Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Çocuk terbiyesinde ana sebepler

Madem ki çocuk terbiyesi günümüzün en mühim meseledir. Yazı uzun imiş demeden dikkatli okuyun!

Değerli kardeşimiz,
DİN EĞİTİMİ hakkında belki de ilk söylenecek şey, bu manada değişik çevrelerce değişik anlayışlar kullanıldığıdır. Bazıları, din eğitimi denince sadece okullarda ya da Kur’ân kurslarında verilen din eğitimini anlıyor. Böyle anlayınca da, çocuğa din eğitimi on beş yaşından sonra verilsin gibi kendince önerilerde bulunuyorlar. Fakat ideal din eğitimi bu düşünceden çok daha geniş bir çerçeveye sahiptir.

İslâm’da din eğitimi, tek bir mercekten bakılırsa çocuk doğduktan itibaren, önce, eş seçimiyle başlar. Bu eğitimi eş seçimiyle başlatan din âlimleri, uygun bir eş seçilmediği takdirde çocuğun eğitimi daha zordur. Bu sebepten erkek evlenince kısmetine razı olacak ve hanımı kendi fikirlerine adapte etmeye gayret ederken, onunla her zaman yumuşak konuşmaya gayret edecek. Erkeğin bu davranışı onlara Allahın en büyük hediyesi olan evlatlarını din terbisini vermeden bırakıp, onları cehenneme odun parçası yapmaktan kurtarırlar.

Dinimize göre eğitim, ne sadece okul duvarları arasına ne sadece eve, ne de belli bir yaştan sonrasına hasredilen bir şeydir; daha çok “hayat boyu ve her yerde” bir niteliğe sahiptir. Bu ölçülerle bakıldığında, çocuk doğduğu andan itibaren ona verilen her şey eğitim kapsamına girer. Onun emzirilmesi, altının temizlenmesi, kucağa alınması, sevilmesi bile bu eğitimin bir parçasıdır. Neyin eğitim olup olmadığıyla ilgili bir soruya dinin vereceği cevap, “Çocuğun duygularını, düşüncelerini, bedenî gelişimini, Rabbine olan yakınlığını, ileride olgun bir iman sahibi olup olmamasını etkileyecek her şey eğitimin konusudur.” olacaktır. O bakımdan okulda öğretmenlerden önce evde anne baba, çocuk için en önemli “eğitici” olduklarının farkında olmalıdırlar.

Günümüz gelişim psikolojisi bilgileri de bu düşünceyle uyum halindedir. Uzmanlar, çocuğun 0-7 yaş arasındaki eğitiminin asla ihmal edilmemesi gerektiğini belirtmektedirler. Hele hele “el kadar çocuk ne anlar” anlayışı çok yanlış bir kelimedir. Çünkü o hiçbir şeyden anlamadığını sandığımız çocuk bir yaşına kadarki dönemde anne ve babanın konuşmalarıyla, kelimeleriyle hafızasını doldurur. Sonra da yaşını tamamlamaya yakın hafızasına aldığı kelimeleri kullanmaya yeltenir. Telaffuzu kolay kelimelerle de bunu başarır.

Yine bu dönemde çocuğun konuşmaya başlamasının yanısıra, emeklemesi, düşe kalka yürüme egzersizleri yapması da daima bir “öğrenme faaliyeti” içinde olduğunun delilidir. Öte yandan, çocuğun hayat boyu sürecek karakterinin kimi psikologlara göre ilk dört yaş, kimilerine göre ise ilk yedi yaşta şekillendiği hususu çok önemli bir tespittir. Hal böyle olunca, psikologlar tarafından “ahlâkî gelişmesi” şeklinde nitelenen inanç ve ahlâk kuralları çocuğa doğru biçimde verilmelidir. Çünkü bu kurallar iç kontrol gücü denilen vicdanın gelişmesini de beraberinde getirir. İç kontrol gücünün gelişimi demek, çocuğun kendi kendisini yönetme yeteneği demektir. Aile ve çevre faktörünün oluşturduğu dış kontrol gücü, iç kontrolün gelişmesine paralel olarak tesirini azaltır.

Çocuğun ilk yaşlarında konuşmayı kavramasından sonra dini duygu ve düşüncelerin sağlıklı bir zeminde yürümesi için öğretilecek ilk şey, Peygamber Efendimizin (asm) emirleri doğrultusunda “Lâ ilâhe illallah” lafzı ya da cümlesi olmalıdır. Allah’ın varlığını ve birliğini ifade eden bu gizemli ve ürpertili gerçekle hayata başlayan çocuk, o küçük yaşta büyük adımlara, yaratılış gayesine hazırlık için en ciddi başlangıç aşamasını geçmiş demektir. Aileler bu konuyu asla ihmal etmemelidirler.

