Etiket arşivi: adalet

Allah, sabredenlerle beraberdir, çünkü yalnız bırakılırlar

Cenab-ı Hak bize vahyinde sırlı bir şekilde hatırlatıyor: “Allah sabredenlerle beraberdir.

Bugünlerde bu ihtarı daha bir farkediyorum. Çünkü/yine sabredenlerin yalnız bırakıldığı zamanlara geldik. İfratın veya tefritin muteber olduğu, itidalde olanların ise ‘pasiflikle’ suçlandığı zamanlar çaldı kapımızı tekrar. Korkumuz savaştan değil. Korkumuz ölümden değil. Ahirete inananlar için bunlar pasaporttan başka birşey sayılmaz. Korkumuz ‘hakkın yanında değilken’ ölmekten. İfrat edip doğrunun selametine zarar vermiş olmaktan. Allah’ın yanında birilerinin hakkıyla gitmekten.

Ebedî zararlardan korkuyoruz biz. Dünyamıza verilen zararlar, ona kazık çakmayı planlamadığımız için, kanımıza dokunmuyor. Aleyhimize görünmüyor. Tek dünyalı değiliz. Varlığımızı yalnız buradaki varlığımızla, lezzetimizle, saadetimizle, huzurumuzla, zenginliğimizle, ulaşabildiklerimiz/bileceklerimizle tanımlamıyoruz ki buranın esiri/delisi olalım. Ölenimize kahrolalım. Gidenimizle mahvolalım. Kahrolmak/mahvolmak inanmayanın hakkıdır. Tepe tepe kullanabilir. Biz, elhamdülillah, gayba iman etmeyi seçtik. Dünyaya artık ötesini hesaba katmadan bakamayız.

Dediğim gibi: Sabredenler kolay yalnız bırakılır. Hatta sevilmezler. Nefret kazanmazlarsa da alabilecekleri en büyük iltifat acımadır. Hainlikle itham edilmezlerse, gayretsizlik veya samimiyetsizlik suçlamasıyla teselli bulabilirler. Duygulara kapılmak daha kolaydır musibet zamanlarında. Ve duyguların sekr halini yaşamanın taliplisi çoktur.

Aklın şalterini kapatıp öfkesinin/hüznünün kontrolüne kendisini bırakan insanlarla dolu her yanımız. Asr sûresinin anlattığı hüsran zamanları bir değil, beş değil, on değil. Dönüp dönüp tekrar yaşanan bir süreç ‘husr’. Diller bıçak. Eller yumruk. Gözler kara. Kalpler merhametsiz. Onlara Allah’ı hatırlatmanızdan bile rahatsız olan imanlı insanlarla karşılaşıyorsunuz. Allah’ı hatırlatmanızı istemiyorlar, çünkü Allah’ı hatırlamak demek, emir ve yasaklarını hatırlamak demek. Sınırları hatırlamak demek. Aşırıya gitmemeyi nasihatleyen vicdandaki o sesi uyandırmak demek. Bunu istemiyorlar. Herkes birbirine gaz vermede yarışıyor. Kan çağrısı bu zamanların en kolay işi. Akılda en geride olanlarımız yumrukları sıkılı en ileride koşuyorlar. Bu kalabalık nereye gider? Yolda ne kadar insaflı kalır? Vardığı yerde, velev muvaffak olsun, Allah ondan ne kadar razı olur?

Sabır gayretsizlik değildir. Sabır istikametli gayrettir. Durması gereken yerde duran ama yapması gerekeni de yapan gayrettir. Bize en çok yapılan suçlama, yani ‘gayretsiz/hamiyetsiz olma’ ithamının altında yatan şey, kanaatimce, onlar gibi sarhoş olmamamız. Herşeyin sonunu hesap ediyor ve varacağı yerden endişe ediyor olmamız. Mahlukata Allah’ın yarattığına gösterilmesi gereken bir incelikle/teenniyle muamele ediyor olmamız. Yoksa, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, sabrın üç çeşidi olan; günahlardan sakınmaktaki sabır, musibetlere karşı dayanmakta gösterilen sabır ve ibadetlere devamda sergilenmesi gereken sabır, bunlardan hiçbirisi ‘gayretsizlik/hamiyetsizlik’ ifadesi değildir. Bunlar, sınanma vakitlerinde ‘gayretin istikametini’ yitirmemenin yöntemleridir. Gemimizin denge direkleridir.

Doğru. ‘Doğru’ duygularının seni götürdüğü yerde olmayabilir her zaman. Aklın da her vakit doğruyu bulamayabilir. Ama Allah, şeriatı ile, sana şaşmayacak olan hakikati bildirir. Merhamet öfkeden daha az hata yaptırır. Merhametsiz adalet eksiktir. Adaletsiz merhamet fazladır. Ve sen sabretmekle kendi iradenin tercihinden vazgeçerek Allah’ın küllî iradesinin emrine tâbi olursun. Şüphesiz Allah en doğrusu bilir! hakikatinin hâl diliyle söylenişidir bu. Sabreden ister istemez tevekkül eder. Kendi cüzi iradesini kaderin denizine bırakır.

“Resim karıştı. Manzara karardı. Burada artık kendi amelimin/fikrimin selametine güvenmiyorum. Ona tevekkül ediyorum. Onun emrinin doğruluğu sorgulanmaz. Ama irademin beni çekip götürmeye çalıştığı yerin sağı/solu belli olmaz…” demektir bu aslında. ‘Kolay olacak’ demiyorum. Eminim çoklar senden yüz çevirecek. Söylediklerinden, tavrından, hatırlattıklarından mutlu olmayacaklar, eminim. Yalnız da bırakılacaksın. İstenmeyen de olacaksın. Düşmana denk görüldüğün, hatta daha çok nefret edildiğin zamanlar da gelecek. Ama sen Allah Resulü aleyhissalatuvesselama öğretildiği gibi diyeceksin: “Eğer yüz çevirirlerse; de ki: Allah, bana yeter. Ondan başka hiç bir ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim ve yüce arşın Rabbi de Odur.

