Etiket arşivi: adavet

Adavet

Adavet, Sünnilerin de Şia’nın da damar ve hislerine kadar yerleşen bir hastalık olmuş.

Her hatadaki ilk tepki, kalpten çıkan bir adavet, bir intikam, ‘zaten böylelerdi‘ şeklinde olmuş. Demek herkes birbirini riyakârane seviyor! 

Kraldan çok kralcı, devletten çok devletçi, Müslümandan çok İslamcı, yaşamaktan çok yaşatıcı libasıyla dolaşan birer meczup, birer hodbin olmuşuz!

En hassas daireler yerine en geniş daireler bizi yönlendirir olmuş!

Önündeki yetimi, hatta kalbindeki miskini değil, ötelerde heyecan arar olmuşuz!

Adavet, en zevkli lisanımız.. en müstamel silahımız.. en umumi mergubumuz olmuş!

Koca Ümmet paydasına yıllardır ağıt yaktıran, Nebi’yi secdelerden kaldırmayan bu cehalet değil de nedir?

Ey Nurcu, sen de düştün bu kuyuya.

Nefsin attı vicdanını, şeytan sürdü ağzına zehirli balı.

Sen Ey Nurcu, boğulurken siyasette, aklın sarhoş olurken, kanarken kalbin, hem şiddete taraftar olmaya başlarken dilin, nasıl kurtaracaksın ümmeti?

Cankurtaran cana muhtaç, ne yapsın çocuk-misal şu alem-i İslam?

Sen canında adavet lekesini temizleyip atmadıkça, nasıl ıslah eder, hidayet dağıtır bir musluk olursun?

Sorarım size, nasıl ıslah olacak bu ümmet-i Muhammediye (asm)?

Ne zaman kılıçlar düşüp, kelimeler kalblere yerleşecek?

Nur var Nurcu yok..

Kitap var Kari yok..

Dert var Doktor yok..

Derman var Talip yok..

Sizlere ‘Düşmanlık zevkinin müptelaları’ deseler ne deriz, o müptelalara ne yaparız?

M. Fatih Özbilen

www.NurNet.Org

İslam Batıl Olan Hareketi Kaldırır

islam-batil-olan-hareketi-kaldirirFikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, ta ki parçalayıp onları yutsunlar.

Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsani var, gafletkarane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara “Fikr-i milliyeti bırakınız” denilmez.

Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır: Bir kısmı menfidir, şeametlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: El-İslamiyyetü cebbeti’l-asabiyyete’l-cahiliyyete. ‘İslam dini kendinden önceki batıl olan fiil, hareket, adet ve inanışları keser, kaldırır.’ (Buhari, Ahkam: 4)] Ve Kur’an da ferman etmiş: “Kafirler, kalblerine cahiliyet taassubundan ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükunet ve emniyetini indirdi ve onlara takvada ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna layık ve ehil kimselerdi. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir.” (Fetih Suresi, 48:26.)

İşte şu hadis-i şerif, şu ayet-i kerime, kati bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslamiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.
Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslamiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedi kardeşleri kazandırsın?

Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emeviler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem alem-i İslamı küstürdüler, hem kendileri de çok felaketler çektiler.
Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeametli ebedi adavetlerinden başka, Harb-i Umumideki hadisat-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.

Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin harabiyeti zamanında “tebelbül-ü akvam” tabir edilen teşaub-u akvam ve o teşaub sebebiyle dağılmaları gibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulub, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.

Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslamiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek öyle bir felakettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki manen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilayetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adavet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehalikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın.

Cenuptan gelen Kur’an nuru var; İslamiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adavet ise, dolayısıyla İslamiyete, Kur’an’a dokunur. İslamiyet ve Kur’an’a karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adavettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamakattir!

Bediüzzaman Said Nursi – Risale-i Nur – Mektubat, 26. Mektub, 3. Mebhas

Risale Ajans

Hakiki Muhabbet Eden Hakiki Düşman Olamaz

İslam dünyasının ve Müslümanların içinde bulunduğu hastalıklar ve tedavi çareleri:


“Müminler, muhakkak ki, kardeştirler. Artık kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ve Allah’tan korkunuz, ta ki: siz rahmete erişesiniz.”(hucurat 49/10)


Müslümanlar, İslam esaslarının temelinin ve kaynağının Allah’ın kitabı ve Resulullah’ın sünneti olduğuna iman ederler. Eğer Müslümanlar bu iki kaynağa sımsıkı sarılırlarsa elbette ki doğru yoldan sapmazlar.


Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Birinci vecih bir önceki yazımızda izah edilmiştir.