Çocuğun hayata adım attığı, düşe kalka yürümesini öğrendiği ve yarım yamalak kelimeleri telaffuz edip ailenin neşe kaynağı haline geldiği bu süreçten itibaren “oyun” da asla ihmal edilmemesi gereken bir eylemdir. Bu süreçte sevgili Peygamberimiz (asm)’in “Çocuğu olan çocuklaşsın!..” (bk. Deylemî, 3/513) buyruğu ebeveyn tarafından ilke edinilmeli ve çocukları eğlendirmek, onlarla oyunlar oynamak için özel çaba sarf edilmelidir.

Çünkü oyun çocukların en sevdiği şey oynamak, eğlenmektir. Anne babanın ve diğer aile bireylerinin çocukla oyun oynaması, çocukla aile fertleri arasındaki ilişkiler için sağlam bir zemin oluştururken, aynı zamanda çocuğun zekâsını geliştirip, psikolojik açıdan gelişmesine de ciddi manada katkı yapacaktır. Sevgili önderimiz olan Peygamber Efendimizin (asm) çocukları oynamaya, eğlendirmeye teşvik etmesinin yanı sıra, kendisinin de çocuklarla bizzat oynadığı, torunlarını omuzlarına ve sırtına bindirdiği, böylelikle onları güldürüp eğlendirmesi oyun konusunun önemini bütünüyle ortaya koymaktadır.

Çocuğun algılamasının arttığı, karakterinin şekillenmeye yüz tuttuğu bu dönemde çocuk, anne babanın yanında namaz ibadetiyle, dua ibadetiyle tanışacak ve onları. Nazarı dikkata alacaktır. Taklit yönteminin umimiyetle, geçer olduğu bu dönemde anne ve baba çocuğa çok iyi bir örnek teşkil etmelidirler. Çocuğa dini eğitim vermekte anne babanın örnek olmaması durumunda başarı şansı oldukça zayıftır. Çünkü çocuğa örnek teşkil edemeyen aile fertlerinin çocuğa dini eğitim vermesi mümkün olmadığı gibi, verse de etkili olamaz.

Din eğitim ve öğretiminde en ideal yöntem, çocukla birlikte ibadet etmek, ona anlayabildiği bir dille ibadetin önemini kavratıp, ibadete teşvik etmektir. Çocuğa eğitim ve öğretim sırasında onun psikolojik durumu gözden ırak tutulmamalıdır. Korkutucu örnekler yerine, buluğ çağına kadar tamamı sevdirici, teşvik edici örnekler verilmelidir.

Bu dönemde hoşgörü ve müsamaha etken unsurlar olarak öne çıkarılırken, çocukla olan iletişim beden diliyle güçlendirilmeli ve sevgi muhtevalı sözcüklerin albenisi kuşanılmalıdır. Sevgi içerikli kelimeler, güzel sözler, takdir ve iltifat yüklü kelimeler, çocuğun inançla olan bağlarının kavileşmesini sağlarken, çocuğun aileyle olan bağlarını da olumlu olarak etkileyecektir.

Ayrıca, ibadet sonrasında çocuğun başını okşamak, sırtını sıvazlamak, onu takdir dolu kelimelerle yüreklendirmek, daha çok manevi içerikli ödüllendirmelerdir. Bu ödüllendirme biçimi çocuğa özgüven, huzur ve inanç aşısının da etkili olmasını sağlayacaktır.

Sevgide dengeli olmak, bu nokta da önemli bir faktördür. En sevdiklerimizi çocuğunda sevmesi için aynı zamanda lüzumlu da bir hareket tarzıdır. Disiplinli sevgi şeklindeki bir vasat sevgi, ideal bir sevgi biçimidir. Çocuğun ilk mürebbiyeleri olan anne ve babalar verdikleri eğitimde, sevgi, anlayış, merhamet, düzen, disiplin gibi davranış şekillerini öne çıkarmalıdırlar. Yine bu paralelde ebeveynler çocuğun yetiştirilmesi için seferber olurken, çocuklarının hayırlı bir evlat olası için yüce Yaratıcıya el açıp, yalvarıp yakarmayı da asla ihmal etmemelidirler. Tabii yakarışlarında “dünya hayatının süsü, meyvesi olan” çocuk nimetini kendilerine bahşettiği için şükran duygularını da mutlaka sunmalıdırlar.

Çocuğa temel eğitimin verildiği bu süreçte anne ve babalar birlikte hareket etmeli ve görevlerini ihmal etmedikleri gibi, asla birbirlerine de bırakmamalıdırlar. Taraflardan birinin bu sorumluluğu yüklenmekten kaçınması eğitimin yarı yarıya sekteye uğraması demektir. Deyim yerindeyse, çocuğun eğitimi bir tahterevalli oyunudur ve bu oyunda uçlarda anne baba otururken ortada çocuk durmaktadır. Bu oyun öylesine dengeli oynanmalıdır ki, taraflar birbirini ağdırmamalıdır.