Ahmet AY

Cehennem’den Bahsetmenin Lüzumu

Peygamberimiz’in (s.a.s.) fethini asırlar öncesinden müjdelediği, onu fetheden ordunun kumandanına ve askerlerine medhiyelerde bulunduğu, o medhiyelerin mazharı olabilmek için İslâm ordularının defalarca fetih seferleri yaptığı İstanbul, 29 Mayıs 1453 yılındaki fethiyle asırlarca Osmanlı Devleti’nin başkenti olduktan sonra onun ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara yapılmışsa da, başka mevzularda İstanbul’un başkentliği halen devam etmektedir. O mevzulardan biri olarak, kültürel faaliyetlerde de İstanbul’un başkentliği devam etmektedir.
Yıllar önce İstanbul’daki bir millî kütüphanemizde her hafta değişik bir kişinin konuşması olur ve ardından çay ve kuru pasta ikramı yapılırdı. Ben de ekseriya o toplantılara katılırdım ve ikindi ezanı okununca da bazılarıyla birlikte ikindi namazı için çok yakındaki bir camiye gitmeye çalışırdık. O toplantıların müdavimlerinden 80 yaşlarında görünen bir kişinin ezan okununca hiç camiye gitmemesi ve namaz hassasiyeti göstermemesi çok dikkatimi çekerdi; fakat küfür kelamı sayılabilecek sözlerle bana tepki gösterebileceği endişesiyle ona bu mevzuda bir şeyler söylemeye de cesaret edemezdim.
O mekandaki bir konuşmaya daha dinleyici olarak katıldıktan sonra ayaküstü çay ve kuru pasta ikramını aldığımız küçük ve yüksek masada ben ve ondan başka bir de Diyanet İşleri Başkanlığı personelinden imam veya vaiz bir kişi vardı. 80’li yaşlarda gözüken o yaşlı kişinin Diyanet İşleri kadrosundaki kişiyle tanıştıktan sonra ona “Vaazlarınızda ne olur Cehennemden bahsetmeyin” demesini çok yadırgamıştım.
Hem 80’li yaşlara gelmiş olmasına rağmen ezan okununca çok yakındaki camiye gittiği hiç görülmüyor, hem de Kuran’da âyetlerle ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) hadislerle bahsettiği ve cezalandırılma tehlikesine karşı ikazlarda bulunulduğu Cehennem’den resmî görevi gereği olarak da bilhassa bahsetmesi gereken bir Diyanet mensubunu bundan yasaklamaya çalışıyordu! Bediüzzaman da “nev-i beşerin en mühim meselesinin Cehennemden kurtulmak olduğu”na Meyve Risalesi Sekizinci Meselesinde dikkat çekiyorken, dinî irşadla görevli bir Diyanet İşleri Başkanlığı personelinin Cehennem’den bahsetmemesi, mesleğinin kendisine yüklediği mesuliyete de aykırı ve çok tezatlı bir hal olmaz mıydı?
“Adalet”, Risale-i Nur’da mükerrer olarak bahsedildiği gibi, bu kâinatın temel prensiplerindendir. Allah’ın “ADL” ismi, O’nun adaletin en yüksek derecesinde olduğunu ifade eder. Risale-i Nur’da Otuzuncu Lem’a, Hz. Ali (r.a.) tarafından “İsm-i Azam” olarak kabul edildiğini bildirdiği Allah’ın altı isminden biri olarak “ADL” isminden de bahsetmektedir.
Adalet, en kısa ifadesiyle, hak sahibinin hakkını vermek ve –yetkiliyse- suçluyu da cezalandırmaktır. Hak sahibinin hakkını vermek her insanın vazifesiyken  ve suçluyu ise ancak yetkili olan insanlar cezalandırabilirken, Allah suçluyu cezalandırmak mevzuunda da en fazla yetkilidir, O’nun suçluları cezalandırması ve bunun için elbette Cehennem olacak ve orada cezalandırılmamaları için insanları ikaz etmekle görevli dinî irşad görevlileri de elbette “nev-i beşerin en mühim meselesi olan Cehennem”den kurtulabilmeleri için insanlara ikaz faaliyetlerini mutlaka yapacaklardır.
 
Hem de Kur’an’da Cehennem’den bahsedilmesi Cennet’ten bahsedilmesiyle birlikte yapılmaktadır. Kur’an’ın Cehennem’den böyle bahis şekliyle insanlara, bu dünya imtihanlarından başarıyla ve yüz akıyla çıkabilirlerse Allah’ın kendilerini Cennet’le mükafatlandırabileceği, hem de aslında en mühim imtihanlarının içinde oldukları halde defterler-kitaplar açık, başkalarıyla yardımlaşmalarının serbest ve hatta bu  mevzuda tavsiyelerin  ve teşviklerin edildiği, kopya çekmelerinin ve bilmediklerini imtihan içinde oldukları halde bilenlere sormalarının dünyevî makamlar için yapılan imtihanlardaki gibi yasak olmak bir yana, Allah’ın elçisi Peygamberler ve onların ilmî vârisleri olandin âlimleri tarafından bunun yapulması için ısrarlarla  tebliğ ve teşviklerde bulunulduğu bu dünya imtihanlarında başarılı olmamak için direnenlere ve neticede Cehennem’e gidecek olanlara “zarara rızası ile giren ve acınmaya müstahak olmayanlar” nazarıyla bakılması gerekmez mi? 
Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Adaletsiz takvâ mümkün müdür?

Din ile hayatı birbirinden ayrı düşünmenin sekülerlere mahsus bir tutum olduğu zannedilir. Halbuki, aynı şeyi yapan garip ve epeyce yaygın bir ‘dindarlık’ türü de mevcut. Bu garip dindarlık tasavvuru ‘ibadetler’e dönük bir vurguyla öne çıkarken, bu ibadetlerle gündelik hayat arasında bir tutarlığın izini sürmeyi ihmal eder, dolayısıyla gündelik hayatı sözümona kendi akışına bırakır. Namazını kıldığı halde yalan söyleyebilen, namazını aksatmadığı halde faizle sınanabilen, oruç tuttuğu halde işçisinin hakkından kısabilen, orucunu tuttuğu halde dilini tutamayan, yemeğini sağ elle yediği halde haram da yiyebilen, suyu çömelerek üç yudumda içtiği halde gözünü kırpmadan cana kıyabilen.. diye uzayıp giden her türden arızalı ‘dindar’ figürü, din ile hayatı, ibadetin vakti ile vaktin bütününü ayrı düşünebilen işte bu zeminde büyür, beslenir.