İkinci Vecih:


Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar.


Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek. Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer.


Bediüzzaman İslam dünyasının ve müslümanların içinde bulunduğu hastalıklar ve tedavi çarelerin Hutbe-i Şamiye’de bu konuyu şöyle izah etmektedir:


Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husumet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.


Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.


Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbaplarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.


Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur.


Bugünkü dünya üzerinde cereyan eden olumsuzlukların yegâne sebeplerinden biri, devletlerin kendi otoritelerini zorla ve tahakkümle halkına kabul ettirmek, milletin ananelerine ve inançlarına müdahale etmek, milletini hakir görmek ve milli gelir dağılımında ayrıcalık yapmaktır. Bu olumsuz tutum ve davranışların neticesinde husumet meydana gelir. Onun için evvela devlet halkı ile barışık ve güven içinde olmalıdır. Netice itibariyle bir devlet milletine veya millet devletine güvenmiyorsa o devlette isyan ve terör çıkması muhtemeldir.


Bediüzzamanın, ıslah için kullanacak iki araç olan “nur ve topuz”un yani nasihat ve cebrin aynı elde olmaması lazım geldiğini belirtir. Bu ifadeden anlaşıldığı üzere hem birey hem de toplumu ıslah etmenin aracı zor ve tahakküm değil, belki karşılıklı sevgi ve samimiyeti göstermek ve neticede toplumun devletine, devletin milletine güven duymasıyla olur. Sosyal hayatta ailelerin idaresinden tut ta devletlerin idarelerine kadar birbirleri ile geçinmenin ve anlaşmanın tek çaresi maslahat ve uhuvvettir. Uhuvvet ise birbirlerine güven, iyi ilişki ve diyalogla olur.


Mü’minler ahiretin mezrası olan dünyada da birbirlerini desteklemelidirler. Yalnız bu destek diğer insanların haklarını gasbetmeyecek şekilde vahdete ulaşmak gayretini göstermek lazımdır. Vahdet, mü’minler arasında olduğu gibi, aynı bölgenin insanları veya unsurları ile bir anlamda ortak kimlik oluşturanları da beraber yaşamaya davettir. Her ne kadar insanlar arasında birlik ve beraberliği, yardımlaşma ve dayanışmayı kapsamakta ise de asıl İslamiyet’le ilgilidir. Çünkü küfrün mahiyetinde dostluk ve kardeşlik yoktur. Ancak kâfirler de kendi aralarında uhuvvet ve muhabbeti gösterebilirler.


Bediüzzaman fertler arası çıkabilecek ihtilaf ve çatışma alanlarını birer birer kapatırken sınıflar arası veya meslek ve meşrepler arası çıkabilecek çatışma alanlarını da kapatmaya çalışır. Sosyal hayatın zorunlu sonuçlarından olan meslek ve meşreplerin farklılaşması ve kademelenmesi gerçeğini teslim ettikten sonra bu farklılaşmanın düşmanlık ve husumete neden olmaması gerektiğini vurgular. Ona göre her meslek ve meşrep sahibi haklı olarak kendi mesleğinin en iyi ve en etkin meslek olduğunu iddia edebilir, etmelidir de; buna hakkı vardır. Fakat sadece kendi mesleğinin iyi olduğunu, diğer İslâmî mesleklerin kötü ve bâtıl olduğunu iddia etmeye hakkı yoktur.


Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan.daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan İmân ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı İmân ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.


Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.


Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.


Aynı taburda bulunduğun insana dostane bir bağla yaklaşırsın ve aynı kumandanın emri altında bulunduğundan arkadaşane anlayışla yaklaşırsın. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, kardeşce bir ilişki hissedersin. Halbuki imanın sana verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği Allahın isimleri ile tevhid alakaları ve birleşme bağları ve kardeşlik bağları vardır.


Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.


Bütün bunlar birliği sevgiyi ve kardeşliği gerektirdiği gibi, dünyanın kürelerini birbirine bağlayan manevi zincirler oldukları halde, nifak ve şikaka ve düşmanlığa sebebiyet veren basit ve ehemmiyetsiz şeyleri tercih edip mü’min’e düşmanlık beslemek, kin bağlamak o birlik bağına ne kadar saygısızlık, muhabbette karşı alaylı ve uhuvvete karşı bir zulüm olduğu anlaşılır.


Hz.Ömer (ra)


Bir kişinin camide abdest kaçırma durumu karşısında o kişi mahcup olmasın diye


Kardeşlerim, öğlen namazı yakındır, abdestli bile olsak abdest üstüne abdest almak nurdur, kalkalım hepimiz abdest alalım. Der.