Buraya kadarki izahlardan da anlaşılacağı üzere, çocuğun küçüklüğünden itibaren aile içinde kuvvetli bir iman dersi almalıdır. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir iman dersi almazsa, İslâmiyetin ve imanın erkânlarını ruhuna alması sonra çok zor olur, yabani düşer. Özellikle anne ve babasını dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabani olur.”

Bu ifadelerden çıkarılacak önemli bir husus, gerçek dinî ibadetlerini yerine getirebilecek yaşa gelene kadar çocuğu yaptığı işlerden zevk alır halde tutmaktır. Maneviyat konusunda çocuk için başka her yerden daha çok, evde yaşadıkları önemlidir. Anne baba çocuklarına dinî bir şeyler anlatırken “yetişkin odaklı” değil, “çocuk odaklı” olmaya dikkat etmelidir. Başka bir ifadeyle çocuğa yetişkin gibi davranmalı, ama ondan yetişkin gibi davranması beklenmemelidir.

Bir diğer husus ise, anne baba ile okulda verilen eğitimin çocuk nezdinde “eğitimin bütünlüğünü bozucu” bir niteliğe dönüşmesine izin vermemektir. Yine Bediüzzaman’ın “Okulda öğretmenlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar.” diyen lise talebelerine “Öğretmenleriniz bahsetmiyorsa da, her bir fen kendi lisanıyla Allah’tan bahseder. Onları dinleyiniz.” şeklindeki öğüdü, bu çerçevede son derece manidardır. Laik eğitim anlayışında keskin çizgilerle birbirinden ayrılan dinî-dünyevî eğitim, din odaklı bakışta geçersizdir.

Dindar bir anne baba ya da öğretmen için, bir çocuğun namaz kılması da, gezegenler hakkında bilgi sahibi olması da, aynı dünya görüşünün izlerini taşımalıdır. Bu konuda kâinatın da, Kur’ân’ın da, Peygamber (asm)’in de aynı hakikati öğreten farklı öğreticiler oldukları sanırım konuyu açıklayıcı mahiyettedir. Söz gelimi, binlercesi içinden sadece bir örnek olarak,

“Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yasin, 36/40)

Kur’ân âyetini, kâinatta cari olan gerçekler yalanlamaz. İkisi birbirine destek olurlar. Yine Kur’ân’ın övdüğü her bir hasleti Peygamber (asm) yaşantısında en kemal düzeyde tezahür ettirir. İdeal din eğitiminin nihaî hedefine gelince, çocuğun kendisini yaratan, büyüten, besleyen ve terbiye eden Rabbini bilmesidir. Ev, okul ve toplum hep beraber bu hedefe ulaşması için çocuğa yardımcı olmalıdır. Bu yardım sırasında, çocuğa öğretilmek istenen konunun onun gelişim çağına uygun olup olmadığını göz önüne alınmalıdır.

Özellikle çocuğun ahlâkî gelişim basamakları, bu çerçevede son derece önem arzetmektedir. Ahlâkî gelişimin birinci basamağı, bebeklik dönemidir. Bu dönemde çocuğun doğru ve yanlış hissi, sadece iyi ve kötüyle ilgili ne hissettiğidir. İkinci basamak, çocuğun yeni yürümeye başladığı dönemdir ve çocuk bu dönemde de, başkalarının anlattıklarından “doğru” ve “yanlış”ı öğrenir. Okul öncesi yıllara denk gelen üçüncü basamakta ise, çocuk aile değerlerini, sanki kendi değerleriymiş gibi, içselleştirmeye başlar; ve kendi davranışlarının sonuçlarını algılamaya, anlamaya başlar.

Dördüncü basamak, 7-10 yaş dönemini kapsar. Bu dönemin ayırıcı özelliği, çocuğun anne babasının, öğretmenlerinin ve diğer yetişkinlerin yanılmazlığını sorgulamaya başlamasıdır. Çocukta güçlü bir “yapılmalı” ve “yapılmamalı” duygusu hakimdir. Ön ergenlik ve ergenlik yıllarını kapsayan beşinci basamağa gelen çocuk ise yetişkinlerden ziyade, arkadaşlarına önem verir ve arkadaş sistemi içinde farklı değer sistemlerini deneyerek, bunların içinde kendisi için en uygun olanını bulmaya gayret eder. Özellikle bu dönemde çocukların dini ve ahlaki değerleri bilen insanlara yönlendirmek ve onlarla arkadaşlık kurmalarını tavsiye etmek gerekir.