Oysa Kur’ân’ın en başta peygamberler örneğinde bize verdiği en önemli derslerden biri, dinin hayatın bir alanına dair olmadığı, bilakis tamamını kuşattığıdır.

Şuayb aleyhisselam, harikulâde bir örneğidir bunun. O, ölçüde, tartıda hile yapan, hak yemeyi, adaleti gözetmemeyi itiyad edinmiş kavmi Medyen’i hakka davetle emrolunmuş, “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin ve yeryüzünde fesatçılık yaparak fenalık yapmayın” (Hûd, 11:85) cümlelerini de içeren davetine karşılık kavmini temerrüd halinde bulmuştur. Kavmi bildiği şekilde hak yiyerek yaşamakta kararlıdır. Şuayb aleyhisselama ise sorarlar: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terketmemizi ve mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” (Hûd, 11:87)

Kavminin Şuayb aleyhisselama yönelik bu tepkisi, iki şeyi birden gösterir. Hz. Şuayb’ın namazı, namazın vakti dışındaki zamanları da Allah’ın emrine uygun şekilde, hakkâniyet ve adaleti gözeterek yaşama idrakini ona nasip etmektedir; ve kavmi de, onun namazı ile bu tutumu arasındaki birebir ilişkinin farkındadır. Kendi ifadeleriyle ‘yumuşak huylu ve aklı başında’ bildikleri Şuayb’ı kendilerini haksızlıkları karşısında net biçimde uyarma cesareti veren sırrı, onun namazında bulmuşlardır.

Şuayb aleyhisselamdan hakikat dersi almış Hz. Musa’nın, Medyen topraklarından Mısır’a dönerken Tuvâ vadisinde peygamberlik görevi kendisine verildiğinde aldığı sorumluluk da bu çift boyutluluğu içerir. Firavun, kavmine kendisini ‘Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?’ diye sunacak kadar azmış biridir ve Hz. Musa gidip Rabbü’l-âlemîn adına ona iki şeyi birden tebliğ edecektir: (1) Uluhiyet iddiandan vazgeç, Rabbini tanı ve kulluğunu kabul et; (2) Kula kulluğa izin verme, köleleştirdiğin Benî İsrail’i serbest bırak. Burada da, imanın en merkezî esası olarak tevhid davetine, adalet ve hürriyet daveti eşlik etmektedir. İkincisi, birincisinin hem tamamlayıcısı, hem sınanması niteliğindedir.

Bütün kıssalarda bu dersin izleri olduğu gibi, aynı bütünlük Beled sûresinde ‘sarp yokuş’ tarifi üzerinden çıkar karşımıza. Sarp yokuşu aşabilenlerin sûredeki sıralamayla üçüncü vasfı iman edenlerden olmak ise, birinci vasfı boyunduruğu kırmak (köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, kula kulluğa son vermek), ikincisi ise salgın bir açlık gününde yetimi ve yoksulu doyurmaktır. Burada da, iman ile gündelik hayatın siyasete ve ekonomiye bakan veçhelerine dair tutumlar arasında bir bağ çıkar karşımıza.

Bu örneklerin de gösterdiği üzere, iman, kalbde başlayıp sadece orada kalan birşey olmadığı gibi, din de hayatın içinde alanlardan bir alan değildir; hayatın tamamını kuşatır ve içerir.

Bu çerçevede, ibadetler, esasen hayatın bütün alanlarının bir ubudiyet şuuruyla yaşanması içindir. Her bir ibadetten bir ubudiyet şuurunun hâsıl olması beklenir. Meselâ namazın gün içinde beş vakte hapsolması değil, beş sembol vakit üzerinden günün tamamını namazın kuşatması ve yönetmesi beklenir. Orucun yıl içinde bir ayda hapsolması değil, bütün yılı biçimlendirmesi beklenir.

Gelin görün ki, sözkonusu ettiğimiz garip ‘dindarlık’ tasavvurları içinde, namaz vardır, ama ‘Şuayb’ın namazı’nda mânâ ve ruhun bir hayli uzağındadır. Sarp yokuşu aşmada iman ve ibadetin vazgeçilmezliğini görür, ama onların siyasî veya iktisadî düzlemdeki adaletsizliklere karşı tavır koyup sorumluluk almakla irtibatını veyahut sûrenin devamındaki merhamet çağrısıyla da irtibatını gözardı eder.

Aynı durumu, ‘takvâ’ algısında da görürüz. Takvâ, bu anlayış dahilinde, farzların yanısıra kılınan nâfile namazlar, farz olan Ramazan orucu dışında tutulan nafile oruçlar, okunan cüz, edilen zikr ekseninde anlaşılır genellikle. Bütün bunlar, takvâ tanımının elbette dışında değildir, ama ne takvâ onlara indirgenebilir, ne de onlar hayatın bütün alanlarına dair tazammun ve derslerinden olarak görülebilir. Ne var ki, kılınan nafile namaz veya tutulan nafile oruç miktarıyla takvâ ölçen dindarlığımız, meselâ adaletle takva ölçmeyi neredeyse hep ihmal eder.