İşte görgü kuralı da, kardeşlik bağı da böyle olmalıdır.


Rüstem Garzanlı/Diyarbakır


www.NurNet.org

İyilikleri Kötülüklerini Geçen Sevilmeye Layıktır

“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat Sûresi: 49:10.)

“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” (Fussilet Sûresi: 41:34.)

“Öfkelerini yutanlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi: 3:134.)

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde açıklamıştır.

Şöyle ki: “Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı veçhini beyan ederiz.

Birinci Vecih: Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin vücudunda, İmân ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.” (22. Mektup Uhuvvet Risalesi)

“Mü’minlerde” deyimin genel anlamı, mü’minin iç dünyası ve ehl-i iman ile iyi ilişki kurma bağlamında önemli bir mesajdır. Uhuvvet insanlar arasındaki ilişkiyi güçleştirir. Hatta bu kardeşlik bağı devam edilmesi halinde sair insanların İslamiyet’in bu güzel hasletine özen göstererek İslama teveccüh artar. Aksi takdirde mü’minlerde nifak ve şikak gibi olumsuz bir sıfatın bulunması hem mü’minler arasında hem de cemiyette kin ve hasede sebebiyet vermektedir. Bu nedenle kin ve düşmanlığa yol açan olumsuz sıfatların insanlık için zararlı bir zehir olduğu belirtilmektedir.

Mü’minler arasında ve özellikle Nur Talebeleri arasındaki tesanüdün muhafaza edilmesi, uhuvvetle doğrudan ilgilidir.

Ayrıca Bediüzzaman’ın yukarıda verdiği örnekte, adalet-i mahza ve adalet-i izafiye ayrımında, İslam’ın adalet anlayışının adalet-i mahza türünden; yani ferdin hakkını toplum ve devlet yararına feda etmeyen türden bir adalet olduğunu, uhuvvetin aynı zamanda adaletin önemli bir sonucu, adavetin ise zulüm olduğunu göstermektedir.

İnsanları zatı için değil, sıfatı için sevmek lazımdır. O halde önemli olan hangi kıymetli sıfatlara sahip olduğudur. Yani kişide bir tane olumlu sıfat dahi varsa, diğer olumsuz sıfatları için kin bağlamak ve ona düşmanlık etmek zulümdür. Mü’minin mü’min kardeşinde gördüğü kötü bir sıfatı için ona düşmanlık değil, belki o kötü hasletten kardeşinin kurtarılması için ona acımalı ve yardımcı olması gerekir. Bir kardeşini kötü bir sıfatından kurtulması için çaba gösteren bir mü’min, aslında kendini de huzurlu ve manen gönül hoşluğu içinde görür.

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü’mine adâvet ederler.

Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti, mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lazımdır.

Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.” (13.Lem’a-13.Nota.3. İşaret)

Hane-i rabbaniye ve Sefine-i ilahiye(ilahi gemi) olan bir müminin vücudunda(ruhunda benliğinde) İman, İslamiyet, komşuluk gibi dokuz değil belki bir çok masum sıfat(özellik) varken sana çirkin gelen ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden ona kin ve düşmanlık bağlamakla o vücudun manevi hanesinin boğulmasına ve yanmasına teşebbüs veya arzu etmen fena ve zalimcedir.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

11.05.2011

Sosyal Hayatın Çimentosu: Muhabbete Muhabbet

Tarih boyunca insan topluluklarının büyük zaferler elde etmesinde, büyük medeniyetler kurmasında, sonraki nesillere önemli eserler bırakmasında en önemli etkenlerden bir tanesi dayanışma ve bu dayanışma sonrasında oraya koydukları başarı olmuştur. Başarıyı derinleştiren, kökleştiren, şahsilikten, heva ve hevese dayalı olmaktan çıkaran da inanç ve imani esaslar olmuştur. Son ve en mükemmel din olan İslam insanlar arasındaki, özelde iman ehli arasındaki dayanışma ve kardeşliğe çok büyük önem vermiş ve ortaya koyduğu esaslarla bu durumu temellendirmiştir.