Anne baba açısından bakıldığında, çocuğun terbiye olacağı gelişim dönemleri daha farklı bir düzleme oturur. Anne baba ve eğiticiler açısından kaba bir tasnifle ifade edilirse, 0-6 yaş dönemi “telkin,” 7-10 yaş dönemi “teşvik,” 10-14 yaş dönemi “ikaz,” 14 yaş üzeri üzeri ise “müsamaha dönemi” olarak isimlendirilebilir.
Buna göre çocuğa ilk önce dini açıdan önemli ve en temel telkinler yapılır. Çocuğun kulağına ezan ve kamet okunması, konuşmaya başladığında “La ilahe illallah” sözünün söyletilmesi, telkin faaliyetleri arasında sayılabilir. Teşvik döneminde ise çocuğun namaz kılmaya özendirilmesi, doğru davranışları yapmaya yönlendirilmesi, az yemek yemeye veya arkadaşlarıyla paylaşmaya ikna edilmesi, teşvik döneminde yapılabileceklere örnek olarak verilebilir.
İkaz dönemi ise, çocuğun ergenlikten önceki son virajdır. Burada çocuk, yavaş yavaş aile otoritesinden kurtulmaya başlar. Kendi başına hareket etmeye özenir. Fakat yine de, duygularının etkisinden kurtulup iradesini tam olarak hakim kılamadığı için anne babasının zorlayıcı ve ikaz edici birtakım terbiye uygulamalarına muhatap olur. Küçük yaşlarda çocuğa abartılı şefkat göstermek ne kadar makul ise, bu dönemde biraz daha disiplini öne çıkarmak aynı oranda makuldur.
Son olarak, müsamaha dönemine geldiğinde artık karşımızda gerek bedenen gerekse aklen yetişkin kabul edilecek yaşa gelmiş bir genç durmaktadır. Bu genç, Peygamberimiz (asm)’in bu yaştaki gençleri askere almasında da görüleceği üzere, yetişkin kabul edilmelidir. Artık baskı gence fayda etmez. Ona ancak dostane ve müsamaha yoluyla yakınlaşılabilir ve faydalı olunabilir.
Tüm bu açıklamalardan şöyle bir sonuç çıkarmak doğru olur: İslâm’da din eğitimi hem bilinçli olmayı hem de büyük çaba göstermeyi gerektirir. Bu yolda en büyük sorumluluk da, herkesten önce anne babaya düşer.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır
Kaynak: Hilmi Orhan – Zafer Dergisi

Sanatlı eser sanatkarını gösterir

Aklı başında olan herkes, aptalın ve akıllının yaptıkları işleri ve varlıkları görünce, hangisini aptal tabiat yapmıştır diyebiliyor? Kainatta gördüğümüz mükemmel eserlerden hangisi için “bu tabiatın yaptığıdır, tabiatçıların dedikleri doğrudur” diyebiliyoruz.

Tabiat yaptı demek, kendi kendine olmuştur demektir. Meyve gibi yiyeceklerimizi pişiren, bize ışık veren, soğuktan koruyup bizi ısıtan güneş oraya kendi kendine mi çakılmış. Geceleyin hem mum darlık hem de takvimcilik yapan ayı oraya kim çaktı o kendi kendine mi o hali aldı. Güneşi, ayı, galaksileri, yıldızları yaratıp göklere yerleştirenin ustasına inanmayıp, onlara kendi kendine olmuşturlar diyebilecek kadar aşağıya düşenler memleketimizde çoğaldı. Bir Astronom diyor ki denizlerde okyanuslarda olan su miktarının bin katı göklerde var. Allah Allah bu su hangi depolarda duruyor, yoksa bulutlarda mı duruyor. Depodada bulutlarda olsa o suyu onlara kim yüklüyor?

Bu insan rahatlanması için, tek çaresi var. İnsan rahat yaşaması için, bakıp görünce hüküm verecek ki bunlar hiç biri kendi kendine olamaz. Bütün bu varlıkları, ancak Allah C.C yaratmıştır diyecek ve rahatlamak için, görecek ki her şeyi hiçten yoktan yaradan Allaha ve Peygamberini inanıp, ve insanlar hayatlarında hangi işi yapıp hangisini yapmamaları için Peygamberimiz a.s.m. vasıtasıyla 600 sahifelik Kur’anı Kerim isminde bir kitap göndermiş ki yoktan yarattığı insanlar, dünyada da ahirette de rahat etmeleri için. Kur’anı Kerimdeki kanunlara bakıp, nasıl amel edip hangi işi yapmamaları lazım olduğuna göre yaşayanlara ne mutlu. Onların buradaki hayatları da cennet öteki hayatları da cennet olur.