Oysa Maide sûresinin mü’minlere tekrar ve tekrar adaleti emreden meşhur âyeti, bu emre riayeti takvânın bir teyidi olarak da resmeder: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olun. Sakın bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir. Allah karşısında takvâ üzere olun. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mâide, 5:8)

Bu âyet-i kübrâda âlemlerin Rabbi, bizi hakkı ayakta tutan adil şahitler olmaya davet ederken, bu halden bizi alıkoyan en büyük tehlike olarak ‘bir topluluğa yönelik kinimiz’e karşı uyarır ve bir kez daha “Adil olun!” diye açık ve kesin biçimde emreder. Sosyal hayata dair hükümler içermekle birlikte tekrar tekrar takvâya dair vurguda bulunan Hucurât sûresinin bildirdiği üzere insanların Allah katında en değerlisi ‘en ziyade takvâ üzere olanı’dır ve Allah katında en değerli olabilmesi için kulun ‘takvâya en yakın olan şey’i yapması, yani adil olması, adaletten sapmaması gerekmektedir. Adalet, takvânın tanım kümesi içindeki vazgeçilemez, ihmal edilemez, görmezden gelinemez bir değerdir; ve âlemler Rabbinin takvâ üzere olun emri, adil olun emrini kesin biçimde içermektedir.

Büyük müfessir Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr olarak da bilinen Mefâtîhu’l-Gayb’ında bu âyeti tefsir ederken söz âyetin “Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir” mealindeki cümlesine geldiğinde şöyle der: “Bu ifadede, Allah düşmanı kâfirlere karşı adaletle davranmanın vacip olduğu hususunda önemli bir uyarı vardır. “Binaenaleyh, Allah dostu ve sevgilisi mü’minlere karşı adaletle davranmanın vacip oluşunun derecesi artık buna kıyas edilmelidir.”

Demek ki, zihnimize yerleştirmemiz gereken bir ders var. Madem ki adil olmak takvâya en yakın şeydir; kişinin takvâsını, adaletinden anlarsınız. Kıldığı namazların sayısından değil, kıldığı namazların Şuayb-misali onu adalet timsali kılmasından anlarsınız. Okuduğu cüzlerin sayısından veya işittirdiği Kur’ân kıraatinden değil, okuduğu Kur’ân’ın adalet davetine ne derece riayet ettiğinden anlarsınız.

O halde, en başta nefsimize bir büyük ders olmak üzere, dikkat gerek…

Metin KARABAŞOĞLU – Risale Haber

Yeni Toplumun İnşasında Adalet Ve İbadetin Birlikteliği

I. Yeni topluma doğru

Çağın seküler dünyasında “kirlenmiş devlet, kirlenmiş toplum” çevresinde şikayetlerin tahammül sınırlarını zorlayan boyutlarda olduğu görülüyor. Bunun karşılığında “temiz devlet” ve “temiz toplum” üzerine birçok görüşler ileri sürülmekte; varolan dengesizliğe çözüm yolları aranmaktadır. E. Fromm’a göre yeni bir toplumun doğuşu, ancak kendi gelişmesi ile birlikte yeni bir insan geliştirdiği zaman gerçeklik kazanabilir. Hatta bugünün insanlarının temel değerlerinde ve düşünce biçimlerinde rastlanılan karakter yapısının tümden değişmesi tek çıkar yoldur. Bu ise yeni bir ahlâkın doğmasına ve tabiata karşı yeni tavır almasına bağlıdır.1 Böyle olmadığı takdirde, insanlar eski şartlara (moderniteye) uygun değerler ve davranış biçimleri ile yeni şartlara tepki gösterdikleri sürece, sürekli artan şok dalgaları, kirlenmeler ve sürprizlerle yüz yüze gelmek zorunda kalacaklardır.2 Böylece aranan yeni oluşumların gerçekleşmesi diye bir şey olmayacaktır.

Toplum düzeninin sağlanmasında temel değer “adalet”tir. Kirlilik denilen şeyin gerçekte adaletsizlik olduğu genel kabul gören bir husustur. Global bir hastalık olan “kirlilik” veya adaletsizlik-dengesizlik kendi devlet ve toplumumuzda diğer toplumlardan geri değildir. Bu kirli ve adaletsiz arenada, Bediüzzaman’ın 1922’de milletvekillerine yönelik kaleme aldığı “Namaz Beyannamesi”ni3 hatırlatmamak mümkün mü? Cumhuriyetin arifesinde “Ankara Hükûmeti”nin davetine icabet eden Bediüzzaman’ın öncelikle ibadet çevresinde hakim değerleri nazara vermesinin manidarlığı şimdi anlaşılıyor. Bediüzzaman ilgili namaz beyannamesinde, inanç-ibadet ve bunların dayandığı dinamiklere itimat edilmesi gereğine; buna dayanmayanların “safsata-i nefs ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul” edeceklerine işaret eder ve bu tip insanlarla “hakiki ve ciddi iş görülmez” hükmü üzerinde durur. Özellikle Anadolu insanının, yöneticilerinde itimat unsuru olarak aradıkları ilk şartın namaz kılıp kılmamaları olduğu örneğini veren Bediüzzaman; “Namaz kılarlarsa mutlak emniyet ederler” der. Yok eğer kılmıyorlarsa, “Öylelerine nasıl itaat edeceğiz?” sorusunu aynı insanların ağzından nakleder. O bu suretle öncelikle fert fert insanların “ben”lerine gönderme yapmaktadır.

Said Nursî, idarecilerin adalet hissine sahip olmalarının, bunun ise ibadet ve onun insan üzerindeki müsbet tesiri ile yakından ilişkili olduğunu biliyordu. Konuya sosyal psikolojik yaklaşımda bulunarak yöneticilerin yönetilenler tarafından “taklid” edildiğini de hatırlatarak, işgal edilen statünün önemine dikkat çekiyordu. Yine vurguladığı gibi, “hukukullah, hukuk-u ibadı tazammun ediyor”du. Özellikle yöneticilerin sorumlulukları bu noktada yoğunluk kazanmaktadır.

Konuyu Gazalî’nin ilgili yaklaşımıyla daha netleştirebiliriz. Gazalî’ye göre muamelattaki ve siyasetteki adalet nefsin ahlâkına bağlıdır. Yani insanlar nefislerinde ne derece adaletli iseler siyaset ve muamelatta da o derece adaletli olurlar. İnsanlar ferdî olarak nefislerinde adaleti kurmadıkça cemiyette adalet kurmak mümkün değildir. Adaleti nefislerde, muamelatta ve siyasette olmak üzere üç sahada kurmak lazımdır.4 Kısaca, üstümüze düşen vazifeyi gereği gibi yapmıyorsak, kendimize karşı dürüst olmamız da imkânsız hale gelecektir ki, bu, topluma karşı da adil olunamayacağının işareti olmaktadır.