İnsanlar arasındaki dayanışma ve işbirliği maddi temellere dayandığı zaman neticesi de maddi olacaktır. Manevi dayanışma ise hem maddeyi hem de manayı biraraya getirmektedir. Manevi değerlerimizin başta gelenlerinden bir tanesi muhabbettir. Kur’an-ı Kerim’in her emrinde muhabbet ve muhabbete davet vardır. Peygamber Efendimizin gönderilişindeki, “en güzel ahlakı tekmil etme”de muhabbet vardır. Hazreti Ebubekir’in (ra) kendi vücudunun büyütülmesini, cehennemin bu şekilde doldurularak müminlerin tümümün cennete gitmesini niyaz etmede muhabbet vardır. İşte bu yüzdendir ki; Risale-i Nurda veciz bir şekilde ifadesini bulunan “muhabbete en layık şey muhabbettir” hükmü ortaya konmuştur.

Muhabbet dostluğun ilacı düşmanlığın da panzehiri olmuştur. Adavet ve düşmanlık ise muhabbetin adeta yok edicileri olmuştur. Muhabbet sosyal hayatta etkili olduğu oranda ittihat ve terakkiyi vücuda getirirken, azalmasına paralel olarak kardeşler arasında kin ve düşmanlık tohumlarının yeşermesine yol açmıştır. Kâinatın özünde var olan muhabbetin nasıl yok edildiğine, normal şartlarda karıncayı dahi incitmekten sakınan insanoğlunun en vahşi canavardan daha vahşi bir hale dönüştüğüne, iki dünya savaşından daha ibret verici bir örnek olamaz. Muhabbetin zerresinin kalmadığı bir ortamda milyonlarca insan yok edildiği gibi, asırlarca vücuda getirilen medeniyetler de yok edildi.

Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur, diyen Bediüzzaman, sadece müminlere değil, tecavüz etmeyen düşmanlarımızın kötü fiillerine dahi düşmanlık edilmemesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. Çünkü cehennemle neticelenecek olan İlahi azap kâfidir…

Bilerek veya bilmeyerek insan gururunun, nefsinin etkisiyle iman ehline karşı haksız bir şekilde düşmanlık eder, kendini haklı zanneder. Hâlbuki husumeti değil; muhabbeti gerektiren iman ve İslamiyet yeterlidir. Buna rağmen düşmanlık beslemek bu yüce değerleri hafife almak ve değerden düşürmek anlamına gelir.

İman ehli olan kardeşine kin besleyen, düşmanlık eden insan, bu olumsuz duyguların tedrici olarak kalbini kararttığının farkına varmaz. Uzakta bulunan birilerine beslediği kin ve düşmanlığın bir süre sonra ailesinin içine kadar sirayet edeciğinin farkına vardığında iş işten geçmiş olur. Kin ve düşmanlığın yerleştiği, kökleştiği bir kalpte yeniden muhabbeti ihya etmek hiç de kolay değildir. Onun içindir ki, önceleri basit bir suç işleyen insanın eli titrerken bir süre sonra katil milyoneri olabilmektedir. Çünkü kin ve adavet kalbindeki muhabbetten eser bırakmamıştır. Muhabbetin galebe ettiği kalbi taşıyan insan ise hiç kimseye kin tutamaz sadece acır.

Al-İmran Suresi 3. Ayette; “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin”, buyrulmaktadır. O Yüce Peygamber ki, içlerinde hiç iman ehlinin olmadığı, kendileri davet etmiş olmalarına rağmen taş yağmuruna tuttukları Taiflilerin helakini değil bağışlanmalarını talep etmiştir. Dolayısıyla böyle bir Peygambere (asm) uymanın yolu, adavetten değil muhabbet etmekten geçer.

Risale-i Nur’da dikkat çekilen ve vurgusu yapılan önemli hususlardan bir tanesi de Hazreti Hasan’ın (ra) sadece altı ay süren halifelik müddetidir. Bu süre çok kısa olmasına rağmen çok büyük bir önem arz etmektedir. Çünkü O büyük insan savaşı değil barışı, bölünmeyi değil ittifakı arzu ettiği ve istediği için halifelikten feragat etmiştir. Sıradan bir makam veya mevki bile terk edilmezken Hazreti Hasan’ın (ra) halifelikten çekilmesi büyük bir ehemmiyet arz etmiştir.

İman ehli olanlar arasında nurani bağ olan muhabbet sahibine de çok büyük faydalar sağlar. Kalbe genişlik ve ferahlık verir. İmanın kuvveti nispetinde bu genişlik artar ve manen inkişaf eder. Diğer taraftan kâinatta meydana gelen hiçbir olumsuzluktan dehşete kapılmaz. En büyük musibetlere karşı gelebilir. Ruhi ürperti duymaz. Bunun da en büyük kaynağı Allah’ı bilmek ve iman etmektir. İman şuuru; insana şu ihtarda bulunur: Senin yaratıcın bu memleketin gerçek sahibidir. Her şey onun emri dairesinde hareket eder. Her şeyin dizgini onun elindedir. Bütün bu zahiri bela ve musibetlerden kurtulmak için Yaratıcıya sığınmak ve Ona bağlanmak yeter. Ona dayandıktan sonra, insanı ağlattıran, hazin durumlara sokan şeyler adeta suret değiştirerek düşman sureti yerine dost suretine bürünürler.