Mademki insanın yeni elbiselerini gürünce, hiç şüphe etmeden o elbiseyi terzi diktiğine hiç şüphe etmeyeceksin. Ayakkabılarını görünce, başka yerden değil ayakkabıcıdan aldığına inanacaksın. Evini da inşaatçılardan başkası yapamaz diyeceksin. Evin sıvasını da herhalde sıvacı sıvamıştır. Evin kapılarını pencerelerini, ancak marangoz yapmıştır. Evin elektriğini elektrikçiden başkası yapmadığına inanırsın. İnsanın elindeki saati gördüğün zaman, saatin sahibini ararken herhalde bu saati marangoz yapmamıştır demeden, saatçiden aldığını bilirsin. Sokakta birinin elinde ekmek şeker sabun görsen, bunları demircide mi aldın demeden, bakkaldan aldığını bilirsin.

İş bu vaziyette iken, akıldan yoksun olan kimselerden başkası diyebilir mi: Bu insan kendi kendine olmuştur ki insanın inceliklerinden bahsetsen istisnasız insanın vücudunda var olan her aza ve cevarihlerinde, hücre ve moleküllerinde akıl almaz harika düzgünlük göreceksin. Allah bu insanın varlığını murad ettiği zaman onun varlığını dişi ve erkeği sebep kılmış.

Bunların sayılarını öğrenmeye göz atalım araştırmışlar Avrupada %50 erkek %50 kız doğuyormuş. Türkiye’de % 49,5 erkek % 50,5 hanım doğuyormuş. Erkek %20-30 hanım % 70-80 yok. Peki bunlar tesadüfen mi böyle oluyorlar. Hayır bunların dengesi Allahın elinde. Bu işler böyle iken akılsız tabiatçılar nasıl diyebiliyorlar her şeyi; aptal, kör, sağır tabiat yapmıştır! Tabiat yaptı, kendi kendine oldu demek.

Siz söyleyin bu işler kendi kendine olabilir mi? Vücudun her hareketi için her emir akıldan geliyor. Bu akıl kendi kendine mi oldu bunun bir ustası yok mu? Gafil insanlar Allahın insana emrettiği ufak tefek ibadetleri yapmamaları için, Allahı inkâr ediyorlar. Zavallılar düşünmüyorlar ki inkâr ile hem sonsuz bir mutluluk yeri olan cennet ellerinden gider, hem de sonsuz azabı; yani ebedi olarak cehennemde yanmayı hak ederler.

Muhterem kardeşlerim! Müslüman şuurlu insandır. Bu itibarla hayatını karartmamak için çok dikkatli olacak. Bir misal vereyim. Türkiye’de afetler durmuyor. Yeni bir tanesi İzmir zelzelesi oldu. 4-5 gün o kadar kalabalık fadakâr memur ve siviller enkaz altında kalanları kurtarmak için gece gün, var güçleri ile çalıştılar. Bunların bu fedakârlıkları bizi çok sevindirdi. 91 saat enkaz altından kurtarılan yavru için herkes sevindi. Şimdi, bu hale iman şuuru ile baktığımız zaman. Buluğ çağına girmeden önce ölenler nerede ölürse ölsün o ebedi mutluluğu yaşamak için cennete gider.

Şimdi bu yavru ölümden kurtuldu annesini babasını çok sevindirdi. Ama o anne baba bu kızı imanlı ve namazlı bir hanım yetiştirmez iseler ölen yavruyu cehenneme bir odun parçası olmasına sebep olurlar. O zaman, enkaz altında ölse idi daha iyi idi. Bunu kaç kişi bilir. Çok üzücüdür halkımız dini bilgilerden çok habersiz.

Şimdi öyle bir devirde yaşıyoruz ki halkımızın %60 tan fazlası materyalist olmuş. Namaz ve diğer ibadetlerden uzak yaşıyorlar. Önümüzde imansızları, müşrikleri cehennem ateşi beklerken, bu kardeşler, buna karşı lakayt kalıp, geçici dünya zevklerinin peşine koşarak kendilerini o zevklere veriyorlar. Kendilerine ben müslümanım deyip evlatlarına kuran okutmak yok namaz kılmalarını teşvik etmek yok. Hanım ve kızlarını namazsız, yarım çıplak, haram erkelerle beraber gezdiriyoruz. Bunlar, gelecekte nasıl azap olacaklarını niye görmüyorlar. Allahım uyandır bu kardeşleri!

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

İnsan kanıyla doymayan caniler

Vatandan def olup gitsin, bu muzır hainler
Çok yaşasın onlara karşı duran, kaimler,
Nasıl birleşti bu iç ve dıştaki, katiller,
Müminleri çökertmeğe, bu yola girenler.

PKK, feto, deaş gibi isımlerle satılmışlar,
Hainliklerinden, yurtlarından atılmışlar,
Çok hileli ücret ile, bu hali almışlar,
Bu yolda hayvanlaşıp, birer cani olmuşlar.