Burada görülen, hayata yansıyan ahlâkî, adil, kısaca faziletli yapıp etmelerde insanın duygularının ve değerlerinin kaynağının sıhhatliliği ve insanın ilgili değerleri içselleştirmiş olmasının önemidir. İnsanın müsbet tavır ve davranış sergileyebilmesi için büyük ölçüde bu yönle ilgili tutumlara sahip olması gerekir. Yani ferdin şeylere, durumlara, insanlara karşı tepkileri üzerinde, yönetici ve dinamik etki yapan ve geçirilen tecrübelerle donatılmış ruhî ve zihnî istidat ya da eğilimlerinin varlığı şarttır. Bu yöndeki tutumların esas unsuru inançtır. Sağlam bilgi ve inanç ve aynı temelden kaynaklanan değerlerin talimi ve yaptırımı sonucu olarak insandan ancak ve ancak müsbet eğilimler ve davranışlar beklenir. Bu bakımdan, gerçekte olumlu keyfiyetler insanın içinde olup biten fenomenlerdir. Diğer bir ifadeyle, insanın iç dünyasına ait temel duygular, değerler sistemi ve bu değerler sistemiyle ilgili duyguların eğitimi ile ilgili bir durumdur. Bu olgular sağlam bir değer ölçüsünün direktifiyle ve bu değerlerin içselleştirilmesi sonucu dışa olumlu davranışla yansıması suretiyle karşımıza çıkarlar.

Sosyolojik olarak bilinmektedir ki, beşerî varoluş, insan ile bedeni ve insan ile dünyası arasında durmadan bir ‘denge kurma faaliyeti’dir. Diğer ifadeyle, insan sürekli bir ‘kendine hakim olma’ süreci içerisindedir. Ancak bu süreç içerisinde insan bir beşerî dünya üretir.5 Bu anlamda beşerî bir ürün olarak devlet, fertlerin toplamından müteşekkil toplumun siyasal örgütlenmesidir. Amacı ise, fertlerin temel ve ortak yararlarını, toplumsal alanda en temel değer olan ‘adalet’le ‘dengede’ koruması olmaktadır. O vakit devlet ‘adaletli devlet’ veya ‘adalet devleti’ sıfatını taşır. Bunun dışında ‘kirlilik’ denilen olgu gerçekte dengesizliğin, yani adaletsizliğin kendisidir. Mesele sadece devlet meselesi de olmayıp, ‘tüm toplum’ gerçeğini içeren muhtevaya sahiptir.

Fert-toplum ve devlet arasında doğru orantılı bir ilişkiden söz edilebilir. Büyük ölçüde toplum fertlerin, devlet toplumun tabiî göstergesidir. Şayet ‘adaletli devlet’ten bahsedilecekse, bu, bir ön şart olarak insanı ele almayı gerekli kılar. Devlet toplumun, toplum ferdin keyfiyetine göre renk ve şekil alır. Fert olarak ne iseniz toplum olarak o olduğunuz gibi, toplum olarak nasılsanız devlet olarak da o’sunuz demektir. Topluma davranış olarak yansıyan iş ve oluşların niteliği bizim keyfiyetimizin somutlaşmış simgeleridir. Güzellikler ve kemaller insanın tutum ve eylemleriyle anlamlı hale gelir. Tutum ve davranışların dayandığı değerler sisteminin keyfiyeti temel öneme sahiptir. Ancak fazilet değerlerine sahip bir ahlâktan adalet beklenebilinir. Hakkın rızası ve bu dairede ferdin ve toplumun yararına olan tüm faydalı eylemler, faziletler olarak karşımıza çıkar. Bu şekilde, güzellik ve kemal (fazilet) değerlerini içselleştirmiş fert, ‘insan-ı kâmil’ mânâsını taşır. Kâmil insanların oluşturduğu toplum ‘fazilet toplumu’ olarak karşımıza çıkar. Böyle bir toplum ‘adalet devleti’ni netice verir. Şüphesiz burada önemli problem toplumu oluşturan fertlerin istenilen nitelikte var kılınmasının, adaletin fert ve toplum hayatında inşasının zorluğudur. Bu açıdan bakılınca, yeni beşerî dünyanın oluşmasında temel iki değer olan adalet ve ibadet ile bu iki değerin ilişki niteliğinin bilinmesi, değerlendirilmesi ister istemez gündeme gelme durumundadır.

II. Adalet ve ibadetin birlikteliği

Adalet, ahlâkî bir kavram olarak düşünüldüğünde, ‘davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak’ anlamlarına gelir.6 Ayrıca ‘orta yol, istikamet, denge’ anlamlarını da taşır. Bilinen örfî anlamının dışında adalet ‘yalanı olmayan, diyaneti tam, akide yönüyle Ehl-i Sünnete mensup, her çeşit fısk ve fücurdan uzak olan kimse’nin vasfını ifade eder.7 Böyle kimselere adil veya adalet sahibi denir.

Adaletin anlamında daha kapsamlı yaklaşımlar da vardır. Nitekim Kınalızade, Ahlâk-ı Alâî kitabında adaletin nevilerini on iki noktada toplamaktadır. Kısaca belirtirsek, bunlar, sadakat (saf dostluk), ülfet (karşılıklı uyum ve sevişme), vefa (hakka bağlılık), şefkat (başkalarının dertlerini paylaşmak), sıla-i rahim (akrabalarıyla ilgilenme), mükâfat (iyiliğe fazlasıyla karşılık verme), hüsn-i şirket (müşterek işlerde iyi davranmak), hüsn-i kada (herkese karşı dürüst davranmak), teveddüd (akraba ve dostlarının sevgisini kazanmak), teslim (her şeyi ile ilahî iradeye dayanmak), tevekkül (Allah’a güvenmek) ve son olarak ibadet (kulluk etmek)’tir.8 Görüldüğü gibi, bir denge kavramı olan adalet, ibadetle içiçe yer alan değerler bütünü olarak, bir ayrılmazlık taşıyor. İslâm değerler sisteminde ‘din,’ güzel ahlâk olma mânâsında, aynı zamanda hak ve adalettir. İnsan için, ahlâklı olmak adil olmanın diğer bir ifadesidir. En genel ifadesiyle ibadet ‘Allah’ın emirlerini yapmak ve nehiylerinden sakınmak’tır.9 İslâm, ibadete kapsamlı bir bakış açısı getirmiştir. İslâm’da ibadet, namaz gibi belirli ibadetlerin yanında ve bunun ötesinde ihlasla yapılan ve Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve rızasını kazanmak amacını taşıyan her türlü faydalı (hayır) amelini, insanın karşılığını görecek bir ibadet hareketi olarak kabul etmektedir.10

