti yapamıyorlar demek ihlâsı muhâfaza için evvelâ (ölümün hakikatı nedir?) mes’elesini halletmek lâzım imiş ki, râbıta-i mevti kolayca yapabilelim.  her hususta olduğu gibi bu hususta da aziz üstâdımızın sarih beyânlarına te’vilsiz inanmak ve tatbik etmek gerekmektedir.

şimdi neyi bilirsek, neyi anlarsak râbıta-i mevti kolayca yapabileceğimizi,  tesbit edebildiğimiz dört maddede izâha çalışacağız:

üstâdımız hepimizin çok okuduğu,  iyi bildiği yedinci söz’de 31. sayfada bu hususta ne diyorsa,  tekrar bir daha dikkatle okuyalım:

“ölüm” diyor üstâdımız,  “insan-ı mü’mini, zindân-ı dünyadan bostân-ı cinâna, huzûr-u rahmân’a götüren bir müsahhar at ve burak sûretini alır. onun içindir ki: ölümün hakikatını gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler. daha ölüm gelmeden ölmek istemişler!” diyor.

 “insan-ı mü’mini” diyor.  öyleyse biz ehl-i îmân olarak şöyle diyebiliriz:

“ölüm, ehl-i îmân için bir terhistir; ecel, terhis tezkeresidir. bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. zindân-ı dünyadan çıkmak ve bağistân-ı cinâna bir uçmaktır. hizmetinin ücretini almak için huzûr-u rahmân’a girmeğe bir nöbettir ve dâr-ı saâdete gitmeğe bir dâvettir diye kat’î anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeğe başladım.” ş: 16

yâni, ölen ve çürüyenin yalnız cesed olduğunu, bâki kalıp yaşayan ve hemen cennet’lere uçan ve dâimî daha güzele kavuşan ölmeyen bir ruh bulunduğunu bilmekle rabıta-i mevti kolayca yapabileceğiz.

ruhun mâhiyeti hakkında üstâdımızın söylediklerinden külliyâtın muhtelif yerlerinden toplanan yüzden birisine tekrar ve berâberce bakalım, ne diyor:

“ruh,  insanın en kıymetli ve üstünde  titrediği malı dır. g.m.1: 74, ruh,  cesed kafesinden çıkarsa necât bulur. i: 180, ruh,  kat’iyen bâkidir. 29 s: 515, ruh, cesed  ile kâim değildir 29 s: 517, ruh,  mâziye nüfûz ve müstakbele hulûl edebilir. 17. s: 210, ruh,  mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer. 29 s: 517, ruh,  çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır. b ms:  391, ruh,  bizâtihî kâimdir. cesed harâb olursa daha ziyâde serbest olur,  ruh,  çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır. b ms:  391, ruh,  bizâtihî kâimdir. cesed harâb olursa daha ziyâde serbest olur, melek gibi göğe aynen bâki kalmıştır. 28 s: 516, 517”

işte hazret-i üstâd bu husûsta 23. mektûb: 283’de şöyle diyor:

“şu ferâhlı ve saâdetli vaziyetten daha saâdetli, daha parlak bir vaziyete mazhâr olmak için, hazret-i yûsuf (a.s.) kendisi cenâb-ı hak’tan vefâtını istedi ve vefât etti; o saâdete mazhâr oldu. demek o dünyevî lezzetli saâdetten daha câzibedâr bir saâdet ve ferâhlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; hazret-i yûsuf (a.s.)  gibi hakikat-bîn bir zât, o gâyet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gâyet acı olan mevti istedi, tâ öteki saâdete mazhâr olsun.”

öyle bir saâdet ki, dünyanın bin sene hayat-ı mes’udanesi, bir saatine değmeyen cennet hayatı ve cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat zât-ı zül celal’in müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh mekân ve saâdettir o.

“said nursî dahi meyyit hükmünde idi. risalet-ün nur ile ihya edildi, onunla hayat buldu.” said umûmî harbde maddî ve dehşetli bir mevtten dahi hârika bir tarzda kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen ma’nevî ve şiddetli bir ölümden necât bulması ve kur’ânın âb-ı hayatıyla tâze bir hayata girmesi tarihidir.” 1.ş:694,

“kat’î bir kanaat verdi ki, kelimesine tam münâsib said’dir. bu âyet risâle-i nûr tercümânı olan said’i “meyyit” ünvânıyla göstermesinin bir hikmeti budur ki:          mevtin muammasını ve tılsımını risale-i nur ile o açmış, o dehşetli yüzün altında ehl-i îmâna çok ünsiyetli, sürûrlu, nurlu bir hakikat keşfedip isbât etmiş. ve mevt-âlûd hayat-ı fâniyede boğulan ehl-i ilhâda karşı, bâkiyâne hayat-âlûd muvakkat bir mevt-i zâhirî ile gâlibâne mukâbele eder. ehl-i ilhâd, gayr-ı meşrû müştehiyâtının ibâhesiyle süslendirmesine mukâbil, risâle-i nûr, mevti o aldatıcı, fâni hayata karşı çıkarıp lezzet ve zînetini zîr ü zeber eder. ve der ve isbât eder ki: “mevt ehl-i dalâlet için i’dam-ı ebedîdir ve o dehşetli darağacından kurtaran ve mevti, mübârek bir terhis tezkeresine çeviren yalnız kur’ân ve îmândır. 1.ş: 695

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Mü’minin Sıfatı Güler Yüzlülüktür

Eğer sana saldırır ise o acı surat,

Sakın kabul etme onu başından hemen  at.

 

Biz Müslümanlar her zaman şen şakrak dururuz,

Ekşi yüzlü değil, biz güler yüzlü oluruz.

 

Nuru iman Müslüman’ın kalbini güldürür,

Ümitsizliğin ateşini  nurla söndürür.

 

Ümit var olan müminlerin yüzleri güler,

Küfür, sahibinin tüm ümidini öldürür.

 

Müslüman’ın var olan dertleri fazla sıkmaz,

Acılar Allahtan geldiğinden fazla bıkmaz.

 

Onu her zaman imanı ümitle yaşatır,

İmanı onun dertlerini tutmaz boşatır.

 

Onun tüm çevresini nurlu hayat kuşatır,

İman tüm dertlerine indirir keskin satır.

 

Mü’minin Ana hedefidir Allah rızası,

Odur onun asla tarif edilmez sevdası.

 

O küs değil bazen ancak vakur durabilir,

Ekşi surattan uzak kalmayı o hedef bilir.

 

Dışına tesir etmese bile içi güler,

İmanı sebeptir onun içi şarkı söyler.

 

İmanı sebeptir ona kahır yanaşamaz,

Dertlerin çeşitleri onu asla sarsamaz,

İman du cihanı cennet yapmaya sebeptir,

Dertlerini dermana çevirmeye hedeftir.

 

Ekşi surat sapıklarda bulunan sıfattır,

Mü’mini imanı kalbini her an nurlatır.

 

Çünkü o nefretten uzak sevgi ile yaşar,

O günahlardan kaçıp sevap yapmaya koşar.

 

Ya Rabbi Mü’min sıfatlını bizde cem eyle,

Günahı kebairden bizleri uzak eyle.

 

Sevapları bol olup Habibinle car eyle,

Kusurlardan pâk olup cennetini dar eyle. 

 

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org