Kürtlere Türkler mi zulmetti? Asla olamaz,
Dindarlar din kardeşinin, suçunu aramaz,
Bu kindarlık, Müslüman da asla yer tutamaz,
Dine lakaytlarda olduysa, bugün olamaz.

İnsanlıktan, hiç nasip almamış bu odunlar,
Masumlar kanına doymayan, bu vicdansızlar,
Yaşlıları ve çocukları, katleden bunlar,
İnsan kisvesine bürünmüş, bu canavarlar.

Kıyarlar, şerefli mahluk olan suçsuzlara,
Bunlar düşünmezler ki, hayat gidiyor sona,
Orada suçu hiç atamazlar, ona buna,
Azapla yakmak için, mezar alır koynuna.

Niye kendine demezler, ben nereden geldim?
Şereflileri öldürmek için mi dirildim?
İnsanlık dışı hale, ben nasıl girebildim?
Onlar bilmezler ama ben bunu bildim bildim.

Demezler mi, bu halim ile ben ne olurum?
Bu zulmüm içen, hesap verirken yorulurum?
Ben öldükten sonra, kendimi nasıl bulurum?
Bilmem lazım ki, hesap vermeye yumulurum .

Onlardan mazlumlar haklarını orda alırlar,
Zalimler cehennem ile, baş başa kalırlar,
Caniler, tüm mazlumlara hak verir dururlar,
Orda, maktule hesap verirken yorulurlar.

Ne yazık ki, imansızın aklı ters çalışır,
O duramaz, gördüğü her müspet işe karışır,
Suçsuz insanların, canını almakta yarışır,
Muhakkak, o hesap gününde başını kaşır.

Aman Rabbim! Biz o asilerden olmayalım,
Senin kanunlarından, asla dur kalmayalım,
Sana karşı hesabımızı unutmayalım,
Senin Merhametinden nasipsiz kalmayalım.

Abdülkadir Haktanır

Ölümden korkmaktan çok imanla ölmeye gayret edelim

Muhterem kardeşlerim; imanı şüphelerden kurtarmak her insan için geçerlidir, ama müslüman için o mesele en mühim meseledir, imanını şüphelerden temizleyip, takviye etmektir. Düşünün, bugün İzmir’in bir ilçesinde zelzele olmuş. Medyanın haberlerinden insanlardan kim ölmüş, kaç kişi ölmüş, ya yıkılan binalardakiler hepsi ölseydi çok büyük zarar olurdu haberleri. O öyledir, ama Allah korusun o ölüm imansızlar için, pek fark etmez ölümüne ne sebep olursa olsun, ölümden sonra onun yeri cehennemdir. Fakat imanı olup günaha boğulanlar için ölüm, günah borçlarını cehennemde yanmakla ödemeye onu ölüm götürür.

Fakat imanlı öleni hiç acımamak lazım. İnşaat kazasında da ölseler manen şehid olurlar. Ölen müslüman için, en çok sevdiği Allah’ına kavuşmağa sebeptir. Onu acımak şöyle dursun, dünyanın sıkıcı dertlerinden kurtulup sonu olmayan bir mutluluk yeri olan cennete ve onun ötesinde, o en çok sevdiği Allahına kavuşmağa, Allah ile görüşmeğe gitmiştir.

Bir koyununu, bir ineğini kaybetsen, onu bulmak için oraya buraya komşu köylere onları bulmak için, ailece seferber olursun. Çünkü insan her zaman menfaatini elinden kaçırmamak için koşar. Peki imanımızı kaybetmemek için nasıl bir gayret gösteriyoruz? Bunu düşünmek lazım değil mi? Ateistlerin sözüne inanıp belki öldükten sonra diriliş yoktur. Diyebiliyorsun. Peki ya varsa? Ki biz onun varlığı hakkında her tarafta var olan delilleri gösterebiliriz.

Evet tehlikelerden kurtulmak için biz tedbirimizi alacağız. Fakat; Allahın kaderini değiştiremeyeceğiz, ne ise o olur. Eğer bizim kaderimizde, zelzelelerin neticesinde enkaz altında kalmak varsa, bundan kurtulamayız. Çünkü bu bizim alın yazımızdır. Zelzeleden yıkılan binanın enkazından kurtulduk; ama araba kazasından, ondan çok daha kötü duruma düşebiliriz.