Gerçekte, ibadet ve adalet, iç içe, biri diğerinin lazımı olarak gelişmektedir. Konumuz şayet adalet ise ve bu bir ‘hak’ temeline dayanan ‘ihkak-ı hak’ın tahakkukuna bakıyorsa, insan ibadet yapmakla Yaratıcıya karşı olan hakkını yerine getiriyor, adaletli davranıyor demektir. Eylemin özü itibarıyla, adalet ve ibadet, hakkın ifasıdır. İnsanın yoktan varlığa çıkarılarak binbir ihtimaller içerisinde mahlukatın en eşrefi statüsünde yeryüzünün halifesi olarak yaratılıp mikrokozmos ve makrokozmos kâinatın nimetlerinde tasarruf etmeye yetkili kılınmasının bir hak ve sorumluluğu da beraberinde getirdiği unutulmamalıdır. Bediüzzaman’ın deyimiyle “ibadet abdin Allah’a karşı bir hizmetidir.”11 Açıktır ki, inkârı mümkün olmayan ‘hukukullah’ı ihmal eden kişi, bu en büyük adaletsizliği işleyebildiğine göre, çevreye ve diğer insanlara karşı hakkaniyetli davranmama konusunda da en küçük bir tereddüdü olmayacaktır. Bu bakımdan, denilebilir ki, adalet Allah’a ibadetle başlar.

Daha sonra insan ve çevre hakkı gelir. İnsanlık tarihine eğildiğimiz zaman, şunu görüyoruz: İnsan, ‘hukukullah’a riayet etme, O’na ibadet etme, kul olma keyfiyetine göre, insan ve çevre haklarına saygılı olur. Tersinden düşünüldüğünde, Allah’ı tanımayana her şey meşru olacaktır.

Burada ibadetin temel dinamiği olan manevî inancı, bu inancın insan üzerindeki potansiyel yaptırımını öncelikle hatırlamak gerekir. Öldükten sonra bir Mahkeme-i Kübra’da her şeyin hesabını vereceğine inanan insan, hakkı olmayan iş ve oluşlardan uzak durur. Bir bakıma, inancın gereğinin yaşanması ibadet olmaktadır. İnsan, hukukun emredici ve yasaklayıcı esasını ibadet ile, bir gönül eğitimi şeklinde içselleştirip hayata yansıtmış oluyor.

İslâm düşünürleri, insanla ilgili (nefs, kalb ve akla ait) üç kuvvetin vasat mertebede tezahürünü adaletle açıklar ve ‘adalet’le ‘sırat-ı müstakîm’i birbiriyle ilişkili biçimde izah ederler. Kur’ân’ın anahatlarıyla üzerinde durduğu dört unsuru sıralarken, bunlardan ‘adalet ve ibadet’i birlikte tek şık halinde belirten12 Bediüzzaman da, aynı yaklaşımda bulunur. Ona göre, “Sırat-ı müstakîm; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir.”13 Tüm sapma ihtimallerine rağmen ilgili temel duyguların denge düzleminde yer alması, bu suretle adaletin gerçekleşmesi için ibadetin yaptırımına ihtiyaç vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi (Fâtiha), ‘sırat-ı müstakîm’in ahlâkî değerler dizisinin, insan-Yaratıcı ilişkisi ile subjektif düzeyde gerçekleştiğini, bir ‘dua’ ile belirtir. “Bizi doğru yola ilet!” Bu dua, doğru yol bizim dışımızda nesnel olarak belirtilmiş olsa bile, iç âlemimizde bu huzur ve düzeni gerçekleştirmemizin ancak Yaratıcı ile ‘dua’ (ibadet) ilişkisini korumamız, ilahî sevgiyi gönlümüzde duymamız ile mümkün olacağını gösterir.14

Yine Bediüzzaman, ibadetin insanın tüm derunî duygu, kabiliyet ve eğilimleri üzerindeki yaptırımını şu şekilde belirtir: İnsanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren ibadettir; istidatlarını inkişaf ettiren, meyillerini temyiz ve amellerini tahakkuk ettiren ibadettir; fikirlerini tevsi ve intizam altına alan ibadettir; şeheviyye ve gadabiyye kuvvelerini had altına alan, zahirî ve batınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden ibadettir; insanı mukadder olan kemalatına yetiştiren ibadettir; abd ile Mâbud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet ancak ibadettir.15 İbadet insanın varlık yapısındaki taşkınlığa eğilimli temel duygularını terbiye etmekle adaletin oluştuğu ortamı ona müsait hale getiriyor. İbadetin yaptırımıyla temel duygular sapmaya (adaletsizliğe) gitmeden, denge noktasında ‘adalet’in potansiyel gücünü oluşturur.