Sosyal hayatta farklı guruplar arasında güçlü bağ oluşturan ve her türlü bölünmelere, ayrılıklara engel teşkil eden hususların başında iman kardeşliği gelir. Bu kardeşlik yerine menfi milliyet fikrini aşılamak sadece çatışmalara zemin oluşturur. Devlet bütünlüğünü ve milletin kaynaşmasını değil, toplumun zararında menfaatini görenlerin işine yarar. Örneğin; Kürtlük, Araplık, Türklük tesis etmek; bunun oluşmasına ve gelişmesine engel teşkil eden dini bağları zayıflatmak, sadece toplumsal barışın mahvına yarar. Kardeşin kardeşe düşmesine, muhabbetin buharlaşıp adavetin yaygınlaşmasına vesile olur. Ülkemizde değişik dönemlerde uygulamaya konulan menfi milliyet ülke menfaatine zarar verdiği gibi hiçbir kesime de yarar sağlamamıştır.

Toplumun kaynaşmasını değil ayrışmasını netice veren, ırkçı olmayanları da ırkçılığa sevk eden ve bu yolla toplumda büyük tahribatlara yol açan menfi milliyetçilik iman esaslarına taban tabana zıttır. Toplumumuzda ittifakı sağlayan nurani bağ değil, ayrılıkları netice veren zulmani bir olgudur. Irkçılık fikri müminler arasında mevcut olan nurani bağları tahrip eden en büyük felaketlerin başında gelir. Dolayısıyla iman bağı ayrılıkları değil dayanışmayı gerektirir. İman birliği kalplerin birliğini ister ve gerektirir. Aynı inanca ve iman değerlerine sahip olma da sosyal hayatta birlik ve beraberliği, kardeşliği gerektirir.

Risale-i Nur iman edenler arasındaki manevi ve sağlam bağları dikkate sunarken; Yaratıcımızın, Rızkımızı verenin, taptığımız Allah’ın birliğine dikkatimizi çeker. Devamında; peygamberimizin, dinimizin, kıblemizin, devletimizin, memleketimizin… Birliğine işaret eder. Dolayısıyla birlik ve beraberliği gerektiren manevi bağların sayılamayacak kadar çok olduğu ikazı yapılırken buna karşı ayrılığı ve farklılığı gerektiren şeylerin ise örümcek ağı gibi zayıf ve ehemmiyet olduğu vurgusu yapılır. Dolayısıyla müminlere, bütün bunlara rağmen kin bağlamak söz konusu manevi değerlere karşı hürmetsizlik ve münasebetsizlik olduğu açık bir şekilde ortaya çıkar. Aynı zamanda böyle bir saygısızlığın zulümle eşdeğer olduğu da ifade edilmektedir.

Bediüzzaman muhabbetin nur ve nurani olduğunu, nurani şeylerin mahiyetinde yansıma ve etkileme olduğunu kaydeder. Bu yüzdendir ki, dostumuzun dostu bize de dost olmaktadır. Muhabbet insanlar arasında iyilik ve yardımlaşmayı had safhaya çıkarırken, insanların şahsi hayatında da maddi-manevi huzuru yeşertir. Yirminci yüzyılda zirve yapan sefahat ve dalaletin Cenabı Hakkın gazabına vesile olduğu, ırkçılığı ve tarafgirliği şırınga eden cereyanların kalpleri katılaştırdığı ve akabinde meydana gelen iki dünya savaşının insanları adeta helak ettiğine şahitlik edilmiştir.

Bediüzzaman, bu olumsuz cereyanların etkisi ile imanı zayıf olan bir kısım velilerin dahi birinci sırada görmeleri gereken iman hakikatlerini ikinci, üçüncü sıraya bıraktıkları tespitini yapmaktadır. Siyasi tarafgirlik yüzünden kendi görüşlerinde olmayanları haksız bir şekilde tenkit ettiklerini, dini hisleri ve düşünceleri söz konusu olumsuz cereyanlara tabi kıldıklarını, dolayısıyla insanlar arasında muhabbet yerine tenkit ve düşmanlığın ön plana çıktığı tespitini yapmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Abdulnasır Yiner

risaleakademi.com