Acaba bize düşen, maddi vücudumuzu kurtarmaktan, daha çok manevi ruhumuzu kurtarmak için uğraşmak koşma gayreti içerisinde olmamız lazım değil mi? Çünkü maddi vücut kurtarmak, insanı bu yalan geçici dünyada bir kaç gün yaşamayı temin eder. Halbuki manevi hayatı kurtarmak için İmanını takviye etmeye çalışmak, sonu olmayan öteki alemdeki Hayatını kurtarmış olursun. Orada, hem sonu olmayan bir cehennem azabından kurtulmuş olursun. Hem de o iman mutluluğu sonu olmayan bir cenneti sana kazandırır.

Müslüman’ı en çok rahatsız etmesi lazım olan dine ters hareketli insanları gördüğünün etkisinin altına kaldığı zamandır. Yaşadığımız devrin tesiri ile insanların çoğu rayından çıkmış tren gibi yollarından çıkmışlar. Yani bilmiyorlar niye üzülsünler, neden sevinsinler. Spikerler ve diğer Allaha karşı vazifesini bırakanlar: Bu deprem, sel, ve fırtına. Bunlar neden oluyorlar. Bunların önleri kesilemez mi diyorlar? Zavallılar bilmiyor ki onları biz hak ediyoruz. Peygamberimize a.s.m. haber veriyorlar: “Filan yerde deprem oldu diyorlar. Peygamberimiz a.s.m. onlara: Oradakiler namaz kılmıyorlar mı diyor” Gördünüz mü afetler ne sebepten oluyormuş.

Vatandaşlarımızı en az %60 Allahın emirlerini yapmıyor erkekler namaz kılmıyor. Hanımlar da ne namaz var hiç çekinmeden, cehennemden korkmadan, kâfirlerin hanımlarından beter yarım çıplak gezebiliyorlar. Bunların Osmanlı devrinde alınan din terbiyesi terk etmelerinin sebebi. İnönü devrinde dinimize indirilen darbeler neticesinde halkımız bu hali almıştır. Ben 1965 senesinde teyzemi ziyaret etmek için İzmire gitmiştim. İkindi namazımı kılmaya camiye gittim. cemaat 3 kişiydik. Camiden çıkınca imam başına bir fötr takınca yıldızlarım söner gibi kahroldum.

İşte o devirlerin dini yasakları halkımız çok çeşit afetleri hak ediyor. Afetlerden bahsettik memleketimiz düçar olan afetlerden bir tanesi de orman yangınları. Bunlar memleketimize büyük zarara sebep. Ama yangınların çıkması, hata ile ateş yakanlar, olsa da çok azdır. O yangınları çıkaranlar çoğuna anarşistler sebeptir. Bu yangın felaketlerini biz tesadüfe vermeyelim. İnşaallah devletimiz onların önlerini kesme çaresini bulur. Biz vatan hainlerine Allah cezalarını versin diyelim.

Hiç düşünmeden yaşıyoruz. Allah’ımız biz insanları bütün mahlukatın üstüne çıkarıp, en şerefli mahluk olarak yaratmış. Tıp ne kadar ilerlerse ilerlesin vücudumuzun aza ve duygularında hiç birini yapamazlar. Bu insan kendi kendine mi oldu. Hatta doktorları da onların akıllarına o pis sperm hücresine sığıştırmış. Burnumuz aldığı kokuların çok çeşitlerini fark ediyor. Kulaklarımız hakeza bu ses inek sesi, sinek sesi, kardeşinin sesi, annenin sesi babanın sesi her sese damgayı vurur. Göz de hakeza her renkleri tanır. İlim dünyası diyor elimizin baş parmağı olmasaydı teknik gelişme %10 düşerdi. Bunları o sperm içerisinde Allahtan başka kim koymuş olabilir? Bunlar kendi kendine mi oldu?

Bir ara bir şeyler satın almak için bir mağazaya gittim. Mağazada benim alacağım bölümdeki adam, bana malı vermek için çok uğraşıyor. Bundan ona küstüm ve onun elinden tutup, ona namaz kılıyor musun dedim. O bana daha önce kılıyordum şimdi kılamıyorum. Ben ona Allah tarafından uyanık iken değil, üç gece rüyanda peşi peşine bir melek vasıtasıyla sana namaz kılacak mısın yoksa gözlerini alırım dese ondan sonra namaz kılar mısın dedim? O bana bilmiyorum dedi. Yanında olan biri kılar kılar, kılmamasına imkân var mı dedi. Gözsüz yaşanır mı ki? Öbür yandan açık saçık bir hanım laflarımı işitince ağlamaya başladı.