Konu, farklı ve daha teknik bir söylemle de açıklanabilir. Kâinattaki her bir varlık ve elbette insan, kemal değerini Allah’ın isim ve sıfatlarına âyine olma keyfiyetine göre kazanır. İradesiyle ubudiyet dairesine giren kişi, bu noktada ‘Rububiyet dairesi’ ile karşılıklı iletişim içerisinde olur. Rububiyet, Allah’ın ‘terbiye ve tedbir etmesi’ olduğundan, bunun bir gereği olarak ibadet eden kişinin içsel alanı, ‘rububiyet’ gereğince ‘terbiye’ olur. İlahî varlığın iradesine uygun olarak kişiyi gelişmeye zorlayan, ‘ben’likten daha geniş bir alana yayılan bir keyfiyettir bu. Hatta, ibadetin bir iç boyutunu ifade eden tasavvufun, fazilet değerlerinin içselleştirilmesiyle insanın disiplinize edilmesinde etkin bir disiplin dalı olması, bu bakımdan ayrıca hatırlanmalıdır. Böylece, kulluk görevini ve ‘hukukullah’ı yerine getirmek için ibadetle Rabbine yönelen kişinin Rububiyet hakikatı ile bütün aşırılıklarının terbiye olması sonucu, bu keyfiyet onu (insanı) sosyal hayatta ‘adil’ davranmaya ve adaletin gerçekleşmesine yöneltir.

Burada bellibaşlı farz ibadetlerin, fert ve toplum hayatına kazandırdığı faziletlerden bazı örnekler sunmak mümkündür. Meselâ namaz, inancın pratiğe dökülmesiyle ‘eylemin anlamlılığını’ insana talim ettirir. Namaz inanılanın yapılmasını, değerin yaşanmasını, sözün yerine getirilmesini, muhataba teşekkürü, tatbikî olarak insana öğretir. Namaz, aynı zamanda, meşru olana yönelmenin gerekliliğinin ve meşru olmayana karşı ‘red’ tavrı alınmasının ifadesidir. İnsanın kendini vakte ayarlamasıyla ‘zaman bilinci’ni, grup halinde yaşamanın gerekliliğini, ‘birlik ruhu’nu, yaşatarak öğretir. Namazın istenilen şekilde yerine getirilmesi, iyi eylemlerde bulunma ve eylemi iyi yapma gibi iş-görev şuurunu yerleştirir.

Rabbanî terbiye metodu olan oruç ibadeti ise, insandaki aşırı duyguları en etkili şekilde disipline etmenin ifadesidir. Özellikle Ramazan’daki oruçlu hayat, nefse ait aşırı duyguları dengeleyen ve ruhu tekamül ettiren tasavvuf eksenli hayattır. Görmediği Rabbini görmüş gibi inanan, inancının gereği hiç kimsenin olmadığı yerde ‘yemeyip’ oruç tutan bir insan, benzer konumda, kendisine ait olmayan bir dalı da aynı inançla ‘haram’ diye yemeyecektir. Hayatın yemek içmekten ibaret olmadığını ve şehevî arzuların istenildiğinde kontrol edilebileceğini, oruç, çarpıcı biçimde yansıtır. Oruç yasağı, haramı ve ona karşı takınılacak tavrı, yani ‘iffet’i öğretir. Helâl bile olsa her şeyin bir zamanının olduğu ‘iftar’ bekleyişlerinde talim olunur ve bu doğrultuda sabır kuvvetini kullanma eğitimi de yaşanır. Kişi, “Tok açın halinden anlamaz”lığını, ‘yaşanmadan bilinmez’i bizzat yaşayarak öğrenir. Bu, ona, toplumsal yaşantıda ‘sosyal empati’ kazandırır. Birlikte çekilen açlığın birlikte çekilecek zorlukları yenmede nasıl etkili olduğu, yine orucun kazandırdıkları arasındadır. Kişi, gerektiğinde bir mânâ ve ideal uğruna bütün eşyayı elinin tersiyle itebileceği izzetli halin psikolojisini oruç tutarak çok canlı yaşar.

Kısaca, insan, ibadetin sağladığı iç disiplin ile iffetli, hikmetli, şecaatkâr, yani ahlâklı ve adaletli davranış sergilemeye yönelir. İslâm’ın ibadet anlayışı çok yönlü gönüllü eğitim ile insanın duygularını terbiye edip müsbet yöne eğilimli kılarak, olabilecek kötü davranışlara önceden mani olur. Haksız davranışlarda bulunan, suç ve günah işleyenleri manevî bir rehabilitasyon ile tekrar topluma kazandırır.

Sonuç olarak, içinde yaşadığımız çağın önemli problemleri, aslî kaynağından koparılmış ruhun kirlenmesinin sonucundan başkası değildir. Bu, bir anlamda, “Testinin içinde ne varsa dışına o sızar” özdeyişinin ifadesidir. Dışa sızan kezzap, testinin içinden haber verir. Aynı şekilde, modern toplumda zulüm, tecavüz, vb. davranış bozukluklarının insanın iç dünyasının hasta ve bozuk yapısından haber verdiğini bilmeliyiz. Günümüzde şayet adalet, dostluk ve kardeşliğin yerine zulüm, düşmanlık gibi kirlilikler hüküm sürüyorsa, bu, öncelikle insanın kendisiyle, inanç, düşünce ve dayandığı değerler sisteminin kaynağı ve bu kaynakla olan ilişkilerin boyutu ile ilgili bir problemi haber vermektedir. İnancın ‘tevhid’ karakterine, ibadetin ‘ihlas’ ruhuna, eğitimin ‘manevî terbiye’ boyutuna ihtiyaç duyulduğunu anlamamız gerekir. Toplumdaki adaletsizlik fertteki adaletsizlikten, bu ise iç disiplinsizlikten kaynaklanır. Dış disiplinin iç disiplinin, iç disiplinin ise ibadetin eseri olduğunu söylemenin tek orijinalliği, yitirilmiş bir değerin yeniden hatırlatılmış olmasıdır.

risaleinurenstitusu.org

Dipnotlar:

1. Erich Fromm, Sahip Olmak ya da Olmamak, çev. A. Arıtan, 6. baskı, İstanbul: Arıtan, 1995, s. 34-35.

2. Ervin Laszlo, Evrensel Düşünmek, çev. İbrahim Serhat, İstanbul: İşaret, 1992, s. 97.

3. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, İstanbul: Sözler, 1976, s. 126-127.

4. İmam Gazalî, Hakikat Bilgisine Yükseliş, çev. Serkan Özburun, İstanbul: İnsan, 1995, s. 91.

5. Peter L. Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, çev. Ali Coşkun, İstanbul: İnsan, 1993, s. 32.

6. Mustafa Çağrıcı, “Adalet,” İslam Ansiklopedisi, C. 1, Türkiye Diyanet Vakfı, s. 341.

7. İbrahim Canan, İslam Işığında Anarşi, 2. baskı, İstanbul: Cihan, 1984, s. 419.

8. Kınalızade A. Efendi, Ahlâk-ı Alâî, İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser, s. 111.

9. Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, çev. Abdülmecid Nursî, İstanbul: Sözler, s. 24.

10. M. Ahmed ez-Zerka, “İslâm’da İbadet Anlayışı,” Makaleler, der. Hurşid Ahmed, Konya: Selam, ty, s. 156.

11. İşârâtü’l-İ’caz, s. 22.

12. a.g.e., s. 11.

13. a.g.e., s.24.

14. Hüseyin Hatemi, Batılılaşma, İstanbul: Bir, 1987, s. 206.

15. İşârâtü’l-İ’caz, s. 24, 94.

Emanet ve adaletin gerçek sorumluları kimlerdir?

“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.” (Nisa, 4/58)

Burada emanetin yerine getirilmesi, ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle hükmedilmesi yönündeki emirlerin muhatapları genel olarak bütün insanlar, özel olarak müminler ve daha özel olarak da emanet ve adaletten kamu adına sorumlu olan şahıslar yöneticiler ve kurumlardır.

Tarih boyunca insan topluluklarının huzur ve mutlulukları iki sebeple kazanılmış veya kaybedilmiştir: Emanet ve adalet. Emanet ve adaletin gerçek sorumluları kimlerdir?

Emanetler ehline verildiği ve adalete riayet edildiği müddetçe cemiyette huzur ve saadet bulunmuş, hıyanetler ve haksızlıklar ise huzursuzlukların, kavgaların, savaşların, servet ve neslin helâk olmasının baş sebepleri arasında yer almıştır.

Emanet, korunması istenen maddî ve manevî değerdir. Kişinin kullanıp sahibine iade etmek üzere aldığı eşya emanet olduğu gibi devletin hizmet makamları da emanettir; ilim, din, antlaşma ve sözleşmeler, komşuluk hakları… emanettir.

Bütün bunlar korunacak, muhatap ve ilgililerine teslim edilecek, ne maksatla verilmiş ise ona uygun olarak kullanılacaktır.

Hz. Peygamber (asm),

“Münafığın üç belirtisi vardır: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” (Müslim, Îmân, 107-109)

buyurarak emanete riayet etmeyenleri münafık vasıflı insanlar olarak tescil etmiştir.

İnsanlar arasında hüküm genellikle bir ihtilâf ve dava halinde, haklı olanı haksız olandan ayırmak veya hakkın kime ait olduğunu açıklamak suretiyle gerçekleşir.

Adalet, “eşitlik ve dengeyi sağlamak” demektir.

Burada eşitlikten maksat, herkese aynı şeyi, aynı vasıf ve miktarda vermek değildir; herkesin hakkını, hak ettiğini, lâyık olduğunu almada eşit olmasıdır; güçlü de olsa haksızın, güçsüz de olsa haklı ile davası, problemi, anlaşmazlığı… olduğunda hukuk karşısında eşit muamele görmeleridir.

İnsanların haklarını yiyenler bunu, genellikle kendilerini karşıdakilerden üstün ve güçlü görerek yaparlar.

Kamu gücünü, zayıf olmasına rağmen haklı olanın yanına koymak suretiyle muamelede eşitlik, yani adalet sağlanmış olur.

Adaletin gerçekleşmesi -âdil uygulayıcılar yanında- kimin neye lâyık, kimin neyi hak ettiği konusunda doğru, hakkaniyete uygun, dengeli bilgi ve ölçülere sahip olmaya bağlıdır. Hukuk kuralları, bağlayıcı mevzuat işte bu bilgi ve ölçüleri vermek için oluşturulur, vazedilir.

Hukuk kurallarını, ilâhî irşaddan bağımsız olarak insanlar koyarlarsa, insanların kendilerini aşmaları, beşerî kayıtlardan, cemiyet kültür ve değerlerinden etkilenmemeleri mümkün olmadığı için, hakkaniyet ölçüleri, hak ediş dengeleri bozuk olabilir.

Bilgi eksik, ölçü bozuk olunca da –düzen, hukuk ve mahkeme bulunsa bile– adalet gerçekleşmez.

İnsanı ve kâinatı yaratan Allah mîzanı da koymuştur.

Mîzan, “maddî ve mânevî alanlarda denge, hakkaniyet ve adalet ölçüsü” demektir. Hukukla ilgili mîzanın aranıp bulunması bakımından vazgeçilemez kaynak ilgili naslardır (âyet eşitlik

ve hadisler).

Âyet ve hadislerin nokta tayini şeklinde açıklamadığı konularda ise fayda (mesâlih), yorum (anlama, beyan), kıyas içtihatlarına ve örfe başvurulacak; bu yoldan, adaleti gerçekleştirecek olan hüküm ve ölçülere ulaşılacaktır. Hüküm ve ölçüler bulunup bilindikten sonra sıra uygulamaya gelir.

Uygulamada adaletin bozulmamasının iki teminatı vardır:

a) İmana dayalı ahlâk.

b) Cemiyetin emanet ve sorumluluk duygusu içinde gerçekleştireceği denetim.

Sağlam hukuk kurallarının, ahlâk ve kamu denetiminin bulunduğu yerde adaletin gerçekleşmemesi için bir sebep kalmaz.

Adâlet ve emanete riayet edecek olan insandır; İslam gibi en kâmil yol göstericiye rağmen Müslüman toplumlarda görülen emanet ve adâlet arızaları İslam insanının eksikliğinden, sözde Müslümanların iman, ahlak ve aksiyonda Müslüman olamayışlarından kaynaklanmaktadır.

Üst yöneticiler bulunabildiği ölçüde emaneti ehline vermede ve denetimde titizlik göstermezlerse en büyük sorumluluk da onlara ait olur.

Yazar:
Prof. Dr. Hayrettin Karaman
sorularlaislamiyet