Gördünüz mü? Unutmayalım ki Allah kudreti ile namaz kılmayanlar dışarı çıkınca başlarına gökten taş düşse namaz kılmayan kalır mı? Asla kalmaz. Fakat burada imtihandayız ceza ve mükafat yeri ahirette. Orada cezamızı da, mükâfatımızı da alacağız. Aman kardeşler Allahın emirlerini yapmayı ihmal etmeyelim. Dikkatlı olalım.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Ana maksadı ilahi: Hüsün ve Cemaldir

Bu yazıda görün üstadımız üç ay tahsil ile nasıl bir edebiyat gösterebiliyor. Dersin başında, bir buçuk bürhanı davamıza şahid göstereceğiz demiştik. Bürhan mücmelen bitti. O davanın yarı bürhanı da şudur ki: Fenlerin casus gibi tedkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki: Kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzât ve Sâni’-i Zülcelal’in hakikî maksadları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünki kâinata ait fenlerden herbir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev’ ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel akıl bulamıyor.

Meselâ: Tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve Kozmoğrafyaya tâbi Manzume-i Şemsiye fenni; nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni’-i Zülcelal’in o nev’deki nizamında mu’cizat-ı kudretini ve hikmetini ve اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ hakikatını gösteriyor. Hem istikra-i tamme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-i kâinatta cüz’îdir. Maksud değil, tebaîdir ve dolayısıyladır. Yani meselâ çirkinlik, çirkinlik için girmemiş kâinata.. Belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab etmek için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkata girmiş.

Şer, hattâ şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş gibi cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halkedilmiş. İşte kâinatta hakikî maksad ve netice-i hilkat istikra-i tamme ile isbat ediyor ki; hayır ve hüsün ve tekemmül esastır, hakikî maksud onlardır. Elbette beşer bu kadar zulmü, küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan, dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak. Belki Cehennem hapsine girecek.

Hem istikra-i tamme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki; mahlukat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünki beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeblerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san’at-ı İlahiyeyi ve muntazam hikmetli icadat-ı Rabbaniyenin taklidini san’atçığıyla yapmak ve ef’al-i İlahiyeyi anlamak için ve san’at-ı İlahiyeyi bilmek ve cüz’î ilmiyle ve san’atlarıyla anlamak için; bir mizan, bir mikyas, kendi cüz’-i ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Hâlık-ı Zülcelal’in küllî, muhit ef’al ve sıfatlarını bilerek; kâinatın en eşref, en ekrem mahluku beşer olduğunu isbat ediyor. Hem İslâmiyet’in kâinata ve beşere ait hakikatlarının şehadetiyle mükerrem beşer içinde en eşref ve en a’lâsı ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet; hem istikra-i tamme ile, tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi, bin mu’cizatı ve çok yüksek ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur’an hakikatlarının şehadetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Madem bu yarı bürhanın üç hakikatı böyle haber veriyor. Acaba hiç mümkün müdür ki; nev’-i beşer şekavetiyle bu kadar fenlerin şehadetini cerhedip, bu istikra-i tammeyi kırıp; ve meşiet-i İlahiyeye ve kâinatı içine alan hikmet-i ezeliyeye karşı temerrüd edip, şimdiye kadar ekseriyetle yaptığı gibi, o zalimane vahşetinde ve mütemerridane küfründe ve dehşetli tahribatında devam edebilsin?. Ve İslâmiyet aleyhinde bu halin devam etmesi hiç mümkün müdür?!

Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisanım olsa, o hadsiz lisanlarla kasem ederim ki; âlemi bu nizam-ı ekmel ile, bu kâinatı zerreden seyyarata kadar, sinek kanadından semavat kandillerine kadar nihayet bir hikmet-i intizam ile halkeden Hakîm-i Zülcelal’e ve Sâni’-i Zülcemal’e o hadsiz lisanlarla kasem ediyorum ki; beşer hiçbir cihetle bütün enva’-ı kâinata muhalif olarak ve küçük kardeşleri olan sair taifelere zıd olarak kâinattaki nizama, küllî şerleriyle muhalefet edip nev’-i beşerde şerrin hayra galebesini binler senede sebeb olan o zakkumları yiyip hazmetmek mümkün değil…

Bunun imkânı ancak ve ancak bu farz-ı muhal ile olabilir ki; beşer bu âleme emanet-i kübra mertebesinde ve halife-i rûy-i zemin makamında sair enva’-ı kâinata büyük ve mükerrem bir kardeş olduğu halde; en edna, en berbad, en perişan, en muzır ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu kâinat içine girmiş, karıştırmış…

Bu farz-ı muhal, hiçbir cihetle kabul olunamaz. Bu hakikat için, elbette bu yarım bürhanımız netice veriyor ki; âhirette Cennet ve Cehennem’in zarurî vücudları gibi, hayır ve hak din istikbalde galebe-i mutlak edecektir. Tâ ki, nev’-i beşerde dahi sair neviler gibi hayır ve fazilet galib-i mutlak olacak… Tâ beşer de sair kâinattaki kardeşlerine müsavi olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev’-i beşerde dahi takarrur etti denilebilsin. Asar-ı Bediiyye – 381

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır